• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Depresyonun Sınıfsal Görünümü

diShy

Onursal Üye
Üyelik Tarihi
27 Kas 2009
Konular
32,527
Mesajlar
50,860
MFC Puanı
2,580
Depresyonun Sınıfsal Görünümü

Sosyal sınıf kavramıyla ilgili farklı görüşler vardır. Ancak genel olarak, sınıf kavramını, üretim süreci içerisinde, belli bir yeri işgal eden, aşağı yukarı aynı geliri, sosyal şartları, hayat tarzını, değer yargılarını ve sınıf bilincini paylaşan, benzer eğitim, statü ve kültür düzeyine sahip bireyler topluluğu olarak tanımlayabiliriz (Marshall,1999:653-656). Genel anlamda sağlık tanımının, sınıfsal konumla ruhsal hastalıklar ve depresyon arasındaki ilişkilerin mahiyetini anlamada önemli olduğunu ifade edebiliriz. WHO, sağlığı, kişinin bedensel, ruhsal ve toplumsal yönden, tam iyilik hali olarak tanımlarken, toplumsal-ekonomik yapıyla sağlık arasındaki karşılıklı ilişkiye dikkat çekerek 1996'daki raporunda, sosyo-ekonomik dengesizliklerin ve eşitsizliklerin, sağlıkta görülen eşitsizliklerin en önemli kaynaklarından biri olduğunu belirtmiştir (WHO,1996:170-171). Görüldüğü üzere, WHO da genel anlamda, hastalıkları toplumsal tabakalaşma tarzının bir fonksiyonu olan güç ilişkileri bağlamında değerlendirmektedir.

Bireyin incinebilirliğini etkileyen sosyal-ekonomik özelliklerin etkisini de unutmamakla birlikte genel anlamda, ruhsal hastalıkların ve depresyonun oluşmasında, sosyal yaşantıların, özellikle de eşitsizliklerin provoke ettiği zorlanmaların önemli bir yeri vardır (De Beurs,2001:427-428). Bu anlamda, toplumsal tabakalaşma tarzının, yaşanan zorlanmaların seviyesiyle olan ilgisinden dolayı, ruhsal hastalıkların ve depresyonun yapısal bağlamını anlamada oldukça önem taşıdığını düşünüyoruz. Çünkü, ait olunan sosyal sınıf, sadece, bireyin yaşam standartlarını belirlemekle kalmaz aynı zamanda, bireyin egosunun bir parçasını oluşturarak onun psikolojik dünyası üzerinde derin etkiler bırakır ve böylece, yaşanan zorlanmaların algılanışını etkiler. Gerçekten de, kaygı verici durumların algılanma eşiğinde görülen kişiler arası farklılık, onların toplumsal konumlarının etkisiyle belirlenir. Bazı araştırmacılar, kişinin toplum içindeki konumunun, stres verici olayları algılamasında, onlardan etkilenmesinde ve onlarla mücadele edebilme potansiyelinin, özgüven duygusunun oluşmasında belirleyici bir unsur olduğunu ifade etmişlerdir (Stora,1992:41). Stresin, stresli yaşantıların, ruhsal hastalıkların ve özellikle de depresyonun ciddi bir bileşeni olduğunu belirten Srole da, alt sınıftakilerin, diğer sosyal sınıflara kıyasla, daha fazla stresli olduklarını ve stresli yaşam olaylarına aracılık eden bu sosyal sınıf konumunun, zorluklarla mücadele etme kapasitesini düşürerek, hastaların rahatsızlıklarında önemli bir yer tuttuğunu ifade etmiştir (Srole,1975:499-500).

Belirli bir sosyal pozisyona sahip olup olmamanın dışında, yukarı veya aşağı doğru hareketlilik durumunda da bireylerin, farklı ruhsal durumlara sahip oldukları ifade edilmektedir. Artan farklılaşmayla özetlenen modernleşmenin bir sonucu olarak değerlendirilen sosyal hareketlilik, ruhsal sorunlar bağlamında değerlendirildiğinde, hem aşağı hem de yukarı doğru yönelen aşırı hareketliliğin, bireylerin, toplumsal adaptasyonunu güçleştiren bir risk etmeni olduğu söylenebilir. Örneğin, sanayileşmiş büyük kentlerde yapılan bazı araştırmalarda, statüsü yükselen bireylerin bile, bu hızlı değişim nedeniyle, stres, depresyon ve koroner hastalıklara yakalanma risklerinin yüksek olduğu tespit edilmiştir (Stora,1992:28). Srole’un çalışmasında ise, yukarı doğru sosyal hareketlilik gösterenlerin, daha az ruhsal bozukluk yaşadıklarını, buna mukabil, aşağı doğru sosyal hareketlilik gösterenlerin ise, daha yaygın bir şekilde, ruhsal bozukluk ve karmaşa yaşadıklarını göstermiştir (Srole,1975:499-500). Ayrıca, sürekli başkalarınca belirlenen öznel değerin sosyal hareketlilikle sarsılan bu değişken niteliği, duygusal tutarlılığımızı bozma riski taşır.

Depresyonla, sosyo-ekonomik faktörler arasındaki ilişkiyi inceleyen araştırmalarda, son zamanlara kadar birbirleriyle çelişen bulgular ileri sürülmüştür. Bazı çalışmalarda (1970), depresyonun, yüksek statülü meslek çalışanlarında daha çok görüldüğü ve yoksul ülkelerde, depresyonun pek görülmediği ifade edilmiştir. Örneğin, 1978’de yaptığı çalışmasında, Bebbington, sosyo-demografik etmenlerle, depresyon arasında önemli bir ilişki olmadığını ifade etmiştir. Ancak, bu tür çalışmalar, kültüre özgü farklılıkları dikkate almadığı için bilim çevrelerince ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. (Belek,1993:20). Yakın zamanlarda yapılan çalışmalarda, meslek, gelir, eğitim, statü gibi sosyal sınıfa ait sosyo-ekonomik değişkenlerle depresyon arasında ciddi ilişkilerin olduğu ve yüksek statülü mesleklerde çalışanların, ruhsal açıdan daha sağlıklı olduğu fikri ağır basmaktadır. 1950 yılında, A.B.D.’nin New Haven bölgesinde, sosyolog Hollingshead ve Redlich gelir, aile geçmişi, etnik köken faktörlerini, birbirleriyle karşılıklı ilişkileri bağlamında değerlendirerek yaptıkları bir araştırmada, alt sınıftaki kişilerin, yaşamlarında, ekonomik ve sosyal açıdan olduğu kadar, hukuksal açıdan da oldukça fazla zorlandıklarını ortaya koymuşlardır. Bu iki sosyolog, sonuç olarak, ruhsal hastalık oranlarına bakarak, belirli ruhsal hastalık tiplerinin, belirli sosyal sınıflarda görüldüğünü ileri sürmüşlerdir (Hollingshead,1953:163-169). Benzer şekilde, Karp adlı araştırmacı, yine A.B.D' deki çalışmasında (1996), depresyonun yoksulluk, işsizlik ve düşük eğitim düzeyiyle korelasyon içerisinde olduğunu tespit etmiştir (Cimilli,1997:293). Yine bir başka çalışmada ise, sınıfsal konumun önemli bir parçası olarak değerlendirilen ikamet yerleriyle ruhsal hastalıklar arasındaki ilişkiler araştırılmış ve şehrin yoksul bölgelerinde yaşayan insanların depresyon oranlarının yüksek olduğu tespit edilmiştir (K.Ostler,2001:12).

Bununla birlikte, üst sınıf bireylerinin daha fazla nevrotik olsalar da, alt sınıftaki bireylerden daha az hastaneye yatırıldıkları düşüncesinden hareketle, ruhsal hastalığa ilişkin olarak gözlenen ilişkilerin hastalığın ortaya çıkışından ziyade, hastaneye yatırılma ve tedavi süreciyle ilgili olduğu iddia edilmiş ve bu konuda hastane dışında araştırmalar yapılması gerektiği üzerinde durulmuştur. Ruhsal hastalıkların anlaşılmasında birbirinden farklı bu araştırma sonuçlarının sonucunda sosyal sınıfla, ruhsal hastalıklar arasında üç genel teorik perspektifin ortaya çıktığı görülmektedir. Bunlardan biri, genetik faktörlerin; diğer bazıları ise, sosyal stres görüşünün, ruhsal rahatsızlıklarla sosyal sınıflar arasındaki ilişkilerde, baz alınması gerektiğini ifade etmişlerdir. Bazı düşünürler, bireylerin, genetik yatkınlıkları nedeniyle, ruhsal hastalıklarından ve kişisel özelliklerinden ötürü, alt sosyal sınıfta kaldıklarını ifade ederek, biyolojik paradigmayı ön plana çıkarmaya çalışmışlardır (Cockerham,1992:164-165).

Dohrenwend, genetik seleksiyon ve sosyal sınıf modeli olmak üzere iki alternatif model geliştirerek, bunlardan hangisinin ruhsal hastalıkların nedensel açıklamasında etkili olduğunu tespit etmeye çalışmıştır. Bu modelden ilki, sosyal sınıfların, ruhsal hastalıkların açıklanmasında, belirleyici bir faktör olmadığını ancak, diğer nedenlerle hasta oldukları için alt sınıfta kaldıklarını, bu açıdan bireylerin sosyal hiyerarşide nerede bulunduklarının pek de önemli olmadığını ifade etmektedir (Dressler,1985:11-13). Diğer model ise, düşük sosyal sınıfların, ruh sağlığını olumsuz etkileyecek riskli bir hayatı barındırdığını vurgulamaktadır. Dohrenwend, bu hipotezleri sınamak için farklı etnik gruplarda karşılaştırma metodunu kullanarak yaptığı araştırmasında, psikopatoloji ve sosyal sınıf söylemi arasında nedensel ilişkileri içeren hipotezini destekleyen bulgulara ulaşmıştır. Bu konuda yapılan son incelemelerin de, Dohrenwend’in hipotezini destekleyen sonuçlarla uyumlu olduğu ifade edilmektedir (Link,1993:1352-1356).

Alt sınıftaki ruhsal hastalık risklerinin diğer sosyal sınıflardan çok daha fazla olacağı varsayımının test edilmesi amacıyla kriz dönemlerinin sosyal sınıflar üzerindeki etkilerini değerlendiren çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Bununla ilgili olarak, A.B.D.‘de, ruhsal hastaların hastanelere başvuru oranlarıyla, kötü seyreden ekonomik göstergeler arasındaki ilişkileri ele alan Brenner, yaptığı çalışmalarda, ekonomik düşüşlerin, stres ve ruhsal hastalık riskini arttırdığını ileri sürmüştür. Brenner, ekonomik düşüşlerin, bireylerin sosyal rollerini yerine getirmelerine engel olduğunu ve bu nedenle, A.B.D. gibi ekonomik ağırlıklı bir toplumda, parasal sorunların stres ve ruhsal rahatsızlıklara yol açtığını ileri sürmüştür (Brenner,1973:113-114).​
Yaşanan zorlukların, ekonomik sorunların, alt sınıfları daha fazla etkilediği düşüncesinden hareketle ekonomik sorunlarla bu gruplardaki ruhsal hastalıklar arasındaki ilişkileri irdeleyen bir diğer araştırma da, A.B.D.’de “büyük depresyon” adı verilen, 1929 yılı ekonomik krizinden hemen sonra, Chicago’da, Faris ve Dunham tarafından yapılmıştır. Faris ve Dunham bu çalışmalarının soncunda, slum bölgelerinde yaşayan alt sosyal sınıflarda, daha çok şizofrenik hasta olduğunu ortaya koymuşlardır. Bu iki araştırmacı, inceledikleri kişilerin, bu düşük konumlarının ve yoksulluklarının, onların sosyal ilişkilerden izole olmalarına ve böylece, şizofreninin münzeviliğini andıran temel kişiliğinin ve ruhsal pozisyonunun oluşmasına neden olduğunu ifade etmişlerdir (Dunham,1977:151). Ekonomik göstergelerle, ruhsal sorunlar arasındaki ilişkileri konu edinen bu tür çalışmalar, özellikle, 1960’lı yıllardan itibaren, çeşitli istatistiksel çalışmalar kullanılarak, yapılmaya çalışılmıştır. Bu konuda, beyaz erkekler arasındaki intihar oranlarıyla, birtakım ekonomik göstergeler arasındaki ilişkileri göstermeye çalışan Pierce, borsa göstergelerindeki değişmelerin, intihar oranları üzerindeki etkilerini ele aldığı araştırmasında, yukarı veya aşağı doğru ekonomik dalgalanmaların, insanların birbirleriyle olan ilişkilerini ve bağlılıklarını azaltarak, intihar oranlarını arttırdığını bulgulamıştır (Cockerham,1992:114).​

Yine, sosyolog Ralph Catalano ve David Dooley gibi, ekonomik değişmelerle, zihinsel rahatsızlıklar arasındaki ilişkileri araştırmakla meşgul olan M.Harvey Brenner de, 127 yıl gibi uzun bir zaman dilimini inceleyerek, bu süreç içerisindeki istihdam oranlarıyla, akıl hastanesi kayıtlarını karşılaştırmıştır. Brenner, bununla ilgili olarak ileri sürdüğü iki hipotezinden birinde, bazı bireylerin, ruhsal anlamda, hassas olduklarını varsayarak, ekonomik krizlerin, bu bireylerin sahip oldukları ruhsal yatkınlıkları üzerinde, tetikleyici bir etki yaptığını, bir anlamda, onların ruhsal hastalıkları üzerindeki örtüyü kaldırdığını belirtir. Diğer hipotezinde ise, Brenner, daha önceki yaşamlarında, hastalığa bir yatkınlıkları olmadıkları halde, bireylerin, ekonomik krizlerin etkisiyle, aşağı doğru bir sosyal hareketlilik sonucunda, incinebilir, bir noktaya gelerek, ruhsal hasta haline geldiklerini belirtir. Çünkü, ona göre, sınıfsal pozisyonlarını kaybederek, aşağı doğru bir sosyal sınıfa kayanlar, diğer insanlara kıyasla, daha fazla stresli olaylarla karşılaşırlar. Nitekim, Brenner, yapmış olduğu araştırmasında, ruhsal sağlık merkezine başvuran alt sınıf insanlarının, sosyo-ekonomik durumları iyi olanlardan, iki kat daha fazla olduğunu göstermiştir (Brenner,1973:117). Sonuçta, bu araştırmada ekonomik krizlerin, bireylerin ruhsal hastalıklarında, provokatif bir etken olduğu varsayımı araştırılmasına rağmen, ulaşılan bulguların, depresyonda, ekonomik krizlerin, nedensel bir etken olduğu ortaya çıkmıştır.

Ekonomik krizler anında, insanların daha hoşgörüsüz olduklarını, bunun da ruhsal sıkıntıların ortaya çıkmasında etkili olduğunu belirten Brenner, bu tür anlarda, ruhsal sıkıntı çekenlere karşı, daha toleranssız davranıldığını ileri sürerek, hoş görüsüz davranışlarla, ekonomik krizlerin birbirleriyle karşılıklı etkileşim içerisinde ve birlikte artarak ruhsal sorunlar üzerinde belirleyici olduğunu göstermiştir (Brenner,1973:117). Ancak, Brenner, alt sınıftakiler kadar, orta sınıfa mensup olanların da, ekonomik krizler anında, sahip oldukları yetersiz kaynaklar nedeniyle, ciddi streslerle karşı karşıya kalacaklarını belirterek, ekonomik krizlerin, cüzdanlara olduğu kadar, zihinlere de zarar verdiğini belirtir.

Yine, kişilerin ruhsal sağlıklarıyla, ekonomik sarsıntı ve değişmeler arasındaki ilişkileri ele alan bir başka çalışmada, Catalano ve Dooley, işsizlik ve az düzeyde de olsa, enflasyonla, bu iki sorunun neden olduğu stresli yaşantılara, moral bozukluğuna dikkat çekerek ekonomik-sosyal sorunlarla depresyon arasında, önemli ilişkiler olduğunu bulgulamışlardır. Bu çalışmada, ekonomik krizlerin veya düşüşlerin, Brenner’in dediği gibi, sadece provakatif bir etken olmadığı aynı zamanda, doğrudan doğruya, ruhsal hastalıkları belirleyen bir baskı unsuru olduğu bulgulanmıştır (Marshall vd.,1982:843-854).
 
Üst