Fâtiha Sûresi
Nüzûl
Mushafta birinci, nüzûl sıralamasında 5. sûredir. Hz. Muhammedin peygamberliğinin ilk yıllarında Mekkede nâzil olduğu hususunda ittifak vardır. Kaynaklarda nüzûl sebebiyle ilgili özel bir olay yoktur. Kuranın hem bir mukaddimesi hem de özeti gibidir. Ayrıca her müminin kıldığı namazın bütün rekatlarında rabbi ile konuşurcasına okuması ve bu sayede Ona yaklaşması murat edilmiştir.
Adı/Ayet Sayısı
Kuran ilimlerine dair kaynaklarda birden fazla adı vardır; ancak bunlardan Fâtiha, es-Sebul-mesânî, Ümmül-kitâb adları hadislerde geçmektedir (bk. Buhârî, Tefsîr, 1, Ezân, 109; Tirmizî, Salât, 183). Fâtiha ilk, evvel, başlangıç demektir. Bütün olarak gelen ilk sûre olduğu, Kurân-ı Kerîmi okumaya ve yazmaya onunla başlandığı için bu adı almıştır. Fâtiha sûresinden önce gelen (nâzil olan) âyetler, ait oldukları sûrelerin parçalarıdır ve bu sûrelerin nüzûlü Fâtihadan sonra tamamlanmıştır. es-Sebul-mesânî ikilenen, tekrarlanan yedi demektir. Bu sûre yedi âyetten oluştuğu ve namazda en az iki kere okunduğu ya da her rekatta ona bir başka sûre veya birkaç âyet eklendiği için bu ismi almıştır. Ümmül-kitâb kitabın aslı, temeli, anası demektir. Bazı hadislerde Ümmül-Kurân (Kuranın anası) şeklinde ifade edilmiştir. Fâtiha sûresine bu ismin verilmesi, yukarıda işaret edilen ve az sonra açıklanacak olan içeriği sebebiyledir. Fâtihanın yedi âyetli bir sûre olduğunda görüş birliği vardır. Bu yedi âyetin sayımı, besmelenin Fâtiha sûresine dahil bir âyet olup olmadığı konusundaki görüş ayrılığı sebebiyle farklı olmuştur. Mekke ve Kûfeli kıraat âlimlerine (kurrâ) göre besmele Fâtihaya dahil bir âyettir, el-hamdü ile başlayan ise ikinci âyettir. Medine, Basra ve Şam kurrâsına göre besmele Fâtihaya dahil bir âyet değildir, el-hamdü... birinci âyettir. Bu konuya besmelenin tefsirinde tekrar dönülecektir. Besmeleyi Fâtihadan saymayanlara göre enamte aleyhimden sonrası ayrı bir âyettir ve yedi rakamı böyle tamamlanmaktadır.
Fazileti
Gerek yalnızca elhamdülillâh vb. şeklinde ifade edilen hamdin ve gerekse bütünüyle Fâtiha sûresinin değeri ve müminin dinî hayatındaki yeri hakkında birçok sahih hadis bulunmaktadır: Zikrin en üstünü lâ ilâhe illallah, duanın en yücesi elhamdülillâhtır (Tirmîzî, Duâ, 9). Allaha hamd ile başlamayan her önemli işin sonu güdüktür (İbn Mâce, Nikâh, 19). Allahın resulü, Ebû Saîd b. Muallâ isimli sahâbîye, Kurân-ı Kerîmdeki en büyük sûreyi mescidden çıkmadan bildireceğini ifade buyurmuş, sonra da bunun Fâtiha olduğunu açıklamıştır (Buhârî, Fezâilül-Kurân, 9).Yine birçok sahih hadiste Fâtiha sûresinin şifa özelliği ile ilgili açıklamalar yapılmıştır (meselâ bk. Buhârî, Fezâilül-Kurân, 9).
Ayet
Bismillahirrahmânirrahîm ﴾1﴿
Tefsir
Eûzü veya istiâze diye bilinen bu cümle, bu şekliyle bir âyet olmadığı için mushafa yazılmamıştır. Kuran okuyacağın vakit o kovulmuş şeytandan Allaha sığın (Nahl 16/98) şeklinde buyurulduğu için Kuran okumaya başlayanlar, besmeleden önce eûzü... ifadesini okumak suretiyle bu emri yerine getirmektedirler. Asıl adı İblîs olan şeytan, Allahın Âdeme secde et! emrine uymadığı, kendisinin daha üstün olduğunu ileri sürerek emre karşı geldiği için meleklerin vatanından (melekût âlemi) kovulup sürgün edilmiş; o da imtihan dünyasında Allahın kullarını, Onun yolundan ve rızâsından ayırmak için uğraşmayı kendine vazife edinmiştir (Arâf 7/11-17). Şeytan, kendine uyan diğer cinleri ve insanları da kullanarak vazifesini yapmaya çalışmaktadır (Enâm 6/112). Ancak Allaha iman eden, Ona dayanan ve güvenen müminlere şeytanın zarar veremeyeceği ve onlara hükmünün geçmeyeceği ilgili âyetlerde açıklanmıştır (Nahl 16/98-100). Yukarıda meâli zikredilen âyet (16/98) sebebiyle Kuran okumaya başlayanlar eûzü çekerler. Ancak bunun hükmü konusunda farklı görüş ve yorumlar vardır. Bazı müctehidlere göre emir kipi kullanıldığı için eûzü çekmek farzdır. Müctehidlerin çoğunluğuna göre ise bu bir tavsiye emridir, eûzü çekmek farz değil menduptur, teşvik edilmiştir ve güzel bulunmuş bir davranıştır. Şeytanın insandan en uzakta olması gereken zaman olan Kuran okuma halinde bile okumaya başlarken eûzü çekmek tavsiye edildiğine göre diğer işlere başlarken bunu yapmanın daha da gerekli olacağı anlaşılmaktadır. Kötülüğe karşı bile iyilik yaparak insanlardan gelecek belâyı defetmek, eûzü çekerek de şeytandan gelecek olan vesvese ve kışkırtmayı kendilerinden uzaklaştırmak Kuranın, müminlere tavsiyeleri arasında yer almıştır (bk. Müminûn 23/96-98). Eûzü, bir yandan böyle maddî ve mânevî şerleri, kötülükleri defetmeye ilâç olurken diğer yandan kulun imtihan şuurunu tazelemekte, insanın ulvî yönü ile süflî yönü arasında ömür boyu sürüp giden ve onu geliştirmeyi, olgunlaştırmayı sağlayan mücadelede uyanık ve tedbirli olmayı telkin etmektedir. 1. Sûrelerin başında bulunan besmele cümlelerinin, Kurân-ı Kerîmin mushaflarda ilk defa toplanmasından itibaren yazılageldiği, aynı dönemde Kurana dahil olmayan hiçbir şeyin mushafa yazılmadığı dikkate alınırsa aksine görüşler bulunmasına rağmen her sûrenin başındaki besmeleyi, sûrenin âyet sayılarına dahil olmayan ayrı bir âyet olarak kabul etmek gerekmektedir. Hanefî fıkıhçılarının görüşleri de böyledir (Cessâs, Ahkâmül-Kurân, I, 12). İmam Şâfiî Fâtiha sûresinin başındaki besmeleyi bu sûreden bir âyet olarak kabul etmiştir. Diğer sûrelerin başlarındaki besmeleler konusunda kendisinden iki farklı görüş nakledilmiş, her sûreye dahil bir âyet sayılması görüşü ona ait olması yönünden daha sahih bir rivayet olarak kaydedilmiştir. Ebû Hanîfeye göre besmeleler sûrelerin başında ayrı âyetler olduğu için namazda yalnızca Fâtihadan önce sessiz olarak okunur, Fâtihayı takip eden ve zamm-ı sûre denilen sûre ve âyetlerden önce ise besmele okunmaz. Besmele dilimize genellikle Rahmân ve rahîm olan Allahın adıyla şeklinde çevrilmektedir. Bu cümlede zikredilmeyen fakat her besmele okuyanın başlayacağı işe göre niyetinde bulunan ... okuyorum, başlıyorum, yapıyorum, yiyorum gibi bir yüklem vardır. Allahın adıyla yemek, okumak ifadesinden Türkçede yenen ve okunanın Allahın adıyla birlikte yenildiği veya okunduğu anlaşılır. Bu mâna kastedilmediğine göre maksadı doğru anlatabilmek için besmeleyi Rahmân ve rahîm olan Allah adına, ... adını anarak, ... Allahtan yardım dileyerek ... şekillerinde çevirmek de uygun olur. Kul herhangi bir davranışta bulunurken, önemli bir işe teşebbüs ederken önce eûzü çekerek muhtemel olumsuz etkileri defetmekte sonra da besmeleyi okuyarak kendinin tek başına yeterli olmadığını, başarı ve gücün ancak Allahtan gelebileceğini, Allahın yeryüzünde halife kıldığı bir varlık olarak Onun mülkünde, Onun adına tasarrufta bulunduğunu, asıl mâlik ve hâkim olan Allahın koyduğu sınırları aşarsa emanete hıyanet etmiş olacağını... peşinen kabul etmekte ve bundan güç almaktadır. Burada tevhid cümlesinin mânası da üstü kapalı olarak mevcuttur. Zira nasıl ki tevhid cümlesinde lâ ilâhe denilerek önce bütün sahte tanrılar zihinlerden siliniyor, sonra da illallah ifadesiyle hakiki, tek, eşi ve benzeri bulunmayan Tanrı (Allah) kalbe ve zihne yerleştiriliyorsa, eûzü besmele çekildiğinde de önce kulluk ilişkisine engel olan kirli çevre temizleniyor, sonra da bu ilişkinin en uygun anahtarı kullanılmış, doğru kapılar açılmış, sağlıklı bağ kurulmuş oluyor. Allah yerine tanrı, rahmân yerine esirgeyen, rahîm yerine de bağışlayan kelimelerinin kullanılması bu isimlerin anlamlarını tam olarak karşılamaz. Çünkü Allah ismi, bu isme hakkıyla lâyık olan tek, eşsiz, benzersiz, bütün kemal sıfatlarına sahip ve eksikliklerden uzak, varlığı zaruri (olmazsa olmaz), yokluğu düşünülemez olan yüce zâta mahsustur, bu sıfatları taşımayan hiçbir varlığa Allah denemez. Halbuki insanların uydurdukları, kendilerine göre bazı nitelikler yükledikleri mâbudlara tanrı denebilir. Başka bir deyişle tanrı kelimesi Allah için de kullanılabilir, halbuki Allah ismi Ondan başka hiçbir varlık için kullanılamaz ve Arap dilinde de kullanılmamıştır. Kuran dilinde rahmân sıfat-ismi de Allaha mahsustur, başka hiçbir varlık için kullanılmamıştır. Rahmân en uzak geçmişe doğru bütün yaratılmışlara sonsuz ve sınırsız lutuf, ihsan, rahmet bahşeden demektir. Rahmân, rahmetiyle muamele ederken buna mazhar olan varlığın hak etmesine, lâyık olmasına bakmaz, bu sıfatın tecellisi yağmur gibi her şeyin üzerine yağar, güneş gibi her şeyi ısıtır ve aydınlatır. Rahîm çok merhametli, rahmeti bol demek olup bu sıfatla kullar da nitelenebilir. Allahın rahîm sıfat-ismi Onun, daha ziyade kullarının gelecekte elde etmek üzere hak ettikleri, lâyık oldukları sınırsız rahmetini, lutuf ve merhametini ifade etmektedir. Esirgemek ve bağışlamak bu sonsuz, engin ve etkisi çeşitli rahmetin ancak bir parçası, etkilerinin yalnızca bir çeşididir.
Ayet
Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah'a mahsustur. ﴾2﴿
Tefsir
Dilimizde övme ve teşekkür etme, Arapçada medih ve şükür kelimelerinin hamd kelimesine yakın mânaları bulunmakla birlikte bunlar arasında birtakım ince farklar da vardır. Methetme (övme) bir iyilik ve güzellik karşısında yapılır; bu iyilik ve güzelliğin sahibi, kendisinin bunda iradesi ve etkisi olsun olmasın methedilebilir. Kişi kendi iradesinin eseri olmayan güzelliği sebebiyle övüldüğü gibi cömertlik ve cesaret gibi erdemlerinden dolayı da övülür. Halbuki hamd ancak irade ve istekle hâsıl olan iyilik ve güzellik karşısında yapılır. Şükür ve teşekkür isteyerek yapılmış (ihtiyarî) bir iyilik ve ihsana karşı dille veya başka şekillerde uygun mukabelede bulunmaktır. Bu, hem Allahtan hem de insanlardan gelen iyilikler karşılığında yerine getirilmesi beklenen ahlâkî bir ödevdir. Hamdetmek de dil ile yapılır; hamdolsun, elhamdülillâh... denir, ancak bunun sebebi yalnızca nimet ve ihsan değil, irade ve ihtiyara dayalı bütün güzellik ve iyiliklerdir. Bu mânada hamd yalnızca Allaha mahsustur. Çünkü başkalarına ait olan iyilik ve güzellikler, gerçek ve kâmil mânasıyla onların isteklerine bağlı değildir. İnsanların kendi isteklerine bağlı iyilik ve güzelliklerde Allahın da iradesi vardır. Onların irade ve isteklerine bağlı olmayan iyilik, güzellik ve hizmetler ise doğrudan yaratıcının, fıtrat ve özellikleri takdir edip yaratarak insanlara bahşeden kudretin eseridir. Dolayısıyla bu mânada hamdin tamamı Allaha mahsustur, Ona aittir. Âlem maddî ve mânevî, görülen ve görülemeyen, dünyada ve âhirette Allah Teâlânın yarattığı her şeydir. Görülen, hissedilen, insan bilgisinin ulaşabildiği maddî varlıklara mülk ve şehâdet âlemi, madde ötesi varlıklara da gayb ve melekût âlemi denilir. Gayb ve melekût âleminin tek sahibi Allahtır. Mülk ve şehâdet âleminin ise gerçek sahibi Allah olmakla beraber görünürde ve mecazen başka sahipleri de olabilir. Vahiy yoluyla gelen bilgilere göre şehâdet ve mülk âlemi, gayb ve melekût âlemine nisbetle denizden bir damla, sahradan bir kum tanesi kadardır. Günümüze kadar insan bilgisinin ulaşabildiği uzay akıllara hayret verecek büyüklüktedir. Fakat bu büyüklük gayb âleminin yanında bir kum tanesi kadar kaldığına göre gayb âleminin azametini akıl terazisi çekemez. Konuya bu açıdan bakıldığında evrenin büyüklüğüne ve ondaki düzenin inceliklerine dair ulaşılan her yeni bilgi, Allahın insana bahşettiği aklın nerelere kadar ulaşabileceğini ortaya koymasının yanında, erişeceği sırların enginliğini tasavvur edebilmesi için bir ölçü de oluşturmaktadır. Şu halde gayb âleminin bu büyüklüğü iman ve irfanla kavranmakta, oradan da bütün âlemlerin rabbi (sahibi, mâliki, takdir edip yaratanı, koruyanı, geliştireni) olan Allahın azamet ve büyüklüğü karşısında kula yakışan hayret haline ulaşılmakta; bu azamet karşısında kul secdeye kapanınca onun hayret hali, huzur, güven, sevgi, yakınlık ve tatmine dönüşmektedir. Rab kelimesi tek başına söylendiği zaman bundan yalnızca Allah kastedilir, Onun güzel isimlerinden biridir, sahiplik ve terbiye edicilik özelliğini ifade eder. Bu kelime rabbüd-dâr (ev sahibi) gibi tamlama şeklinde başkaları için de kullanılır.
Ayet
Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah'a mahsustur. ﴾3﴿
Tefsir
Rahmân ve rahîm.
Ayet
Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah'a mahsustur. ﴾4﴿
Tefsir
Ödül ve ceza (din) gününün hâkimi diye çevirdiğimiz tamlamada geçen mâlik malın, mülkün sahibi demektir. Kıraat âlimlerince hükümdar, iktidar sahibi anlamında melik şeklinde de okunmuştur. İnsanlar için kullanıldığında mâlik ile melik arasında güç, yetki ve tasarruf hakkı bakımlarından önemli farklar vardır. Mal ve mülkün sahibi (mâlik) kişinin başkalarına hükmü geçmez, başkalarına hükmü geçen hükümdar (melik) ise her malın ve mülkün sahibi değildir. Allah Teâlâ hakkında mâlik ve melik sıfatları kullanıldığı zaman mâna çerçevesinde bir eksiklik olamaz; çünkü O hem âlemlerin sahibidir hem de herkese ve her şeye hükmü geçer; Onun iktidarı üstünde bir iktidar tasavvur bile edilemez. Melik Onun zâtına, mâlik ise fiiline ait sıfatlardır. Ödül ve ceza (din) gününün âhiretteki hesaba çekme ve hüküm verme günü olduğu, bunu açıklayan başka âyetlerden anlaşılmaktadır (meselâ bk. İnfitâr 82/17-19). Allah Teâlâ bütün zamanlarda ve zaman kavramına bağlı olmaksızın mutlak hâkim, sahip, melik ve mâliktir. Ancak Allah Teâlâ dünya hayatında, imtihan için kullarına da sahiplik ve iktidar vermiş; imanı olduğu halde gaflet içinde bulunan kimseler zaman zaman da olsa Allahın sahipliği ve iktidarının bilincinde olmaya özen göstermemişler; imanı olmayanlar ise bunun şuurundan tamamen yoksun kalıp inkâr etmişlerdir. Âhiret âleminde kulun, bu görünürdeki ve geçici iktidarı da ortadan kalkacağı için Allahın melik ve mâlik sıfatı bütün azametiyle ortaya çıkacak, belli olacaktır. Bunun için âhirette O, gerçekte ve görünürde melik ve mâliktir.
Ayet
(Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. ﴾5﴿
Tefsir
Besmeleden buraya kadar kendisi ve sıfatları, kulları ve kâinat ile kesintisiz ilişkisi, dünya hayatının sonu ve hesap günü hakkında önemli açıklamalar yapan Allah Teâlâ, bunları iman içinde dinleyip anlayan ve şuuruna yerleştiren kullarında hâsıl olacak duygu ve düşünceye, davranış biçimine tercüman olarak Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz buyuruyor. Şu halde yukarıda sıralanan eşsiz ve benzersiz sıfatlar Allaha mahsus olduğuna göre ibadetin ve yardım dilemenin Ona özgü kılınması da kul açısından tabii hale gelmektedir. İbadet kulluk ve tapınma olarak anlaşılmıştır. Bu kavramın içinde kâmil mânada sevgi, korku ve boyun eğme vardır; bu üç tavır ve duygunun birlikteliği ibadetin temelini oluşturur. İnsanların yaratılış gayesi ibadettir; ancak onlar buna mecbur tutulmamışlardır; yani terim anlamıyla ibadet, iradeye bağlı olmayan hareketler ve oluşlar gibi hâsıl olmamakta; ilâhî emri kul, dünya hayatında bir imtihan olarak serbest iradesiyle yerine getirmekte veya ihmal etmektedir. Dünyanın bütün nimetleri ve imkânları insanın, insanca (yalnız Allaha kulluk ederek) yaşaması için verilmiş araçlardır. Bunları amaçlarına uygun olarak kullanmayanlar nimetin kıymetini bilmemiş ve israfa sapmış olurlar. İnsanın sınırlı gücü ve iradesi her zaman maddî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamaya ve kendisinden beklenenleri yerine getirmesine yeterli olmamaktadır. Bu sebeple insanlar hem diğer insanlardan hem de insan üstü güçlerden yardım istemeye ve almaya kendilerini mecbur hissetmişlerdir. Fakat onların bu iki kaynaktan yardım istemek ve almak için tuttukları yollar, benimsedikleri sistem ve usuller, ilâhî irşada kulak asmadıkları zamanlarda şirke ve bedbahtlığa düşmelerine sebep olmuş; dolayısıyla birçok bâtıl din, işe yaramaz sistem ortaya çıkmıştır. Bu âyet, ibadet ederken ve yardım isterken yöneleceğimiz doğru adresi bize göstermekte ve tevhidi (bir Allaha ibadeti, sığınmayı ve yönelmeyi) getirmektedir. Âyette ederim, dilerim yerine ederiz, dileriz şeklinin seçilmiş olması tevhid ehli müminlerin bir bütün teşkil ettiklerini, bu sebeple Sen ben değil, biz varız ilkesi doğrultusunda hareket etmelerini, ferttoplum arasındaki dengeyi korumalarını işaretlemektedir. Burada bizi oluşturan bağ imandır, bir Allaha kulluktur; Allahın kulları! Kardeş olun (Buhârî, Nikâh, 45; Müslim, Birr, 23, 28-32) meâlindeki hadis de bu mânaya açıklık getirmektedir. Müminler kardeşçe yardımlaşırlar, fakat kimin elinden gelirse gelsin gerçekte her nimetin Allahtan geldiğini, O dilemedikçe kimsenin bir şey veremeyeceğini bilirler.
Ayet
Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil. ﴾6﴿
Tefsir
İnsanlar maddî ve mânevî hayatlarını düzenlerken doğrunun yanında yanlış da yapmışlar; hatalı, çıkmaz, saptırıcı yollara da yönelmişlerdir. Sapmanın ve yanılmanın baş sebebi insanın kendini yeterli sanması, bilgi ve güç almak için Allaha yönelmeyi reddetmesidir. Gerçek şu ki insan, kendini kendine yeterli görerek ille de azgınlaşmaktadır! Oysa (kuldaki) her şey yalnız rabbine aittir (Ona dönecektir) (Alak 96/6-8). Bize doğru yolu göster duası aynı zamanda rabbin, kullarına bir irşad ve uyarısıdır; eğer insan kendine yeterli olsaydı, doğru yolu görmesi ve bulması için bir başkasına ihtiyacı olmazdı. Yaratıcı bu tâlimatı verdiğine göre kula düşen, ilâhî irşada kulak vermek, insanî bilgi ve kabiliyetlerini bu irşad doğrultusunda kullanarak her adımını doğru atması için Onun tarafından sağlanan imkânları gerektiği gibi kullanmaktır. Doğru yol (sırât-ı müstakîm) İslâmdır. Allahın peygamberleri ile kullarına gönderdiği dinlerin genel adı da İslâmdır. Yaratan ile yaratılan, Allah ile kul, akıl ile vahiy, hürriyet ile cebir, haksızlık ile adalet, iyi ile kötü... ancak İslâmda yerli yerine konmuş, doğru ilişkiler ve dengeler kurulmuş, kurulma yolları gösterilmiştir. Hadiste yer alan bir örnekle açıklanacak olursa dosdoğru bir yol, yolun iki tarafında iki duvar, duvarlarda açılmış perdeli kapılar ve yolun başında da bir çağırıcı var ve o, Ey insanlar! Hepiniz doğru yola giriniz, dağılıp parçalanmayınız! diye sesleniyor. Birisi perdeli kapılardan birine girmek istediğinde yukarıdan bir başka çağırıcı sesleniyor: Sakın o perdeyi kaldırma! Kaldırırsan girer gidersin! (Müsned, IV, 182-183; Şevkânî, I, 20). Bu örnekteki yol İslâmdır, duvarlar Allahın koyduğu sınırlardır, kapılar haramlardır, yolun başındaki çağırıcı Allahın kitabıdır, yukarıdaki çağırıcı ve uyarıcı, her müminin kalbindeki ilâhî öğütçüdür. Böylece İslâmda vahiy, vicdan ve akıl birlikte işletilerek doğru yol bulunmaktadır. Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır, Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Ayet
Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil. ﴾7﴿
Tefsir
Burada tarihe bir atıf yapılarak yolun doğrusu ve eğrisi hakkında bir başka ölçüt ve delil daha verilmektedir. İslâm yalnızca Allah kitabında böyle buyurduğu için doğru yol değildir, aynı zamanda tarih boyunca ilâhî irşadı reddedenlerin tecrübeleri de doğru yolun İslâm olduğunu göstermektedir. Bu sebeple doğru yolu arayanlar ve üzerinde bulundukları yolun sağlamasını yapmak isteyenler, dönüp tarihe bakmak, gerçek mutluluğu bulanlarla sapanlar ve Allahın gazabına uğrayanların yol ve yöntemlerini incelemek durumundadırlar. Tarihte hem örnekler hem de ibretler vardır. Örnekler, peygamberlerin izlerinden giden fert ve ümmetlerde, ibretler ise onlara cephe alan ve Cenâb-ı Hakka meydan okuyanlarda görülmektedir. Bazı rivayetlerde sapanların hıristiyanlar, ilâhî gazaba uğrayanların da yahudiler olarak açıklanması (meselâ bk. Müsned, IV, 378; Tirmizî, Tefsîr, 2), yalnızca zaman ve mekân itibariyle yakın birer örnek olmalarından dolayıdır. Müslimin rivayet ettiği bir kutsî hadiste (bk. Salât, 38) Allah Teâlânın, Namazı (Fâtihayı) kulumla kendi aramda yarı yarıya paylaştım ve kulum dilediğini alacaktır buyurduğu ifade edildikten sonra şöyle devam edilmiştir: Kul (namazda Fâtihayı okurken) Hamd âlemlerin rabbi Allaha mahsustur deyince Allah, Kulum bana hamdetti buyurur. Kul rahmân ve rahîm deyince Allah, Kulum beni övdü der. Ceza gününün tek sahibi deyince Kulum benim yüceliğimi dile getirdi der. Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz deyince Bu, kulumla benim aramda ortak olan kısımdır ve istediği kulumun olacaktır buyurur. Kul Bizi dosdoğru yola ilet; nimetine erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğramışların yoluna da, doğrudan sapmışların yoluna da değil! deyince Allah, İşte bu, yalnızca kuluma aittir ve kuluma istediği verilecektir buyurur. Duamızı kabul buyur, böyle olsun, bizi eli boş çevirme mânasına gelen âmin sözü, dilleri ne olursa olsun bütün müslümanların, hatta semavî din mensuplarının ortak ifadeleri haline gelmiştir. Bu cümle Fâtiha sûresine dahil olmadığı gibi âyet de değildir. Birçok hadiste Resûlullahın Fâtihadan sonra âmin dediği ve böyle denilmesini öğütlediği ifade edilmiştir (meselâ bk. Müslim, Salât, 72-76). Namazda veya namaz dışında Fâtihayı okuyan veya dinleyen kimse, sûrenin sonunda âmin deyince aynı zamanda meleklerin de âmin dedikleri, hem şehâdet hem de gayb âlemlerinde aynı anda dile getirilen bu duanın Allah tarafından kabul buyurulacağı hadislerde açıklanmıştır (bk. Buhârî, Ezân, 112-113; Müslim, Salât, 72-76). Yine sahih hadisler, Fâtiha sesli okunduğunda âmin duasının da sesli yapılacağı bilgisini getirdiği için fıkıh mezheplerinin çoğu bunu benimsemişlerdir (Şevkânî, Neylül-evtâr, II, 229-232). Hanefîlere göre bu cümle namazda daima sessiz söylenir.
Nüzûl
Mushafta birinci, nüzûl sıralamasında 5. sûredir. Hz. Muhammedin peygamberliğinin ilk yıllarında Mekkede nâzil olduğu hususunda ittifak vardır. Kaynaklarda nüzûl sebebiyle ilgili özel bir olay yoktur. Kuranın hem bir mukaddimesi hem de özeti gibidir. Ayrıca her müminin kıldığı namazın bütün rekatlarında rabbi ile konuşurcasına okuması ve bu sayede Ona yaklaşması murat edilmiştir.
Adı/Ayet Sayısı
Kuran ilimlerine dair kaynaklarda birden fazla adı vardır; ancak bunlardan Fâtiha, es-Sebul-mesânî, Ümmül-kitâb adları hadislerde geçmektedir (bk. Buhârî, Tefsîr, 1, Ezân, 109; Tirmizî, Salât, 183). Fâtiha ilk, evvel, başlangıç demektir. Bütün olarak gelen ilk sûre olduğu, Kurân-ı Kerîmi okumaya ve yazmaya onunla başlandığı için bu adı almıştır. Fâtiha sûresinden önce gelen (nâzil olan) âyetler, ait oldukları sûrelerin parçalarıdır ve bu sûrelerin nüzûlü Fâtihadan sonra tamamlanmıştır. es-Sebul-mesânî ikilenen, tekrarlanan yedi demektir. Bu sûre yedi âyetten oluştuğu ve namazda en az iki kere okunduğu ya da her rekatta ona bir başka sûre veya birkaç âyet eklendiği için bu ismi almıştır. Ümmül-kitâb kitabın aslı, temeli, anası demektir. Bazı hadislerde Ümmül-Kurân (Kuranın anası) şeklinde ifade edilmiştir. Fâtiha sûresine bu ismin verilmesi, yukarıda işaret edilen ve az sonra açıklanacak olan içeriği sebebiyledir. Fâtihanın yedi âyetli bir sûre olduğunda görüş birliği vardır. Bu yedi âyetin sayımı, besmelenin Fâtiha sûresine dahil bir âyet olup olmadığı konusundaki görüş ayrılığı sebebiyle farklı olmuştur. Mekke ve Kûfeli kıraat âlimlerine (kurrâ) göre besmele Fâtihaya dahil bir âyettir, el-hamdü ile başlayan ise ikinci âyettir. Medine, Basra ve Şam kurrâsına göre besmele Fâtihaya dahil bir âyet değildir, el-hamdü... birinci âyettir. Bu konuya besmelenin tefsirinde tekrar dönülecektir. Besmeleyi Fâtihadan saymayanlara göre enamte aleyhimden sonrası ayrı bir âyettir ve yedi rakamı böyle tamamlanmaktadır.
Fazileti
Gerek yalnızca elhamdülillâh vb. şeklinde ifade edilen hamdin ve gerekse bütünüyle Fâtiha sûresinin değeri ve müminin dinî hayatındaki yeri hakkında birçok sahih hadis bulunmaktadır: Zikrin en üstünü lâ ilâhe illallah, duanın en yücesi elhamdülillâhtır (Tirmîzî, Duâ, 9). Allaha hamd ile başlamayan her önemli işin sonu güdüktür (İbn Mâce, Nikâh, 19). Allahın resulü, Ebû Saîd b. Muallâ isimli sahâbîye, Kurân-ı Kerîmdeki en büyük sûreyi mescidden çıkmadan bildireceğini ifade buyurmuş, sonra da bunun Fâtiha olduğunu açıklamıştır (Buhârî, Fezâilül-Kurân, 9).Yine birçok sahih hadiste Fâtiha sûresinin şifa özelliği ile ilgili açıklamalar yapılmıştır (meselâ bk. Buhârî, Fezâilül-Kurân, 9).
Ayet
Bismillahirrahmânirrahîm ﴾1﴿
Tefsir
Eûzü veya istiâze diye bilinen bu cümle, bu şekliyle bir âyet olmadığı için mushafa yazılmamıştır. Kuran okuyacağın vakit o kovulmuş şeytandan Allaha sığın (Nahl 16/98) şeklinde buyurulduğu için Kuran okumaya başlayanlar, besmeleden önce eûzü... ifadesini okumak suretiyle bu emri yerine getirmektedirler. Asıl adı İblîs olan şeytan, Allahın Âdeme secde et! emrine uymadığı, kendisinin daha üstün olduğunu ileri sürerek emre karşı geldiği için meleklerin vatanından (melekût âlemi) kovulup sürgün edilmiş; o da imtihan dünyasında Allahın kullarını, Onun yolundan ve rızâsından ayırmak için uğraşmayı kendine vazife edinmiştir (Arâf 7/11-17). Şeytan, kendine uyan diğer cinleri ve insanları da kullanarak vazifesini yapmaya çalışmaktadır (Enâm 6/112). Ancak Allaha iman eden, Ona dayanan ve güvenen müminlere şeytanın zarar veremeyeceği ve onlara hükmünün geçmeyeceği ilgili âyetlerde açıklanmıştır (Nahl 16/98-100). Yukarıda meâli zikredilen âyet (16/98) sebebiyle Kuran okumaya başlayanlar eûzü çekerler. Ancak bunun hükmü konusunda farklı görüş ve yorumlar vardır. Bazı müctehidlere göre emir kipi kullanıldığı için eûzü çekmek farzdır. Müctehidlerin çoğunluğuna göre ise bu bir tavsiye emridir, eûzü çekmek farz değil menduptur, teşvik edilmiştir ve güzel bulunmuş bir davranıştır. Şeytanın insandan en uzakta olması gereken zaman olan Kuran okuma halinde bile okumaya başlarken eûzü çekmek tavsiye edildiğine göre diğer işlere başlarken bunu yapmanın daha da gerekli olacağı anlaşılmaktadır. Kötülüğe karşı bile iyilik yaparak insanlardan gelecek belâyı defetmek, eûzü çekerek de şeytandan gelecek olan vesvese ve kışkırtmayı kendilerinden uzaklaştırmak Kuranın, müminlere tavsiyeleri arasında yer almıştır (bk. Müminûn 23/96-98). Eûzü, bir yandan böyle maddî ve mânevî şerleri, kötülükleri defetmeye ilâç olurken diğer yandan kulun imtihan şuurunu tazelemekte, insanın ulvî yönü ile süflî yönü arasında ömür boyu sürüp giden ve onu geliştirmeyi, olgunlaştırmayı sağlayan mücadelede uyanık ve tedbirli olmayı telkin etmektedir. 1. Sûrelerin başında bulunan besmele cümlelerinin, Kurân-ı Kerîmin mushaflarda ilk defa toplanmasından itibaren yazılageldiği, aynı dönemde Kurana dahil olmayan hiçbir şeyin mushafa yazılmadığı dikkate alınırsa aksine görüşler bulunmasına rağmen her sûrenin başındaki besmeleyi, sûrenin âyet sayılarına dahil olmayan ayrı bir âyet olarak kabul etmek gerekmektedir. Hanefî fıkıhçılarının görüşleri de böyledir (Cessâs, Ahkâmül-Kurân, I, 12). İmam Şâfiî Fâtiha sûresinin başındaki besmeleyi bu sûreden bir âyet olarak kabul etmiştir. Diğer sûrelerin başlarındaki besmeleler konusunda kendisinden iki farklı görüş nakledilmiş, her sûreye dahil bir âyet sayılması görüşü ona ait olması yönünden daha sahih bir rivayet olarak kaydedilmiştir. Ebû Hanîfeye göre besmeleler sûrelerin başında ayrı âyetler olduğu için namazda yalnızca Fâtihadan önce sessiz olarak okunur, Fâtihayı takip eden ve zamm-ı sûre denilen sûre ve âyetlerden önce ise besmele okunmaz. Besmele dilimize genellikle Rahmân ve rahîm olan Allahın adıyla şeklinde çevrilmektedir. Bu cümlede zikredilmeyen fakat her besmele okuyanın başlayacağı işe göre niyetinde bulunan ... okuyorum, başlıyorum, yapıyorum, yiyorum gibi bir yüklem vardır. Allahın adıyla yemek, okumak ifadesinden Türkçede yenen ve okunanın Allahın adıyla birlikte yenildiği veya okunduğu anlaşılır. Bu mâna kastedilmediğine göre maksadı doğru anlatabilmek için besmeleyi Rahmân ve rahîm olan Allah adına, ... adını anarak, ... Allahtan yardım dileyerek ... şekillerinde çevirmek de uygun olur. Kul herhangi bir davranışta bulunurken, önemli bir işe teşebbüs ederken önce eûzü çekerek muhtemel olumsuz etkileri defetmekte sonra da besmeleyi okuyarak kendinin tek başına yeterli olmadığını, başarı ve gücün ancak Allahtan gelebileceğini, Allahın yeryüzünde halife kıldığı bir varlık olarak Onun mülkünde, Onun adına tasarrufta bulunduğunu, asıl mâlik ve hâkim olan Allahın koyduğu sınırları aşarsa emanete hıyanet etmiş olacağını... peşinen kabul etmekte ve bundan güç almaktadır. Burada tevhid cümlesinin mânası da üstü kapalı olarak mevcuttur. Zira nasıl ki tevhid cümlesinde lâ ilâhe denilerek önce bütün sahte tanrılar zihinlerden siliniyor, sonra da illallah ifadesiyle hakiki, tek, eşi ve benzeri bulunmayan Tanrı (Allah) kalbe ve zihne yerleştiriliyorsa, eûzü besmele çekildiğinde de önce kulluk ilişkisine engel olan kirli çevre temizleniyor, sonra da bu ilişkinin en uygun anahtarı kullanılmış, doğru kapılar açılmış, sağlıklı bağ kurulmuş oluyor. Allah yerine tanrı, rahmân yerine esirgeyen, rahîm yerine de bağışlayan kelimelerinin kullanılması bu isimlerin anlamlarını tam olarak karşılamaz. Çünkü Allah ismi, bu isme hakkıyla lâyık olan tek, eşsiz, benzersiz, bütün kemal sıfatlarına sahip ve eksikliklerden uzak, varlığı zaruri (olmazsa olmaz), yokluğu düşünülemez olan yüce zâta mahsustur, bu sıfatları taşımayan hiçbir varlığa Allah denemez. Halbuki insanların uydurdukları, kendilerine göre bazı nitelikler yükledikleri mâbudlara tanrı denebilir. Başka bir deyişle tanrı kelimesi Allah için de kullanılabilir, halbuki Allah ismi Ondan başka hiçbir varlık için kullanılamaz ve Arap dilinde de kullanılmamıştır. Kuran dilinde rahmân sıfat-ismi de Allaha mahsustur, başka hiçbir varlık için kullanılmamıştır. Rahmân en uzak geçmişe doğru bütün yaratılmışlara sonsuz ve sınırsız lutuf, ihsan, rahmet bahşeden demektir. Rahmân, rahmetiyle muamele ederken buna mazhar olan varlığın hak etmesine, lâyık olmasına bakmaz, bu sıfatın tecellisi yağmur gibi her şeyin üzerine yağar, güneş gibi her şeyi ısıtır ve aydınlatır. Rahîm çok merhametli, rahmeti bol demek olup bu sıfatla kullar da nitelenebilir. Allahın rahîm sıfat-ismi Onun, daha ziyade kullarının gelecekte elde etmek üzere hak ettikleri, lâyık oldukları sınırsız rahmetini, lutuf ve merhametini ifade etmektedir. Esirgemek ve bağışlamak bu sonsuz, engin ve etkisi çeşitli rahmetin ancak bir parçası, etkilerinin yalnızca bir çeşididir.
Ayet
Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah'a mahsustur. ﴾2﴿
Tefsir
Dilimizde övme ve teşekkür etme, Arapçada medih ve şükür kelimelerinin hamd kelimesine yakın mânaları bulunmakla birlikte bunlar arasında birtakım ince farklar da vardır. Methetme (övme) bir iyilik ve güzellik karşısında yapılır; bu iyilik ve güzelliğin sahibi, kendisinin bunda iradesi ve etkisi olsun olmasın methedilebilir. Kişi kendi iradesinin eseri olmayan güzelliği sebebiyle övüldüğü gibi cömertlik ve cesaret gibi erdemlerinden dolayı da övülür. Halbuki hamd ancak irade ve istekle hâsıl olan iyilik ve güzellik karşısında yapılır. Şükür ve teşekkür isteyerek yapılmış (ihtiyarî) bir iyilik ve ihsana karşı dille veya başka şekillerde uygun mukabelede bulunmaktır. Bu, hem Allahtan hem de insanlardan gelen iyilikler karşılığında yerine getirilmesi beklenen ahlâkî bir ödevdir. Hamdetmek de dil ile yapılır; hamdolsun, elhamdülillâh... denir, ancak bunun sebebi yalnızca nimet ve ihsan değil, irade ve ihtiyara dayalı bütün güzellik ve iyiliklerdir. Bu mânada hamd yalnızca Allaha mahsustur. Çünkü başkalarına ait olan iyilik ve güzellikler, gerçek ve kâmil mânasıyla onların isteklerine bağlı değildir. İnsanların kendi isteklerine bağlı iyilik ve güzelliklerde Allahın da iradesi vardır. Onların irade ve isteklerine bağlı olmayan iyilik, güzellik ve hizmetler ise doğrudan yaratıcının, fıtrat ve özellikleri takdir edip yaratarak insanlara bahşeden kudretin eseridir. Dolayısıyla bu mânada hamdin tamamı Allaha mahsustur, Ona aittir. Âlem maddî ve mânevî, görülen ve görülemeyen, dünyada ve âhirette Allah Teâlânın yarattığı her şeydir. Görülen, hissedilen, insan bilgisinin ulaşabildiği maddî varlıklara mülk ve şehâdet âlemi, madde ötesi varlıklara da gayb ve melekût âlemi denilir. Gayb ve melekût âleminin tek sahibi Allahtır. Mülk ve şehâdet âleminin ise gerçek sahibi Allah olmakla beraber görünürde ve mecazen başka sahipleri de olabilir. Vahiy yoluyla gelen bilgilere göre şehâdet ve mülk âlemi, gayb ve melekût âlemine nisbetle denizden bir damla, sahradan bir kum tanesi kadardır. Günümüze kadar insan bilgisinin ulaşabildiği uzay akıllara hayret verecek büyüklüktedir. Fakat bu büyüklük gayb âleminin yanında bir kum tanesi kadar kaldığına göre gayb âleminin azametini akıl terazisi çekemez. Konuya bu açıdan bakıldığında evrenin büyüklüğüne ve ondaki düzenin inceliklerine dair ulaşılan her yeni bilgi, Allahın insana bahşettiği aklın nerelere kadar ulaşabileceğini ortaya koymasının yanında, erişeceği sırların enginliğini tasavvur edebilmesi için bir ölçü de oluşturmaktadır. Şu halde gayb âleminin bu büyüklüğü iman ve irfanla kavranmakta, oradan da bütün âlemlerin rabbi (sahibi, mâliki, takdir edip yaratanı, koruyanı, geliştireni) olan Allahın azamet ve büyüklüğü karşısında kula yakışan hayret haline ulaşılmakta; bu azamet karşısında kul secdeye kapanınca onun hayret hali, huzur, güven, sevgi, yakınlık ve tatmine dönüşmektedir. Rab kelimesi tek başına söylendiği zaman bundan yalnızca Allah kastedilir, Onun güzel isimlerinden biridir, sahiplik ve terbiye edicilik özelliğini ifade eder. Bu kelime rabbüd-dâr (ev sahibi) gibi tamlama şeklinde başkaları için de kullanılır.
Ayet
Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah'a mahsustur. ﴾3﴿
Tefsir
Rahmân ve rahîm.
Ayet
Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah'a mahsustur. ﴾4﴿
Tefsir
Ödül ve ceza (din) gününün hâkimi diye çevirdiğimiz tamlamada geçen mâlik malın, mülkün sahibi demektir. Kıraat âlimlerince hükümdar, iktidar sahibi anlamında melik şeklinde de okunmuştur. İnsanlar için kullanıldığında mâlik ile melik arasında güç, yetki ve tasarruf hakkı bakımlarından önemli farklar vardır. Mal ve mülkün sahibi (mâlik) kişinin başkalarına hükmü geçmez, başkalarına hükmü geçen hükümdar (melik) ise her malın ve mülkün sahibi değildir. Allah Teâlâ hakkında mâlik ve melik sıfatları kullanıldığı zaman mâna çerçevesinde bir eksiklik olamaz; çünkü O hem âlemlerin sahibidir hem de herkese ve her şeye hükmü geçer; Onun iktidarı üstünde bir iktidar tasavvur bile edilemez. Melik Onun zâtına, mâlik ise fiiline ait sıfatlardır. Ödül ve ceza (din) gününün âhiretteki hesaba çekme ve hüküm verme günü olduğu, bunu açıklayan başka âyetlerden anlaşılmaktadır (meselâ bk. İnfitâr 82/17-19). Allah Teâlâ bütün zamanlarda ve zaman kavramına bağlı olmaksızın mutlak hâkim, sahip, melik ve mâliktir. Ancak Allah Teâlâ dünya hayatında, imtihan için kullarına da sahiplik ve iktidar vermiş; imanı olduğu halde gaflet içinde bulunan kimseler zaman zaman da olsa Allahın sahipliği ve iktidarının bilincinde olmaya özen göstermemişler; imanı olmayanlar ise bunun şuurundan tamamen yoksun kalıp inkâr etmişlerdir. Âhiret âleminde kulun, bu görünürdeki ve geçici iktidarı da ortadan kalkacağı için Allahın melik ve mâlik sıfatı bütün azametiyle ortaya çıkacak, belli olacaktır. Bunun için âhirette O, gerçekte ve görünürde melik ve mâliktir.
Ayet
(Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. ﴾5﴿
Tefsir
Besmeleden buraya kadar kendisi ve sıfatları, kulları ve kâinat ile kesintisiz ilişkisi, dünya hayatının sonu ve hesap günü hakkında önemli açıklamalar yapan Allah Teâlâ, bunları iman içinde dinleyip anlayan ve şuuruna yerleştiren kullarında hâsıl olacak duygu ve düşünceye, davranış biçimine tercüman olarak Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz buyuruyor. Şu halde yukarıda sıralanan eşsiz ve benzersiz sıfatlar Allaha mahsus olduğuna göre ibadetin ve yardım dilemenin Ona özgü kılınması da kul açısından tabii hale gelmektedir. İbadet kulluk ve tapınma olarak anlaşılmıştır. Bu kavramın içinde kâmil mânada sevgi, korku ve boyun eğme vardır; bu üç tavır ve duygunun birlikteliği ibadetin temelini oluşturur. İnsanların yaratılış gayesi ibadettir; ancak onlar buna mecbur tutulmamışlardır; yani terim anlamıyla ibadet, iradeye bağlı olmayan hareketler ve oluşlar gibi hâsıl olmamakta; ilâhî emri kul, dünya hayatında bir imtihan olarak serbest iradesiyle yerine getirmekte veya ihmal etmektedir. Dünyanın bütün nimetleri ve imkânları insanın, insanca (yalnız Allaha kulluk ederek) yaşaması için verilmiş araçlardır. Bunları amaçlarına uygun olarak kullanmayanlar nimetin kıymetini bilmemiş ve israfa sapmış olurlar. İnsanın sınırlı gücü ve iradesi her zaman maddî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamaya ve kendisinden beklenenleri yerine getirmesine yeterli olmamaktadır. Bu sebeple insanlar hem diğer insanlardan hem de insan üstü güçlerden yardım istemeye ve almaya kendilerini mecbur hissetmişlerdir. Fakat onların bu iki kaynaktan yardım istemek ve almak için tuttukları yollar, benimsedikleri sistem ve usuller, ilâhî irşada kulak asmadıkları zamanlarda şirke ve bedbahtlığa düşmelerine sebep olmuş; dolayısıyla birçok bâtıl din, işe yaramaz sistem ortaya çıkmıştır. Bu âyet, ibadet ederken ve yardım isterken yöneleceğimiz doğru adresi bize göstermekte ve tevhidi (bir Allaha ibadeti, sığınmayı ve yönelmeyi) getirmektedir. Âyette ederim, dilerim yerine ederiz, dileriz şeklinin seçilmiş olması tevhid ehli müminlerin bir bütün teşkil ettiklerini, bu sebeple Sen ben değil, biz varız ilkesi doğrultusunda hareket etmelerini, ferttoplum arasındaki dengeyi korumalarını işaretlemektedir. Burada bizi oluşturan bağ imandır, bir Allaha kulluktur; Allahın kulları! Kardeş olun (Buhârî, Nikâh, 45; Müslim, Birr, 23, 28-32) meâlindeki hadis de bu mânaya açıklık getirmektedir. Müminler kardeşçe yardımlaşırlar, fakat kimin elinden gelirse gelsin gerçekte her nimetin Allahtan geldiğini, O dilemedikçe kimsenin bir şey veremeyeceğini bilirler.
Ayet
Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil. ﴾6﴿
Tefsir
İnsanlar maddî ve mânevî hayatlarını düzenlerken doğrunun yanında yanlış da yapmışlar; hatalı, çıkmaz, saptırıcı yollara da yönelmişlerdir. Sapmanın ve yanılmanın baş sebebi insanın kendini yeterli sanması, bilgi ve güç almak için Allaha yönelmeyi reddetmesidir. Gerçek şu ki insan, kendini kendine yeterli görerek ille de azgınlaşmaktadır! Oysa (kuldaki) her şey yalnız rabbine aittir (Ona dönecektir) (Alak 96/6-8). Bize doğru yolu göster duası aynı zamanda rabbin, kullarına bir irşad ve uyarısıdır; eğer insan kendine yeterli olsaydı, doğru yolu görmesi ve bulması için bir başkasına ihtiyacı olmazdı. Yaratıcı bu tâlimatı verdiğine göre kula düşen, ilâhî irşada kulak vermek, insanî bilgi ve kabiliyetlerini bu irşad doğrultusunda kullanarak her adımını doğru atması için Onun tarafından sağlanan imkânları gerektiği gibi kullanmaktır. Doğru yol (sırât-ı müstakîm) İslâmdır. Allahın peygamberleri ile kullarına gönderdiği dinlerin genel adı da İslâmdır. Yaratan ile yaratılan, Allah ile kul, akıl ile vahiy, hürriyet ile cebir, haksızlık ile adalet, iyi ile kötü... ancak İslâmda yerli yerine konmuş, doğru ilişkiler ve dengeler kurulmuş, kurulma yolları gösterilmiştir. Hadiste yer alan bir örnekle açıklanacak olursa dosdoğru bir yol, yolun iki tarafında iki duvar, duvarlarda açılmış perdeli kapılar ve yolun başında da bir çağırıcı var ve o, Ey insanlar! Hepiniz doğru yola giriniz, dağılıp parçalanmayınız! diye sesleniyor. Birisi perdeli kapılardan birine girmek istediğinde yukarıdan bir başka çağırıcı sesleniyor: Sakın o perdeyi kaldırma! Kaldırırsan girer gidersin! (Müsned, IV, 182-183; Şevkânî, I, 20). Bu örnekteki yol İslâmdır, duvarlar Allahın koyduğu sınırlardır, kapılar haramlardır, yolun başındaki çağırıcı Allahın kitabıdır, yukarıdaki çağırıcı ve uyarıcı, her müminin kalbindeki ilâhî öğütçüdür. Böylece İslâmda vahiy, vicdan ve akıl birlikte işletilerek doğru yol bulunmaktadır. Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır, Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Ayet
Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil. ﴾7﴿
Tefsir
Burada tarihe bir atıf yapılarak yolun doğrusu ve eğrisi hakkında bir başka ölçüt ve delil daha verilmektedir. İslâm yalnızca Allah kitabında böyle buyurduğu için doğru yol değildir, aynı zamanda tarih boyunca ilâhî irşadı reddedenlerin tecrübeleri de doğru yolun İslâm olduğunu göstermektedir. Bu sebeple doğru yolu arayanlar ve üzerinde bulundukları yolun sağlamasını yapmak isteyenler, dönüp tarihe bakmak, gerçek mutluluğu bulanlarla sapanlar ve Allahın gazabına uğrayanların yol ve yöntemlerini incelemek durumundadırlar. Tarihte hem örnekler hem de ibretler vardır. Örnekler, peygamberlerin izlerinden giden fert ve ümmetlerde, ibretler ise onlara cephe alan ve Cenâb-ı Hakka meydan okuyanlarda görülmektedir. Bazı rivayetlerde sapanların hıristiyanlar, ilâhî gazaba uğrayanların da yahudiler olarak açıklanması (meselâ bk. Müsned, IV, 378; Tirmizî, Tefsîr, 2), yalnızca zaman ve mekân itibariyle yakın birer örnek olmalarından dolayıdır. Müslimin rivayet ettiği bir kutsî hadiste (bk. Salât, 38) Allah Teâlânın, Namazı (Fâtihayı) kulumla kendi aramda yarı yarıya paylaştım ve kulum dilediğini alacaktır buyurduğu ifade edildikten sonra şöyle devam edilmiştir: Kul (namazda Fâtihayı okurken) Hamd âlemlerin rabbi Allaha mahsustur deyince Allah, Kulum bana hamdetti buyurur. Kul rahmân ve rahîm deyince Allah, Kulum beni övdü der. Ceza gününün tek sahibi deyince Kulum benim yüceliğimi dile getirdi der. Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz deyince Bu, kulumla benim aramda ortak olan kısımdır ve istediği kulumun olacaktır buyurur. Kul Bizi dosdoğru yola ilet; nimetine erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğramışların yoluna da, doğrudan sapmışların yoluna da değil! deyince Allah, İşte bu, yalnızca kuluma aittir ve kuluma istediği verilecektir buyurur. Duamızı kabul buyur, böyle olsun, bizi eli boş çevirme mânasına gelen âmin sözü, dilleri ne olursa olsun bütün müslümanların, hatta semavî din mensuplarının ortak ifadeleri haline gelmiştir. Bu cümle Fâtiha sûresine dahil olmadığı gibi âyet de değildir. Birçok hadiste Resûlullahın Fâtihadan sonra âmin dediği ve böyle denilmesini öğütlediği ifade edilmiştir (meselâ bk. Müslim, Salât, 72-76). Namazda veya namaz dışında Fâtihayı okuyan veya dinleyen kimse, sûrenin sonunda âmin deyince aynı zamanda meleklerin de âmin dedikleri, hem şehâdet hem de gayb âlemlerinde aynı anda dile getirilen bu duanın Allah tarafından kabul buyurulacağı hadislerde açıklanmıştır (bk. Buhârî, Ezân, 112-113; Müslim, Salât, 72-76). Yine sahih hadisler, Fâtiha sesli okunduğunda âmin duasının da sesli yapılacağı bilgisini getirdiği için fıkıh mezheplerinin çoğu bunu benimsemişlerdir (Şevkânî, Neylül-evtâr, II, 229-232). Hanefîlere göre bu cümle namazda daima sessiz söylenir.