İstanbulun büyük velîlerinden. İsmi Yûsuf bin Alidir. Dedesine Kaya Bey derlerdi. Lakabı Sinânüddîn ve Zeynüddîndir. Sünbül Sinân diye şöhret buldu. Zamânının büyüklerinden oldu.
Merzifonda 1452 (H.856) yılında doğan Sünbül Sinân, bülûğ çağına kadar Ispartanın Borlu kasabasında ilim tahsîl etti. Oradan İstanbula geldi. Fâtih Sultan Mehmed Hân ve Sultan İkinci Bâyezîd Hân devrinin meşhûr âlim ve velîlerinden olan Efdalzâde Hamîdüddîn Efendiden ders aldı. Ayrıca Çelebi Halîfe ismi ile şöhret bulan Muhammed Cemâleddîn Efendinin de derslerine katılmak istedi. Sultan İkinci Bâyezîd Hânın da hocası olan Çelebi Halîfe, o sırada Vezîr-i âzam Koca Mustafa Paşanın Yedikulede yaptırdığı dergâhın hocalığını yapıyordu. Sünbül Sinân, Çelebi Halîfenin huzûruna gelip talebesi olmak istediğini bildirdi. Çelebi Halîfe kabûl buyurunca, ondan ilim öğrenmeye feyz ve teveccühlerine kavuşarak kemâle gelip olgunlaşmaya başladı.
Sünbül Sinân bir gece rüyâsında, bir kuyu gördü. Kuyunun başı çok kalabalıktı. Herkes su almak için uğraşıyordu. Kuyunun suyu çok derindeydi ve azdı. Bu sebeple suyu çıkarmak zor oluyordu. İnsanlar böyle su almak için uğraşıp dururken, Sünbül Sinân kalabalığın arasına karışarak, kuyunun yanına geldi. Gelir gelmez, kuyunun suları ağzına kadar yükselip çoğaldı. Hem kendisi, hem de etrâfındakiler kolayca sularını doldurdular ve bol suya kavuştular. Sabahleyin rüyâsını, hocası Çelebi Halîfeye anlattı. O da; Ey Sünbül Sinân! Senin gönlünün, ilâhî feyzlerle dolu olduğu görülüyor. Böyle bir kalbe sâhib olduğun hâlde, kendindeki bu feyzleri neden etrâfa saçmıyorsun? diyerek, Sünbül Sinânı kucaklayıp alnından öptü. Sonra da; Ey Sinân! Senin kalbin, Allahü teâlânın muhabbetiyle doludur. buyurdu. Bu hâdiseden sonra, Sünbül Sinân vazifesine daha çok ve sıkı sarıldı. Nefsini terbiye etmek için riyâzet ve mücâhedeye girişti. Nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmaya başladı. Çelebi Halîfe onu sık sık odasına çağırır, başbaşa sohbetlerde bulunurdu. Sünbül Sinâna bol bol teveccüh eder, kalbinde bulunan feyzleri, onun kalbine akıtırdı. Zâhirî ilimlerde de bildiği ne varsa, hepsini Sünbül Sinâna öğreterek, halîfesi olacak şekilde yetiştirdi. Bu bilgileri pekiştirmesi için Sünbül Sinânı Mısıra gönderdi. Sünbül Sinân, Mısır halkına Ehl-i Sünnet îtikâdını bildirmek, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretmek üzere emredilen yere gitti.
Mısır hükümdârı Kaçmaz Sultan, Sünbül Sinân hazretlerine büyük hürmet gösterdi. Kendi yaptırdığı câmide, halkı irşâd etme, hak ve hakikati anlatma vazifesi verdi. Mısır ulemâsı ve evliyâsı, Sünbül Sinânın yaptığı sohbetlerden, onun büyük bir âlim ve velî olduğunu anladılar. İlmine hayran kaldılar. Kurân-ı kerîme, sünnet-i seniyyeye olan bağlılığını, âlimlerin ictihâdlarına uymaktaki gayretini pek beğendiler. Bu sebeple ona saygı ve hürmette kusûr etmemeye âzamî gayret gösterdiler.
Sünbül Sinân, Mısırda insanlara üç yıl kadar dînin emir ve yasaklarını öğretti. Hasta kalblere, irfân pınarlarından şifâlar sundu. Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği feyz ve bereketlerden, onları da hissedâr etti. Başta hükümdâr olmak üzere, bütün Mısırlılar onu çok sevdiler. Bu sırada İstanbul'da bulunan hocası Çelebi Halîfeden bir mektub aldı. Mektubunda, bu sene hacca gitmek üzere yola çıktığını, Şamdan Mekke-i mükerremeye giden yol güzergâhını tâkib edeceğini yazıyordu. Bu hac yolculuğuna, Sünbül Sinânın da iştirâk etmesini arzu ediyordu. O sene İstanbul'da büyük bir zelzele olmuştu. Zelzeleyi tâkiben de tâûn, vebâ hastalığı baş göstermişti. Bu hastalıktan yüzlerce İstanbullu ölmüştü. Bu derdin bir çâresi olarak, Pâdişâh İkinci Bâyezîd Hân, Çelebi Halîfenin Mekke-i mükerremeye gidip, bu derdin üzerlerinden kaldırılması için duâ etmesini ricâ etti. Çelebi Halîfe de hazırlıklarını yapıp, hacca gitmek üzere yola çıktı. Üsküdârı geçtiğinde, Allahü teâlânın izniyle vebâ salgını âniden durdu, eseri bile kalmadı. Buna Pâdişâh çok memnûn oldu ve Çelebi Halîfeye; Gitmenize lüzûm kalmamıştır. İsterseniz geri dönebilirsiniz. buyurdu. Çelebi Halîfe de; Sultânım! Mâdem ki, bu hayırlı yolculuğa niyet ettik, bu hac vazifemizi yapıp, Devlet-i Âliyye-i Osmâniyenin selâmeti için duâ ve niyazda bulunalım. Allahü teâlânın, siz sultânımıza hayırlı uzun ömürler ihsân etmesi için yalvaralım. dedi. Sultânın müsâadesiyle yola çıktı.
Sünbül Sinân, mektubu alır almaz; Allahü teâlânın bütün işleri hikmetlidir. Kimbilir bu yolculukta ne hikmetler gizlidir. diyerek, hazırlıklarını yapıp Mısırlılarla helâllaştı. O sene hacca gideceklerle yola çıktı. Uzun bir yolculuktan sonra Mekke-i mükerremeye vardılar. Sünbül Sinân hac vazifesini yaparken, İstanbuldan gelen hacılarla görüştü. Onlar, Şamdan dokuz konak mesâfede Tebük veya Hasâ korusunun olduğu yere geldiklerinde, Çelebi Halîfenin vefât ettiğini söylediler. Bir de vasiyeti olduğunu ve; Bu vasiyeti Sünbül Sinâna veriniz diye emrettiğini bildirdiler. Sünbül Sinân hazretleri, hocası Çelebi Halîfe Muhammed Cemâleddîn Efendinin vefâtına çok üzüldü. Kurân-ı kerîm hatmi ve Hatm-i tehlîl (yetmiş bin defâ Kelime-i tevhîd) okuyarak hocasının rûh-i şerîflerine gönderdi.
Sünbül Sinân, hocasının vasiyetinde şöyle buyurduğunu gördü:
1- Kendisinin Kâbe-i muazzamaya gidecek hacıların yolu üzerine defnedilmesini,
2- Sünbül Sinânın İstanbula gidip, Kocamustafapaşadaki dergâhında talebelere ders vermeye başlamasını,
3- Sünbül Sinânın, kızı Safiye Hâtun ile evlenmesini istiyordu. Sünbül Sinân Hac vazifesini tamamladıktan sonra, bu vasiyeti yerine getirmek üzere İstanbula hareket etti.
Daha önce giden hacılar tarafından, Çelebi Halîfenin vefât ettiği ve Sünbül Sinân Efendiyi yerine halîfe bıraktığı haberi İstanbula gitmişti. İstanbullular, Sünbül Sinânı büyük bir kalabalık hâlinde karşıladılar. Kocamustafapaşadaki dergâhta bulunan talebeler de, yeni hocaları Sünbül Sinân hazretlerine büyük bir hürmetle bağlandılar. Sünbül Sinân, burada, talebelerini yetiştirmek için elinden gelen bütün gayretini gösterdi. Onların, nefslerini terbiye etmek ve tasavvufta üstün derecelere vâsıl olmaları için çok çalıştı. Bu şekilde binlerce talebe yetiştirdi. Talebeyi yetiştirmekte çok dikkat ve îtinâ gösterirdi. Huzûruna gelip de istiyeni boş göndermezdi. Talebelerinin içinde Merkez Efendiyi çok severdi. Onu, teveccühleri ile yetiştirip, olgunlaştırdı. Ona kızını vererek, kendisine dâmâd eyledi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, otuz yedi yıl İstanbullulara duyurdu. Pâdişâhlar dahi Sünbül Sinân hazretlerinin huzûruna gelir, onun feyz ve bereketlerinden istifâdeye çalışırlardı. Sünbül Sinân, Cumâ günü ve kıymetli gecelerde, İstanbulun büyük câmilerinde vâz ve nasîhatlerde bulunurdu.
Şeyh Yâkûb anlattı: Sünbül Efendi, talebelerin mücâhededeki yâni nefsin istemediklerini yapmadaki tenbelliğini görünce; Biz on sekiz yıl sırtımızı yere koymadık ve bir yere de dayamadık. Tehiyyata oturduğumuz gibi oturarak uyurduk. buyurdu.
Habîb Kâsımoğlu Ali; Şeyh Sünbül Efendi, zamânımızın Cüneydidir. Onun zamânına erişmemiz, bizim için büyük bir nîmettir derdi.
Osmanlı İmparatorluğunun en büyük şeyhülislâmlarından Ahmed ibni Kemâlpaşa, Sünbül Sinâna büyük bir hürmet gösterir, geldiği zaman, kendisini en üst tarafa oturturdu.
Muhammed Çelebi isminde bir talebesi anlattı: Sünbülî tarîkatının şeyhi olan Sünbül Sinân hazretlerine talebe olmuştum. Dergâhında bulunuyor, onun hizmetiyle şerefleniyordum. Bir gün kendisinden izin alarak Gelibolu'ya gitmiştim. Orada bir haram işleme durumu ile karşı karşıya kalmıştım, nefsim harama meyletti. Tam onu işlemek üzere idim ki, yanımda hocam Sünbül Sinânı gördüm. Onu görür görmez, utancımdan kıpkırmızı oldum. Ne yapacağımı şaşırmış bir hâlde haramdan uzaklaştım. Bir gemiye binerek İstanbula geldim. Hemen dergâha koştum. Hocam Sünbül Sinân ile kapıda karşılaştım. Beni görünce; Ey Çelebi! Sen mürşid-i kâmili ne zannedersin? O, talebesini gözetmez ise, şeytan ve nefs, onu hevâsına uydurup helâk eder, çabucak tövbe-i nasûh eyle. Bir daha da böyle işleri yapmaya kalkma." buyurdu. Bundan böyle nerede bir haram ile karşılaşsam, hemen hocam hatırıma gelir, onun himmeti bereketi ile haramlar gözüme çok kötü hâlde görünürdü.
Osmanlı Pâdişâhı Yavuz Sultan Selim Hân, Şâh İsmâili Çaldıranda mağlûb ettikten sonra, Mısırı fethetmek üzere yola çıktı. Şama geldiğinde, Mısırın fethinin kendisine nasîb olup olamıyacağı düşüncesi zihnini kurcalıyordu. Bunu çok sevdiği Hasan Cana anlattıktan sonra; Bizi bu hususta ferahlatacak, Allahü teâlânın dostlarından bir velî varsa, ona niyetimizi anlatalım. Aceb ne buyuracaktır, merâk eder dururum. buyurdu. Hasan Can da; Devletlü Sultânım! Emevî Câmiinin bir köşesinde, sabah akşam Allahü teâlâyı zikreden bir derviş var. Belki sizin meselenizi halleder. dedi. Bunun üzerine Sultan Selim Hân, sabahın erken saatlerinde câmiye gitti. Târif edilen bu zâtı, Allahü teâlâyı zikreder buldu. Yanına varıp selâm verdi. Selim Hân daha bir şey sormadan; Ey muzaffer Sultan! İnşâallahü teâlâ, cenâb-ı Hak Mısırın fethini sana müyesser edecektir. Allahü teâlânın bütün sevdikleri seninle berâberdir. Allahü teâlâ muînin, yardımcın olsun. Mısırın fethinden sonra İstanbula döndüğünde, oradaki Sünbül Sinân'dan gâfil olma sakın! dedi. Yavuz Sultan Selim Hân, bu müjdeye ziyâdesiyle memnun oldu. Şükür secdesine kapandı.
Sünbül Sinân hazretleri, 1529 (H.936) senesinde Allahü teâlânın izni ile vefâtının yaklaştığını anlayarak, dostlarıyla ve talebeleriyle vedâlaştı, helâlleşti. Talebeleri başucunda, Kurân-ı kerîmden Yâsîn-i şerîf sûresini okudular. Sünbül Sinân Efendi, son nefesinde Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Vefât ettiğinde seksen yaşındaydı. Kabrini, Kocamustafapaşadaki dergâhının ortasına kazdılar. Cenâzesini Fâtih Câmiine getirdiler. Âlimler, velîler, devlet erkânı ve binlerce İstanbullu, cenâze namazını Şeyhulislâm Ahmed ibni Kemâl Paşa'nın imâmetinde kıldılar. Sonra tekrar cenâzesini dergâhına getirdiler. Şimdi de mevcud olan türbesine defnettiler. O zamandan beri, binlerce âşığı ziyâret ederek, onun feyz ve bereketlerine kavuşmaktadır.
Sünbül Sinân hazretlerinin, Sünbülî tarîkatının usûl ve erkânı hakkında yazdığı Risâlet-ül-Etvâr adlı eserinden başka, Risâle-i Tahkîkiyye adlı bir eseri daha vardır.
1) Şakâyik-ı Numâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.371
2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; 49 Baskı s.1146
3) Sefînet-ül-Evliyâ; c.3, s.232
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.350
5) Tezkiret-ül-Halvetiyye
6) Lemezât
Merzifonda 1452 (H.856) yılında doğan Sünbül Sinân, bülûğ çağına kadar Ispartanın Borlu kasabasında ilim tahsîl etti. Oradan İstanbula geldi. Fâtih Sultan Mehmed Hân ve Sultan İkinci Bâyezîd Hân devrinin meşhûr âlim ve velîlerinden olan Efdalzâde Hamîdüddîn Efendiden ders aldı. Ayrıca Çelebi Halîfe ismi ile şöhret bulan Muhammed Cemâleddîn Efendinin de derslerine katılmak istedi. Sultan İkinci Bâyezîd Hânın da hocası olan Çelebi Halîfe, o sırada Vezîr-i âzam Koca Mustafa Paşanın Yedikulede yaptırdığı dergâhın hocalığını yapıyordu. Sünbül Sinân, Çelebi Halîfenin huzûruna gelip talebesi olmak istediğini bildirdi. Çelebi Halîfe kabûl buyurunca, ondan ilim öğrenmeye feyz ve teveccühlerine kavuşarak kemâle gelip olgunlaşmaya başladı.
Sünbül Sinân bir gece rüyâsında, bir kuyu gördü. Kuyunun başı çok kalabalıktı. Herkes su almak için uğraşıyordu. Kuyunun suyu çok derindeydi ve azdı. Bu sebeple suyu çıkarmak zor oluyordu. İnsanlar böyle su almak için uğraşıp dururken, Sünbül Sinân kalabalığın arasına karışarak, kuyunun yanına geldi. Gelir gelmez, kuyunun suları ağzına kadar yükselip çoğaldı. Hem kendisi, hem de etrâfındakiler kolayca sularını doldurdular ve bol suya kavuştular. Sabahleyin rüyâsını, hocası Çelebi Halîfeye anlattı. O da; Ey Sünbül Sinân! Senin gönlünün, ilâhî feyzlerle dolu olduğu görülüyor. Böyle bir kalbe sâhib olduğun hâlde, kendindeki bu feyzleri neden etrâfa saçmıyorsun? diyerek, Sünbül Sinânı kucaklayıp alnından öptü. Sonra da; Ey Sinân! Senin kalbin, Allahü teâlânın muhabbetiyle doludur. buyurdu. Bu hâdiseden sonra, Sünbül Sinân vazifesine daha çok ve sıkı sarıldı. Nefsini terbiye etmek için riyâzet ve mücâhedeye girişti. Nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmaya başladı. Çelebi Halîfe onu sık sık odasına çağırır, başbaşa sohbetlerde bulunurdu. Sünbül Sinâna bol bol teveccüh eder, kalbinde bulunan feyzleri, onun kalbine akıtırdı. Zâhirî ilimlerde de bildiği ne varsa, hepsini Sünbül Sinâna öğreterek, halîfesi olacak şekilde yetiştirdi. Bu bilgileri pekiştirmesi için Sünbül Sinânı Mısıra gönderdi. Sünbül Sinân, Mısır halkına Ehl-i Sünnet îtikâdını bildirmek, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretmek üzere emredilen yere gitti.
Mısır hükümdârı Kaçmaz Sultan, Sünbül Sinân hazretlerine büyük hürmet gösterdi. Kendi yaptırdığı câmide, halkı irşâd etme, hak ve hakikati anlatma vazifesi verdi. Mısır ulemâsı ve evliyâsı, Sünbül Sinânın yaptığı sohbetlerden, onun büyük bir âlim ve velî olduğunu anladılar. İlmine hayran kaldılar. Kurân-ı kerîme, sünnet-i seniyyeye olan bağlılığını, âlimlerin ictihâdlarına uymaktaki gayretini pek beğendiler. Bu sebeple ona saygı ve hürmette kusûr etmemeye âzamî gayret gösterdiler.
Sünbül Sinân, Mısırda insanlara üç yıl kadar dînin emir ve yasaklarını öğretti. Hasta kalblere, irfân pınarlarından şifâlar sundu. Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği feyz ve bereketlerden, onları da hissedâr etti. Başta hükümdâr olmak üzere, bütün Mısırlılar onu çok sevdiler. Bu sırada İstanbul'da bulunan hocası Çelebi Halîfeden bir mektub aldı. Mektubunda, bu sene hacca gitmek üzere yola çıktığını, Şamdan Mekke-i mükerremeye giden yol güzergâhını tâkib edeceğini yazıyordu. Bu hac yolculuğuna, Sünbül Sinânın da iştirâk etmesini arzu ediyordu. O sene İstanbul'da büyük bir zelzele olmuştu. Zelzeleyi tâkiben de tâûn, vebâ hastalığı baş göstermişti. Bu hastalıktan yüzlerce İstanbullu ölmüştü. Bu derdin bir çâresi olarak, Pâdişâh İkinci Bâyezîd Hân, Çelebi Halîfenin Mekke-i mükerremeye gidip, bu derdin üzerlerinden kaldırılması için duâ etmesini ricâ etti. Çelebi Halîfe de hazırlıklarını yapıp, hacca gitmek üzere yola çıktı. Üsküdârı geçtiğinde, Allahü teâlânın izniyle vebâ salgını âniden durdu, eseri bile kalmadı. Buna Pâdişâh çok memnûn oldu ve Çelebi Halîfeye; Gitmenize lüzûm kalmamıştır. İsterseniz geri dönebilirsiniz. buyurdu. Çelebi Halîfe de; Sultânım! Mâdem ki, bu hayırlı yolculuğa niyet ettik, bu hac vazifemizi yapıp, Devlet-i Âliyye-i Osmâniyenin selâmeti için duâ ve niyazda bulunalım. Allahü teâlânın, siz sultânımıza hayırlı uzun ömürler ihsân etmesi için yalvaralım. dedi. Sultânın müsâadesiyle yola çıktı.
Sünbül Sinân, mektubu alır almaz; Allahü teâlânın bütün işleri hikmetlidir. Kimbilir bu yolculukta ne hikmetler gizlidir. diyerek, hazırlıklarını yapıp Mısırlılarla helâllaştı. O sene hacca gideceklerle yola çıktı. Uzun bir yolculuktan sonra Mekke-i mükerremeye vardılar. Sünbül Sinân hac vazifesini yaparken, İstanbuldan gelen hacılarla görüştü. Onlar, Şamdan dokuz konak mesâfede Tebük veya Hasâ korusunun olduğu yere geldiklerinde, Çelebi Halîfenin vefât ettiğini söylediler. Bir de vasiyeti olduğunu ve; Bu vasiyeti Sünbül Sinâna veriniz diye emrettiğini bildirdiler. Sünbül Sinân hazretleri, hocası Çelebi Halîfe Muhammed Cemâleddîn Efendinin vefâtına çok üzüldü. Kurân-ı kerîm hatmi ve Hatm-i tehlîl (yetmiş bin defâ Kelime-i tevhîd) okuyarak hocasının rûh-i şerîflerine gönderdi.
Sünbül Sinân, hocasının vasiyetinde şöyle buyurduğunu gördü:
1- Kendisinin Kâbe-i muazzamaya gidecek hacıların yolu üzerine defnedilmesini,
2- Sünbül Sinânın İstanbula gidip, Kocamustafapaşadaki dergâhında talebelere ders vermeye başlamasını,
3- Sünbül Sinânın, kızı Safiye Hâtun ile evlenmesini istiyordu. Sünbül Sinân Hac vazifesini tamamladıktan sonra, bu vasiyeti yerine getirmek üzere İstanbula hareket etti.
Daha önce giden hacılar tarafından, Çelebi Halîfenin vefât ettiği ve Sünbül Sinân Efendiyi yerine halîfe bıraktığı haberi İstanbula gitmişti. İstanbullular, Sünbül Sinânı büyük bir kalabalık hâlinde karşıladılar. Kocamustafapaşadaki dergâhta bulunan talebeler de, yeni hocaları Sünbül Sinân hazretlerine büyük bir hürmetle bağlandılar. Sünbül Sinân, burada, talebelerini yetiştirmek için elinden gelen bütün gayretini gösterdi. Onların, nefslerini terbiye etmek ve tasavvufta üstün derecelere vâsıl olmaları için çok çalıştı. Bu şekilde binlerce talebe yetiştirdi. Talebeyi yetiştirmekte çok dikkat ve îtinâ gösterirdi. Huzûruna gelip de istiyeni boş göndermezdi. Talebelerinin içinde Merkez Efendiyi çok severdi. Onu, teveccühleri ile yetiştirip, olgunlaştırdı. Ona kızını vererek, kendisine dâmâd eyledi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, otuz yedi yıl İstanbullulara duyurdu. Pâdişâhlar dahi Sünbül Sinân hazretlerinin huzûruna gelir, onun feyz ve bereketlerinden istifâdeye çalışırlardı. Sünbül Sinân, Cumâ günü ve kıymetli gecelerde, İstanbulun büyük câmilerinde vâz ve nasîhatlerde bulunurdu.
Şeyh Yâkûb anlattı: Sünbül Efendi, talebelerin mücâhededeki yâni nefsin istemediklerini yapmadaki tenbelliğini görünce; Biz on sekiz yıl sırtımızı yere koymadık ve bir yere de dayamadık. Tehiyyata oturduğumuz gibi oturarak uyurduk. buyurdu.
Habîb Kâsımoğlu Ali; Şeyh Sünbül Efendi, zamânımızın Cüneydidir. Onun zamânına erişmemiz, bizim için büyük bir nîmettir derdi.
Osmanlı İmparatorluğunun en büyük şeyhülislâmlarından Ahmed ibni Kemâlpaşa, Sünbül Sinâna büyük bir hürmet gösterir, geldiği zaman, kendisini en üst tarafa oturturdu.
Muhammed Çelebi isminde bir talebesi anlattı: Sünbülî tarîkatının şeyhi olan Sünbül Sinân hazretlerine talebe olmuştum. Dergâhında bulunuyor, onun hizmetiyle şerefleniyordum. Bir gün kendisinden izin alarak Gelibolu'ya gitmiştim. Orada bir haram işleme durumu ile karşı karşıya kalmıştım, nefsim harama meyletti. Tam onu işlemek üzere idim ki, yanımda hocam Sünbül Sinânı gördüm. Onu görür görmez, utancımdan kıpkırmızı oldum. Ne yapacağımı şaşırmış bir hâlde haramdan uzaklaştım. Bir gemiye binerek İstanbula geldim. Hemen dergâha koştum. Hocam Sünbül Sinân ile kapıda karşılaştım. Beni görünce; Ey Çelebi! Sen mürşid-i kâmili ne zannedersin? O, talebesini gözetmez ise, şeytan ve nefs, onu hevâsına uydurup helâk eder, çabucak tövbe-i nasûh eyle. Bir daha da böyle işleri yapmaya kalkma." buyurdu. Bundan böyle nerede bir haram ile karşılaşsam, hemen hocam hatırıma gelir, onun himmeti bereketi ile haramlar gözüme çok kötü hâlde görünürdü.
Osmanlı Pâdişâhı Yavuz Sultan Selim Hân, Şâh İsmâili Çaldıranda mağlûb ettikten sonra, Mısırı fethetmek üzere yola çıktı. Şama geldiğinde, Mısırın fethinin kendisine nasîb olup olamıyacağı düşüncesi zihnini kurcalıyordu. Bunu çok sevdiği Hasan Cana anlattıktan sonra; Bizi bu hususta ferahlatacak, Allahü teâlânın dostlarından bir velî varsa, ona niyetimizi anlatalım. Aceb ne buyuracaktır, merâk eder dururum. buyurdu. Hasan Can da; Devletlü Sultânım! Emevî Câmiinin bir köşesinde, sabah akşam Allahü teâlâyı zikreden bir derviş var. Belki sizin meselenizi halleder. dedi. Bunun üzerine Sultan Selim Hân, sabahın erken saatlerinde câmiye gitti. Târif edilen bu zâtı, Allahü teâlâyı zikreder buldu. Yanına varıp selâm verdi. Selim Hân daha bir şey sormadan; Ey muzaffer Sultan! İnşâallahü teâlâ, cenâb-ı Hak Mısırın fethini sana müyesser edecektir. Allahü teâlânın bütün sevdikleri seninle berâberdir. Allahü teâlâ muînin, yardımcın olsun. Mısırın fethinden sonra İstanbula döndüğünde, oradaki Sünbül Sinân'dan gâfil olma sakın! dedi. Yavuz Sultan Selim Hân, bu müjdeye ziyâdesiyle memnun oldu. Şükür secdesine kapandı.
Sünbül Sinân hazretleri, 1529 (H.936) senesinde Allahü teâlânın izni ile vefâtının yaklaştığını anlayarak, dostlarıyla ve talebeleriyle vedâlaştı, helâlleşti. Talebeleri başucunda, Kurân-ı kerîmden Yâsîn-i şerîf sûresini okudular. Sünbül Sinân Efendi, son nefesinde Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Vefât ettiğinde seksen yaşındaydı. Kabrini, Kocamustafapaşadaki dergâhının ortasına kazdılar. Cenâzesini Fâtih Câmiine getirdiler. Âlimler, velîler, devlet erkânı ve binlerce İstanbullu, cenâze namazını Şeyhulislâm Ahmed ibni Kemâl Paşa'nın imâmetinde kıldılar. Sonra tekrar cenâzesini dergâhına getirdiler. Şimdi de mevcud olan türbesine defnettiler. O zamandan beri, binlerce âşığı ziyâret ederek, onun feyz ve bereketlerine kavuşmaktadır.
Sünbül Sinân hazretlerinin, Sünbülî tarîkatının usûl ve erkânı hakkında yazdığı Risâlet-ül-Etvâr adlı eserinden başka, Risâle-i Tahkîkiyye adlı bir eseri daha vardır.
1) Şakâyik-ı Numâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.371
2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; 49 Baskı s.1146
3) Sefînet-ül-Evliyâ; c.3, s.232
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.350
5) Tezkiret-ül-Halvetiyye
6) Lemezât