• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Kalu Bela Nedir? Ve Neyi İfade Eder?

TRWE_2012

Süper Moderatör
Üyelik Tarihi
2 Haz 2020
Konular
3,087
Mesajlar
5,879
MFC Puanı
20,700
1639018081464.png

KALU BELA NEDİR?

Kısa Tanım:


Allah Teâlâ, dünyayı ve varlıkları yaratmadan önce dünyaya gelecek bütün insanların ruhlarını yarattı. Onları ilahî huzurda topladı ve kendilerine, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sordu. Ruhlar da, “Evet, bizim Rabbimiz Sen’sin!” dediler. Bu zamana “Kâlû belâ” denir.

Hani Rabbin (ezelde) Ademoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir. (A’râf 172) Allah’ın insanlardan bu şekilde söz alması, Arapça telaffuzuyla “Kalu belâ” şeklinde halk arasında yaygınlaşmıştır.

İnsan her şeyden evvel, Rabbine karşı vefâkâr olmalıdır. Bu ise, ancak ve ancak O’nun emirlerine riâyetle gerçekleşir.

Vefânın en mühim seviyesi;

Cenâb-ı Hakk’ın; ruhları yaratıp;

“–Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurduğu vakit;

“–Elbette yâ Rabbî!..” diye cevap verdiğimiz; «Kalû Belâ»daki ahde vefâdır. ( el-A‘râf, 172)

KALU BELA AYETİ (A’RAF 172)

Arapçası:


وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
أَوْ تَقُولُواْ إِنَّمَا أَشْرَكَ آبَاؤُنَا مِن قَبْلُ وَكُنَّا ذُرِّيَّةً مِّن بَعْدِهِمْ أَفَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ الْمُبْطِلُونَ

Türkçesi:

Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, eleste birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn(gâfilîne).

Ev tekûlû innemâ eşreke âbâunâ min kablu ve kunnâ zurriyyeten min ba’dihim, e fe tuhlikunâ bimâ fealel mubtilûn(mubtilûne). (Araf 172)

Anlamı:

Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir.

Yahut, “Bizden önce babalarımız Allah’a ortak koşmuşlar. Biz onlardan sonra gelen bir nesiliz. Şimdi batılcıların işlediği yüzünden bizi helâk mı edeceksin?” dememeniz içindir. (Araf 172)

KALU BELA AYETİ TEFSİRİ

İslâm akîdesine göre insanoğlunun bütün sorumluluklarının başında Allah’ın varlık ve birliğini kabul etme ve yalnız O’nu İlah olarak tanıyıp kulluk etme görevi gelmektedir. Fakat insanlar, sorumlulukları hakkında gerektiği biçimde bilgi sahibi kılınmazlar yahut böyle bir bilgiye ulaşma yeteneği ile donanmış olmazlarsa bu durumu bir mazeret veya bahane olarak ileri sürmekte haklı olurlar. Bu sebeple söz konusu büyük sorumluluğun âdil bir temele dayanması için insanların bu hususta yeterli donanıma sahip kılınmaları gerekmiştir. Bu iki âyette insanların Allah tarafından böyle bir bilgi veya yetenekle donatıldığı haber verilmekte ve bunun gerekçesi açıklanmaktadır.

Tefsirlerde bu âyetlere başlıca iki farklı anlam verilmiştir:

1- Eski tefsirlerde geniş yer tutan, çoğu birbirinin tekrarı mahiyetindeki rivayetlere göre Allah Teâlâ dünyayı yaratmadan önce dünyaya gelecek olan bütün insanların ruhlarını –sonraları âyetin lafzından hareketle “rûz-i elest, bezm-i elest” şeklinde terimleşen– ruhlar âleminde bir araya getirerek onları kendi varlığına tanık kılmış; kendisinin onların rabbi olduğunu yine onlara onaylatmış; bu gerçeği tasdik ettikleri yönünde onlardan söz almış ve böylece kendisi ile dünyaya gelecek bütün kulları arasında bir tür sözleşme akdetmiş; ayrıca bu sözleşme yahut taahhüde onların bizzat kendilerini şahit tutmuş veya bir kısmını diğerleri hakkında tanık göstermiş ya da –bir başka yoruma göre– bizzat kendisinin ve meleklerin bu sözleşmeye şahit olduklarını onlara bildirmiştir.

Böylece insanların, “Bizim böyle bir sorumluluğumuz olduğunu bilmiyorduk” diyerek yahut inkârcılık veya putperestliği kendilerinin icat etmediğini, bunu atalarından miras aldıklarını, başka türlü bir bilgiye sahip olmadıkları için kendilerinin de bu inancı sürdürdüklerini, dolayısıyla bu hususta kendilerinin bir günahı ve sorumluluğu olmaması gerektiğini belirterek sorumluluktan kurtulmaları da önlenmiştir. İlk dönem Selef âlimleriyle sûfî âlimler, Sünnî ve Şiî kelâm bilginlerinin çoğunluğu âyeti böyle yorumlamışlardır.

2- Burada belirtilen sözleşme mecazi anlamda olup bu olay, dün-ya yaratılmadan önce değil, her insanın kendi bedeninin yaratılması sırasında gerçekleşmektedir. Bir görüşe göre zürriyetlerin baba sulbünde yaratılışı esnasında, başka bir görüşe göre anne rahmine yerleşip organik oluşumunu tamamlaması sürecinde Allah Teâlâ insanoğlunun doğasına ya da fıtratına kendisinin varlık ve birliğini tanıma, kavrama ve dolayısıyla kendisine inanma yeteneğini yerleştirmektedir. Şu halde Allah, her insanı, iman etmesi için yeterli zihnî ve psikolojik donanıma sahip kılmakta; iç ve dış âlemde kendi varlığına ve birliğine kılavuzluk edecek birçok kanıtlar yaratmaktadır; böylece O, sanki insanlara, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” diye sormakta, onlar da “evet” diyerek bunu tasdik etmektedirler.

İnsanın doğasındaki iman kabiliyeti bu âyetlerde temsilî bir dille anlatılmış bulunmaktadır (Zemahşerî, II, 103). Nitekim başka âyetlerde de buna benzer anlatımlar mevcuttur. Meselâ Fussılet sûresinin 11. âyetinde göğün ve yerin Allah’ın yasalarına göre işleyişi, “Dahası O, duman halinde olan semaya iradesini yöneltti; ardından ona ve arza, ‘İsteyerek veya istemeyerek (varlık sahnesine) gelin!’ buyurdu. ‘Boyun eğerek geldik’ dediler” şeklinde anlatılmıştır.

Mu‘tezile ve Mâtürîdî âlimleriyle bazı Eş‘arî ve Şiî âlimlerinin de bu görüşte oldukları bildirilmekte, Fahreddin er-Râzî’nin de bu görüşte olduğu anlaşılmaktadır (XV, 47). Başta İbn Teymiyye olmak üzere sonraki Selefîler, Allah’ın insandan ahid ve mîsâk almasını, insanın psikolojik muhtevasına kendi varlık ve birliğini tanıma kapasitesi vermesi şeklinde anlamışlardır. Nitekim Hz. Peygamber’in, “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar” anlamındaki hadisi de (Buhârî, “Cenâiz”, 93; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 18) bunu anlatmaktadır.

İlk görüş doğru kabul edildiğinde ruhların bedenlerden önce yaratıldığını da kabul etmek gerekmektedir. Ancak ikinci görüşü benimseyenler bunun doğru olmadığını savunurlar. Konu insanın bilgi alanını aştığı ve gayb alanına girdiği için âyetlerde bildirileni tasdik ederek insanlardan bir şekilde iman sözü alındığına inandıktan sonra bunun mahiyetinin ne olduğu hususunda kesin bir görüşü kabul etmek gerekli değildir. İşin hakikatini Allah bilir. 174. âyette işaret buyurulduğu üzere insana düşen görev, Allah’ın rab olduğu gerçeğini kavrayabilecek güçte yaratıldığına ve bu hususta kendisinden söz alındığına iman edip verdiği söze sadık kalmaktır.

Kaynak: Diyanet İşleri – Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 623-652


 

TRWE_2012

Süper Moderatör
Üyelik Tarihi
2 Haz 2020
Konular
3,087
Mesajlar
5,879
MFC Puanı
20,700
EK NOT :
ÖN BİLGİLER:

Aşağıda yazılanlar istekuran.net yerliğinden Araf suresinin açıklandığı dördüncü bölümden alıntılanmıştır.
Alıntı, ilgili surenin 172, 173 ve 174. ayetlerinin sözcük sözcük irdelenmesini kapsamaktadır.
Alıntıda adı geçen sure ve ayetlere bağlantı eklenmiştir. Bu bağlantılar, aşağıdaki çevirileri karşılaştırmak isteyenler için -birçok kimsenin anlamlandırmalarının (meallerinin) bulunduğu- kuranmeali.com yerliğine yönlendirmektedir.
Ayetleri çeviryazısından (transkripsiyon) sözcük sözcük Türkçeleriyle incelemek isteyenler ayrıca şu yerliğe başvurabilir: kuranmeali.org
Yay içindeki "eb." kısaltması "ekleyen ben" demektir.
Okunmasını kolaylaştırmak için birtakım yerler kalınlaştırılmış, eğilmiş ve boyanmıştır.
══════════════════════════════════════════════════════════════
172,173. Hâlbuki senin Rabbin, kıyâmet günü, “Biz, bunlardan bilgisizdik” demeyesiniz yahut “Bundan önce atalarımız ortak koşmuş, biz onlardan sonra gelen kuşaklarız, bâtılı işleyenlerin işledikleri nedeniyle bizi mi değişime/ yıkıma uğratacaksın?” demeyesiniz diye, Âdemoğulları’nın sulbünden onların soylarını alır ve onları kendi nefislerine tanık eder; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Derler ki: “Elbette Rabbimizsin, tanıklık ediyoruz.

Hiç kuşku yok ki Kur’an hem mübin [apaçık], hem de mufassaldır [tafsilâtlıdır]. Kur’ân’ın böyle olduğu Rabbimizin beyanı ile sabittir. Böyle olmasına rağmen Kur’an’daki bazı ifadelere -sanki anlaşılmamış veya anlaşılamazmış gibi- açıklama getirmek için asılsız rivayetlere müracaat edilmiş ve tutarsız yorumlar yapılmıştır. Bunların sonucu olarak ortaya dinimizle hiç alâkası olmayan binlerce acayip kavram ve inanış çıkmıştır. Bunlardan biri de “Kalu Bela” veya “Elest Bezmi” kavramıdır. Bu kavram, surenin 172–174. ayetlerinin açıklaması için uydurulan rivayetlerde icat edilmiştir.

KALU BELA / BEZM-İ ELEST

A’râf suresinin 172–174. ayetleri dirayetle anlaşılmaya çalışılmadığı için, açık olmayan, gaybî manalar içeren bir ayet muamelesi görmüş ve ayetlerin anlaşılıp anlatılması da uydurmacılara kalmıştır. Bu konudaki uydurmacılar ve uydurulanlar o kadar çoğalmıştır ki, “Kalu Bela” veya “Bezm-i Elest” adlarıyla özel bir tasavvuf kültürü ve edebiyatı meydana gelmiştir. Bu gidişatın doğal sonucu olarak konunun kaynağı olan A’râf suresinin 172–174. ayetlerinin meali (eb. 172, 173, 174) de dirayetsizce ve ortaya çıkan uydurmalar doğrultusunda yapılmıştır.

Aşağıdaki meal, mevcut meallerin bir çoğuna da örnektir:
“Hani Rabbın; âdemoğullarının sulbünden soyunu çıkarmış ve kendilerini nefislerine şahit tutmuş: Ben sizin Rabbınız değil miyim? demişti. Onlar da demişlerdi ki: Evet, biz buna şahidiz. Kıyamet günü: Bizim bundan haberimiz yoktu, demeyesiniz.

Veya daha önce sadece atalarımız şirk koşmuştu, biz ise, onların ardından gelen bir nesiliz, bizi bâtıl işleyenlerin yaptıkları yüzünden helak eder misin demeyesiniz.

İşte biz âyetleri böyle uzun uzadıya açıklarız. Belki dönerler diye.”

Görüldüğü gibi, yapılan meal yeterince anlaşılır değildir. Arapça bilgilerine güvenerek ayetleri böyle meallendirenler de büyük olasılıkla kendi yaptıkları bu mealden bir şey anlamamışlardır. Söz konusu ayetlerin sonunda “İşte biz ayetleri böyle uzun uzadıya açıklarız” denilmesine rağmen yapılan mealleri neden yeterince anlaşılır değildir, bunun üzerinde dikkatle durulması gerekir. Bize göre sorun, âyetlerden bir şey anlayabilmek için rivayetçilerin eteğinden tutmak ve onların “Rasülüllah bu konuda şöyle buyurdu …” diye yaptıkları yalan yanlış açıklamaları itirazsız kabul etme alışkanlığından kaynaklanmaktadır. Her konuda rivayete ihtiyaç duyma alışkanlığı, o konuyla ilgili âyetlerin anlaşılmasında ortaya konması gereken tefekkür ve gayreti azaltan bir etki yapmaktadır.

Mesela İbn-i Kesir bu konu ile ilgili olarak tefsirinde on farklı rivayete, Suyutî ise ed-Dürrü’l-Mensur adlı eserinde yaklaşık elli rivayete yer vermiştir. Özellikle peygamberimize isnat edilerek rivayet edilmiş bu haberlerin hepsi de birbirinden farklı, birbiriyle çelişik, özü ve muhtevası değişik rivayetlerdir. Zihni melekeleri sağlam, akıllı ve düşünen bir insanın bu rivayetlere bakıp “Peygamberimizi bu tutarsız sözlerden, biri diğerini nakzeden bu tür rivayetlerden tenzih ederiz!” demekten başka çaresi yoktur. Peygamberimizi böyle bir kusurdan biz de tenzih ediyor ve bu rivayetlerden Kütüb-ü Sitte’de yer alan iki tanesini ibret için aktarıyoruz:

Rivayet 1:
Müslim İbn Yesar el-Cühenî anlatıyor: “Hz. Ömer RA’dan, “Rabbin Âdemoğullarından; bellerinden zürriyetlerini … (A’raf 172-173)” âyetinden soruldu. Hz. Ömer RA. şu cevabı verdi: “Bu âyetten Rasülüllah’a da sorulmuştu. O şöyle açıkladı: “Allah, Âdem’i yarattı sonra sağ eliyle meshedip ondan bir zürriyet çıkardı ve: “Bunlar cennet içindir, bunlar cennet ehlinin ameliyle amel ederler” dedi. Rabb Teala, ikinci defa sırtını okşadı, ondan bir nesil daha çıkardı ve: “Bunları da cehennem için yarattım, bunlar da cehennem ehlinin amâlini işleyecekler” dedi.

Cemaattan bir adam: “Ey Allahın Rasülü! (Kaderimiz ezelden yazılmış ise) niye amel ediyoruz? diye sordu. Rasülüllah şu açıklamayı yaptı: “Allah bir kişiyi cennet ehli olarak yaratmışsa onu cennet ehlinin amelinde çalıştırır. Öyle ki cennetliklerin bir ameli üzere ölür ve Allah da onu cennetine koyar. Aksine bir kulu da cehennem ehli olarak yaratmışsa, onu da cehennemliklerin amelinde istimal eder. Öyle ki bu da cehennemliklerin bir ameli üzere ölür, Allah da onu cehenneme koyar.”[90]

Rivayet 2:
Ebu Hüreyre anlatıyor: Rasülüllah buyurdular ki: “Allahü Zülcelâl Hazretleri Âdem’i yarattığı zaman sırtını meshetti. Bunun üzerine kıyamete kadar onun neslinden yaratacağı insanlardan her birinin iki gözü arasına nurdan bir parlaklık koydu. Sonra hepsini Âdem’e arzetti. Âdem:

“-Ey Rabbim bunlar kim? diye sordu.

“-Bunlar senin zürriyetindir” dedi.

Onlardan bir tanesi dikkatini çekti, gözlerinin arasındaki parlaklık çok hoşuna gitmişti.

“-Ey Rabbim şu da kim?” diye sordu.

“-Dâvûd!” deyince.

“-Pekâlâ, ne kadar ömür verdin?” diye sordu.

“-Altmış yıl!” dedi.

Âdem:

“-Ey Rabbim, ona benim emrimden kırk yıl ilave et!” dedi.

Rasülüllah buyurdular ki: Âdem’in yaşı kırk yıl eksik olarak kesinleşince hemen ölüm meleği geldi. Âdem ona:

“-Yani benim ömrümden kırk yıl daha geride kalmadı mı?” dedi. Melek:

“-İyi ama, dedi, sen onu oğlun Dâvûd’a vermedin mi?”

Âdem inkar etti, zürriyeti de inkar etti, Âdem unuttu ve meyveden yedi. Zürriyeti de unuttu. Âdem hata işledi, zürriyeti de hata işledi.”[91]

Bu rivayetlere dayanılarak Müslümanlar arasında oluşturulmuş inancı şöyle özetlemek mümkündür:

Allah, henüz bedenleri yaratmadan önce ruhları karşısına toplamış ve onlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuştur. Ruhlar da “Belâ! [Hiç şüphesiz sen bizim Rabbimizsin]” diye cevap vermişler ve böylece Müslüman olmuşlardır.

Konunun özeti bu olmakla beraber, Allah ile ruhlar arasında yapılmış olan bu sözleşmenin yeri ve zamanı konusunda rivayetlerde bir birlik sağlanamamıştır. Şöyle ki: Bazı rivayetlerde bu sözleşmenin Neman bölgesinde [Arafat’tan Mina’ya kadar olan vadide], bazılarında ise Taif ile Mekke arasındaki bölgede yapıldığı yer almaktadır.

Sözleşmenin zamanı konusunda ortaya atılan görüşleri de iki kısımda toplamak mümkündür:

– İnsanların bedenleriyle birlikte dünyaya gelmelerinden önce, zerreler hâlindeki zürriyetlerinden topluca alınmış bir ahit yoktur. Bu sözleşme mecazî anlamdadır ve bedenlerin yaratılmasıyla gerçekleşmiştir.

– Allah’ın insanlardan aldığı ahit, insan türünün fiilen dünyaya gelmesinden önce gerçekleşmiştir. Bütün insanların zürriyeti, Âdem’in sırtından zerreler hâlinde çıkartılmış, onlara ruh ve akıl verilerek ilâhî hitapta bulunulmuş, onlar da buna sözlü olarak cevap vermişlerdir. Bu olay mecazî ve temsilî bir anlatım değildir, gerçekten vuku bulmuştur.

RİVAYETLERİN AKLEN VE NAKLEN TAHLİLİ:

Rivayet 1’de, cemaatten bir adamın sorusuna cevap olarak peygamberimizce yapıldığı öne sürülen açıklama gerçekte bir “açıklama” değil, düpedüz Cebriyeciliktir (eb. Cebriye-Vikipedi).

– Konumuz olan ayette insan soyu “Benî Âdem [Âdemoğulları, insanlar]”, “Zürriyetehüm [Âdemoğullarının zürriyetleri/soyları]”, “Min zuhûrihim [Âdemoğullarının sırtları/belleri/sulbleri]” kelimeleriyle çoğul olarak zikredilmiştir. Ayette kesinlikle tek olarak Âdem’den bahsedilmemiştir. Oysa rivayetler, yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi hep Âdem odaklıdır.

– Ayette konu edilen “ataların şirki” Âdem’e fatura edilemez. Çünkü Âdem müşrik değildir. (A’râf suresinin 189. ayeti ile ilgili olarak Razi ve İbn-i Kesir’in yaptığı açıklamalarda Âdem’e şirk isnat edilmiş, şeytana kulluk yaptırılmış ve kendi çocuğuna “Abdülharis [şeytanın kulu]” adını verdiği ileri sürülmüştür.)

– Rivayetlere bakılırsa, insan misak vaktinde ve dünyada, kabirde, kıyamette hayat bulmuştur. Bu kabule göre onun yine misaktan sonra ve dünyada, kabirde ölmesi gerekir. Böyle bir anlayış, insanın doğmadan önce ölü olduğunu, sonra canlanıp dünyaya geldiğini, daha sonra öldüğünü ve en sonunda da diriltilip haşrolunduğunu bildiren Mümin suresinin 11. ve Bakara suresinin 28. ayetlerine, dolayısıyla da gerçeğe terstir.

– Rivayetlerde sözleşmenin tarafı olarak zerrelerden söz edilmekte ve Rabbimiz tarafından bildirilmemiş bilgiler verilmeye çalışılmaktadır. Oysa herhangi bir sözleşmede taraf olacakların akıllı ve reşit olmaları gerekmektedir. Dolayısıyla insanların zerreler hâlinde iken taraf oldukları bir sözleşmeden sorumlu tutulmaları mantıklı değildir. Zaten bu sözleşmeyi bilen ya da hatırlayan tek kişi bile yoktur.

Rivayetlerle ilgili olarak daha onlarca ta’n [ayıplama, kınama, suçlama] noktası sıralamak mümkündür. “Bir delinin kuyuya attığı taşı bin akıllı çıkaramaz” özdeyişi de göstermektedir ki, dinî literatürümüze girmiş bu tür akıl dışı görüşlerin ayıklanabilmesi, bu inanç ve kabullerin zihinlere yerleşmesinden çok daha zordur. Nitekim milyonlarca Müslüman hâlâ bu konudaki asılsız rivayetlerin tesiri altında kalmaya devam etmekte ve “Ne zamandan beri Müslümansın?” sorusuna “Kâlû Belâ’dan beri” diye cevap verme gereğini duymaktadır.

KONUMUZ OLAN AYETLERİN TAHLİL DÜZENİ:

Konumuz olan üç ayet, 163–174. ayetlerden oluşan pasajın bitim noktasını oluşturmaktadır. Bu pasajda Rabbimizin insanları bazı şeylerle deneyeceği, insanların bir kısmının sorumluluk sahibi olarak duyarlı davranacağı, diğer kısmının ise vurdumduymazlık sergileyerek görevlerini yapmayacağı, bu durumun kıyamete kadar böyle süreceği, sonuçta da sorumsuzların cezalandırılıp sorumluların ödüllendirileceği; ayrıca kâfirlerin seçmiş oldukları yolu gaflet ve bilgisizlikten değil kesinlikle bilinçli olarak istedikleri, bunu da herhangi bir bahaneye başvurmadan itiraf ederek kendi aleyhlerine tanıklıkta bulunacakları bildirilmektedir.

Meal ve tefsirlerin çoğunda rivayetlerin etkisiyle konumuz olan bu ayetlere birçok ekleme yapılmış, bu nedenle de ayetlerin gerçek anlamından ister istemez uzaklaşılmıştır. Biz söz konusu ayetleri sözcük sözcük tahlil etmek suretiyle güvenli bir yol izleyecek, böylece konuyu mevcut meal ve tefsirlerle karşılaştırarak okumak isteyenlerin yapılan ilâveleri daha rahat görmelerini sağlamaya çalışacağız.

Hâlbuki senin Rabbin,

Metinlerde genellikle “vaktiyle”, “bir zamanlar” diye tercüme edilen “ إذiz” edatı, bu edatın “anlamca zait olduğu, birçok yerde kelâmı süslemek için kullanıldığı” görüşündeki bazı tefsirciler ve bunlara itibar edenler tarafından meallerin çoğunda anlamca ihmal edilmiştir. Oysa “iz” edatı, anî ve beklenmedik bir şeyin meydana gelmesini veya anlatılan konuda birden bire yapılan bir dönüşü, değişikliği ifade etmek için kullanılır ve bu edattan sonra anlatılan konunun yer aldığı pasajın başlangıcı olur. Burada ayet “ve” bağlacı ile başlamaktadır. Bu, “iz” edatı ile başlayan konunun daha önceki ayetlerle bağlantılı olduğunu gösterir. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, bu bölümün “Hâlbuki senin Rabbin” diye çevrilmesi gerekir.

… kıyamet günü, “Biz, bunlardan gafildik” demeyesiniz, yahut “Bundan önce atalarımız şirk koşmuş, biz onlardan sonra gelen zürriyetiz/kuşaklarız, bâtılı işleyenlerin işledikleri nedeniyle bizi mi helâk edeceksin?” demeyesiniz diye

Bu cümlede Rabbimiz, insanoğlunun yapısına koyduğu üreme sistemi ile her kuşağa, her nesle kendi varlığını en iyi şekilde gösterdiğini belirterek bu sebeple şirk koşanların kıyamet günü mazeret bulamayacaklarını bildirmektedir.

Âdemoğullarının sulbünden onların soylarını alır,

Ayetin orijinalindeki fiillerin tümü geçmiş zaman kipiyle ifade edilmiş olup bu cümlede geçen “EHAZE” fiilinin Türkçedeki tam karşılığı “aldı” sözcüğüdür. Ancak insanların yeryüzüne gelişi herhangi bir zaman diliminde olmuş bitmiş bir şey değildir; insanoğlunun yeryüzündeki sorumluluk sınavı son insan nesline kadar devam edecek bir süreçtir. Yüce Allah “Rabb” sıfatıyla insanoğluna bu süreci başarıyla değerlendirebileceği birçok üstün yetenek vermiş, Hakk’ı bulması için kitap indirmiş ve peygamber yollamıştır. Yani, insanoğlunun gerek yetenekleri, gerekse kitaptan ve peygamberden yararlanması süreklidir, daima tekerrür eden bir süreçtir. Dolayısıyla gerek “ehrace” fiilinin gerekse ayette geçen “ اشهدeşhede [tanık etti]”, “ قالواkâlû [dediler]”, “ شهدناşehidnâ [tanık olduk]” fillerinin “şimdiki zaman-geniş zaman” kipiyle meallendirilmeleri gerekir. Söz konusu fiillerin ayette mazi [geçmiş zaman] kipiyle kullanılmış olması, anlatılan olayların gerçekleşeceğinin kesinliğini vurgulamak içindir.

ve onları kendi aleyhlerine tanık eder;

Piyasadaki birçok meal ve tefsirde bu bölüm de eksik olarak “Kendilerine şahit tuttu” gibi ifadelerle meallendirilmiş ve tanıklığın lehte mi yoksa aleyhte mi olduğu belirtilmemiştir. Söz konusu tanıklık, “ala enfüsihim [kendi aleyhlerine]” şeklinde ifade edildiği için aleyhte bir tanıklıktır. Bu husus kesinlikle gözden kaçırılmamalıdır.

Ben sizin Rabbiniz değil miyim?

Tahlilini yaptığımız konuyu anlayabilmek, bu soru cümlesinin manasını ve pasaj içindeki yerini bilmeye bağlıdır. Hemen belirtmek gerekir ki, piyasadaki birçok meal ve tefsirde yapılmış olan “dedi”, “demişti” gibi eklemeler, ayetin orijinal ifadesinde yoktur.

Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusu ile başlayan “Elestü bi rabbiküm?” “Kâlû: Belâ… Şehidnâ.” “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?Derler ki: “Evet, Rabbimizsin. Tanık oluyoruz” cümlesi, ayette kendisinden önce yer alan “Ve eşhedehüm ala enfüsihim [ve onları kendi aleyhlerine tanık eder]” cümlesinin bedelidir; onu açıklar, tefsir eder. Dolayısıyla, bu cümle Allah’ın insanları kendi aleyhlerine nasıl tanık ettiğini açıklamaktadır.

Verilecek cevabı bilmesine rağmen Rabbimizin insanlara soru yöneltmesi, mesajın karşılıklı konuşma yöntemi ile verilmesi sebebiyledir. Bu metod aynı zamanda bir “Belâğat” sanatıdır. Belâğat ilmine göre soru cümleleri, bir şeyi sorup öğrenmekten daha çok, bir şeyi inkâr ya da takrir için veya muhataba iltifat ve minnet için, yahut da muhatabı tekdir ve sorumlu tutmak için kullanılır.

Bu soru cümlesi ile ilgili olarak yanlış anlamalara, yanlış kavram ve inançların oluşmasına yol açan bir husus da “rabb” sözcüğünün toplumda “ilâh”, “yaratan” anlamında kullanılması sebebiyle cümlenin “Ben sizin Allah’ınız, yaratıcınız değil miyim?” şeklinde anlaşılmasıdır. Oysa “rabb” sözcüğü “Terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak bir takım hedeflere götüren, tekâmülü programlayıp yöneten” demektir. Buna göre soru cümlesinin içerdiği gerçek anlam şöyle takdir edilebilir: “Ben, sizin yaratılışınızı, yaşayışınızı, üremenizi plânlayan; sizi terbiye eden, sizi bir hedef için hazırlayan, size akıl fikir veren; size doğruyu bulma, Rabbinizi bilme, hakikati idrak edebilme güç ve istidadını veren; ayrıca size peygamber yollayan, kitap indiren değil miyim?

Derler ki: Elbette Rabbimizsin,

Burada geçen “ بلىbelâ” sözcüğü, “neam” sözcüğü gibi “Evet” anlamına gelen bir tasdik edatıdır. Fakat “ نعمneam” sözcüğü, olumlu veya olumsuz her söyleneni tasdik ve takrir için kullanılabilirken “belâ” sözcüğü sadece olumsuz soruya cevap olarak kullanılabilir. Meselâ; “Ali geldi mi?” sorusuna verilen “neam” cevabı, “Evet, Ali geldi” anlamına gelir. Ama soru, “Ali gelmedi mi?” şeklinde sorulacak olursa, bu takdirde “neam” cevabı “Evet, Ali gelmedi” demek olur. “Bela” edatı ise sadece olumsuz soruya cevap olarak verilebileceğinden, daima menfinin sübutunu ifade eder. Dolayısıyla, “Ali gelmedi mi?” sorusuna “belâ” cevabı verilecek olursa, bu cevap “Evet, Ali geldi” demek olur.

Konumuz olan ayette de “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna karşılık “bela” dendiğinden, cevap da “Evet, Sen bizim Rabbimizsin!” demektir.

Ayetteki bu diyalogdan anlaşılıyor ki, insanlar kıyamet günü kesinlikle inkâra yönelmeyeceklerdir. “Rabb” sözcüğünün anlamı dikkate alınarak, verilen cevap şöyle takdir edilebilir: “Evet, Sen bizim Rabbimizsin; Sen, bizi terbiye ettin, bizi bir hedef için hazırladın; bize akıl fikir verdin, bize doğruyu bulma, Rabbimizi bilme güç ve istidadını verdin, ayrıca bize peygamber yolladın, kitap indirdin. Ama biz bunlara itibar etmeyen suçlular olduk; kendi aleyhimize şahidiz.

Üreme olayında herkesin tanık olduğu Allah’ın imzasını taşıyan ayetler: Meninin yapısı, Cinsiyetin belirlenmesi, rahim duvarına asılı olma, Bir çiğnemlik et olma, kemiklerin oluşumu, kemiklerin etle kaplanması, üç karanlıkta yaratılma, sulb teraib, atan su, döllenme şekli, doğum şekli; anne ve bebekte oluşan sevgi bağı vs.

tanıklık ediyoruz

Ayetin bu bölümü de tefsirlerin çoğunda “Senin Rabbimiz olduğuna tanığız” şeklinde yanlış olarak açıklanmıştır. Ayette insanların neye şahit oldukları beyan edilmemiştir. Zaten edebî kurallara uygun olması bakımından da beyan edilmemesi gerekir. Burada, ayetin sibakının delâletiyle “şehidna” fiilinin mef’ulü [tümleci] mahzuf olarak takdir edilen “alâ enfüsina (kendimizin aleyhine)” ifadesidir. Kur’an’ı anlayacak kadar Arapça bilenler, cümlenin siyak ve sibakına [bağlamına] iyi dikkat ettikleri takdirde bu gizli tümlecin “alâ enfüsina” ifadesi olduğunu kolayca anlarlar. Bu nedenle “şehidnâ” ifadesi “Biz kendi aleyhimize tanık oluyoruz” şeklinde anlaşılmalıdır.

Nitekim En’âm suresinde de bu ayetin tefsiri mahiyetinde bir ifade mevcuttur:
130. Ey gizli, âşikar, geleceğin, bugünün insan topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bugününüze kavuşacağınız hususunda sizi uyaran kendinizden elçiler gelmedi mi? Onlar, “Kendi aleyhimize şâhitiz” dediler. Basit dünya yaşamı onları aldattı ve onlar kendilerinin kesinlikle kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin ta kendisi olduklarına şâhitlik ettiler.

131.İşte bu; Rabbinin, halkı ilgisiz, bilgisiz iken, ülkeleri haksız yere değiştiren/yıkıma uğratan biri olmayışıdır.

(En’am /130, 131)
Yapılan tanıklığın “kendi aleyhlerine” olduğu şeklinde hem bu surenin 37. ayetinde hem de Nahl suresinin 89. ayetinde benzer ifadeler mevcuttur.

Haklarında yeterli ve ikna edici bilgiler bulunmayan kişilerce öne sürülen bazı görüş ve kanaatleri birer akide haline getirmemek, garip rivayetlerin arkasına düşüp yanlışlar içinde kaybolmamak ancak ayetlerin doğru anlaşılmasıyla mümkün olmaktadır. Ayetlerin doğru anlaşılması için Rabbimizin yardımını istemeli, O’ndan ilmimizi, anlayışımızı ve kavrayışımızı arttırmasını talep etmeliyiz. Ankebût / 57’de söz verdiği gibi, uğrunda üstün çaba harcayanları Yüce Allah mutlaka kendi yollarına ulaştırır.

174.Ve işte Biz, düşünsünler diye âyetleri böyle ayrıntılı olarak açıklıyoruz.

Gerçekten de Rabbimiz kendi varlığına yönelik kanıtları, uzaklarda aramamıza gerek kalmayacak şekilde çok yakına, kendi bünyemize de yerleştirmiştir. Kendi varlığı hakkında tefekkür eden, biyolojik yapısındaki fiziksel ve zihinsel sistemler, özellikle de üreme sistemi üzerinde düşünen bir insanın “Benim Rabbim Allah’tır!” dememesi mümkün değildir.

Kaynak :
Kod:
https://istekuran.net/sureler/39-a-raf-suresi-4.html
 
Üst