• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Makalat Şems-i Tebrizi Bölüm 4

Üyelik Tarihi
5 Kas 2012
Konular
147
Mesajlar
595
MFC Puanı
10
Bir gün hayalin bana geldi vuslatinin şarabiyle mest oldum
Uzun bir gece boyunca sarılarak yattık, sabahın yüzü parlayınca ayrıldık.
Bütün varlığım senin varlığına feda olmuş, benliğim senin benliğinle dolmuştur.
Allahyı aramaya o zaman koyulursun. Öyle bir Allah ki, içinde aklın, hayalin kaybolduğu şu gönülleri yarattı. Bir yıldızı
bile anlamak mümkün olmuyor. Bu konuda, filozoflar, gök bilginleri, tabiat bilginleri ne demiş olurlarsa olsunlar, iş onların
dediği gibi değildir. O, yıldız şimdi öyle bir âlemden var olmuştur ki, bütün bu varlıklar da o âlemden gelmiştir. O, nasıl bir
âlemdir?
Gübre içinde kımıldayan bir böcek bile ister ki Allahyı görsün ve bilsin. Bu yolda başları dönmüş, ciğerleri parça parça
oluncaya kadar canlarını feda etmiş olanlar, o âlemden aşağı inmişler. O âlem de, böylece onları seyretmektedir. Bunlar
isterler ki, ölüm çağına erişsinler de Allah kendilerine taze bir hayat versin. Bazılarının da karınlarına kan dolar; Allah onları bu
âlemde öldürünce mülk, mal can ve bütün varlıklarından vazgeçer, Rey Şehri padişahı İbrahim Ethem gibi başka bir hayata
kavuşurlar.
Mevlânâ, Hak yolunu arıyordu. Bir kadına veya bir gence âşık olan kimse, bir gün dükkânını, tezgâhını terk eder; işini
gücünü bırakır. Öyle bir insana, «Seni asacaklar,» deseler, «Zaten ben de onu arıyorum, asın beni,» der. Âşıkta can korkusu
yoktur, malın mülkün de değeri yoktur. O, bekası olmayan fâni bir sevgili için ölür; her ikisi birlikte toprağın altına giderler. Şu
halde başlangıcı ve sonu olmayan her türlü eksiklerden arı, tertemiz ulu Allahnın âşıkı olun, onu sevin ki, o ölümsüzdür.
İbrahim Ethem, çok mal feda etti. Bu ebedî sevgiliye kavuşmak için gördüğü dervişlere can bağışlardı. Elbisesinin
altından sert palaslar giyerdi. Gündüzleri gizlice oruç tutar, gizli halvetlerde ilâhî sohbetler ederdi. Sonra gönlü daralır, hiç bir
gönül açıklığı gelmiyor diye üzülürdü. Dervişe halkın somurtkanlığından bir ziyan gelmez; bütün âlemi sular kaplasa, denizler
tassa kazın ne umurunda? Niçin veliler, «Ey Allahm, beni besle ve beni başarılı kıl!» derler Nebiler, «İnandık ve gerçekledik,»
demekle yetinirler. Burada, ince manalar vardır. Nebiler, bir dilek dilemediler ancak «İnandık,» dediler. Ama veliler, Haktan
bir istekte bulundular. «Beni besle, işlerimde başarı ver!» diye yalvardılar. İşte bunu söylemek, nebilerin işi değildir. Allah
erlerinin sözü ancak benzetmeyle bilinir. Onların bunlardan haberi olsaydı sözleri değişik olmazdı. Onlar, ancak nazım ve
kafiye yönünden ve başka yollardan giderler. «Nebilerin haline (M. 12) nasıl erişebiliriz? Belki velilere ulaşabiliriz,» derler.
Evet, «Bu beni besle ve beni başarıya ulaştır!» yolundaki dua insan için ayıptır. Bazan insanda bir ayıp olur ki bin hünerini
örter; halbuki bir hüner gerekir ki bin ayıbı örtsün.
Bir insan da vardır ki, hiç bir eksik tarafı yoktur ama kincidir. Bu hal bütün hünerlerini örter. Sonunda, «Sana lanet
osun!» hitabına hak kazanır. İyi adamın gözü ayıbı görmez. Şeyhin biri bir leşin yanından geçerken orada toplanan halkın
burunlarını tutarak yüzlerini öte tarafa çevirdiklerini, oradan acele acele geçtiklerini görür. Şeyh ne burnunu tutar ne yüzünü
çevirir, ne de adımlarını sıklaştırır. Kendisine, «Ne bakıyorsun?» diye soranlara da, «Ne beyaz, ne güzel dişleri var!» diye onu
övmeye başar. Leş ona hal diliyle şöyle söyler: «Sizin amel defteriniz değişiktir. Bu değişiklik de Cebir yönündendir; yani alın
yazınız böyledir.»
Değişik, renk renk yazılar yazmamaya bak. Nihayet bu Cebriye'yi bu taife iyi bilir (Cebriye (Determinizm)
görüşüne göre kul, hareketinde, işinde mecburdur. Yaptığı şeyler önceden tespit edilmiş olan bir plana bağlıdır;
alınyazısıdır ve değişmez. (Ç.)). Eğer sen, bu Cebriye düşüncesiyle görürsen çok şeyler kaybedersin. Zaman zaman bir köye
gider, yatarız; bakalım Allah ne buyurur, diye bekleriz. İyi adam kimseden şikâyetçi olmaz, gözü ayıp ve kusur aramaz.
Şikâyet eden çok kere kötü adamdır. Boğazını sıktığı zaman kusurun kendisinde olduğunu açığa vurur. O, bir taraftan şikâyet
eder; bu, öteki taraftan. Her iki taraf da kendi hesabına başka düşünür. Kendi tarafına gelince Kaderiye'den (Kaderiye,
görüşüne göre, kul, yaptığı işin yaratıcısıdır. Hareketleri hiç bir zorunlukla kayıtlı değildir, serbesttir. (Ç.)), dostu tarafına
gelince Cebriye'den olur. Cebriye inancının iç yüzünü bu taife (sofîler taifesi) bilir. Başkaları ne anlar? Cebriyede de, bir gerçek
Cebriye, bir de taklitçi Cebriye vardır. Taklit olana ne bakarsın? Gerçek tarafına niçin bakmazsın? Sen bize hizmeti artır ki, biz
de duayı artıralım. Nasıl ki iyi ameli ağır basanlar kurtuluşa ermişlerdir.
Şiir:
Senden ayrıldığımdan beri gözlerim karardı
Gözlerimin bulutlarından yağmurlar gibi yaşlar aktı.
Aşıkların sohbetinde şu yönden bir heybet vardır ki, insan, «Acaba bendeki, kendi kendini ayıplayan nefsimin
hakikatine kanmış bir hale gelmesi için gösterdiği gelişme arttı mı; belirmeye başladı mı?» diye düşünür. Gerçek aşk için
söylüyorum, yine gerçek araştırmadan bahsediyorum. O anma ve araştırma ki, bir dilekten ibarettir. Senden, Hakkı arama
hususunda yükselmiş bir ses değildir. Yani, «Keski olsaydı, yahut nerededir o?» gibi sadece bir anmadan ibaret olur. Gerçek
bir âşıkm eski pabuçlarının tozunu, bu zamana şeyhlerinin, âşıklarının başına değişmem. Gece oyuncuları gibi perde
arkasında hayaller gösterenler, o sahtecilerden daha iyidirler. Çünkü onların hep-; . hokkabazlık yaptıklarını söylerler;
oyunlarının bv yalan olduğunu gizlemezler. Ekmeklerini 'kazanmak için, yoksulluktan ötürü bu işi yaptıklarını açıkça
söylerler. Bu yönden, bu oyuncular, ötekilerden üstündürler. Ona bir yol ile bir söz söyledim ki, bunu başkalarına
söylesem incinirler di. O diler ki, heva ve heves kendisini yukarıdan ve aşağıdan, her tarafından sarsın; işte o zaman ondaki
parlaklık ve sözlerindeki güzellik nevadan gelmiştir. Ondan ayrılan her heva dalgacığı yine kendisine döner. Bu söz ona
erişince hoşlanır. O, heva tekrar alçalınca onu da alçaltır. O, bu sözden de hoşlanır, işine gider, kendi sözü kendisine senet
olur. Gerektir ki, ona Medreseden bir nasip olsun da sevgisi ve muradı yerine gelsin. O, artık herkesle şakalaşır; üstü başı
yenilenir, bazı ululara ve yabancılara karşı fenalık düşünür, Dervişlere karşı saygı göstermez, onları gözetmez olur.
Benden daha akıllı kim vardır? Ben (M. 13) Siraceddin'den bilgi öğrendim, bana kim akıl öğretebilir? Allahyı arama
yükünü başında taşıyabilecek benden daha yetkili kim olabilir? diye kuruntulara kapılır. Başta gelen şeyhlerden bize
varıncaya kadar gelip geçenler, bir takım sınıflara ayrılırlar, îşe baştan başlamak gerek. Heva ve heves bahsinde kalmıştık.
Buna, çeşitlidir denilemez. Senâi başka, Seyyid başka, o başka demek imkânsızdır. Bunu bir divane bile söylemez. Hatta daha
kötü bir divane bile bundan bahsetmez. Nihayet, bir yıl bu huyunu terk et; yalvarmalar ve niyazlarla sırtına bir hırka geçir,
seni genç bir Ermeni kölesi gibi satarlar. O havadan geçinmeyi bırak. Sen heva ve heves için yaratılmadın. Bu öğütü canında
sakla. Olmıya ki, bunu kırık dökük sözlerle halka söyleyesin, de onları incitesin!
Sevgilisine kavuşan âşık naz eder. Ama sevgiliye kavuşmadan önceki naz hoşa gitmez.
Yukarıda sözü geçen vezir, «Bu mücevheri nasıl kırayım?» dedi. Şah, «Doğru söylüyorsun,» dedi. «Nasıl kırabilirsin?»
Gözüne bir buse kondurdu. Şimdi bu ha-raketiyle, yani vezirin gözünü öpmekle, aradığı gafil adamı bulduğunu gösteriyordu.
Halbuki yaptığı denemede akıllı bir adam arıyordu. Biri mecliste çok hareketli olan bir adama iltifatlar göstererek sordu:
«Kendi kendinize hep alıp veriyorsunuz. Bu hal icabı mı olsa gerek?» Dedim ki: Hareket iki türlüdür. Biri işkence edilen bir
adamın çırpınması, sopadan kıvranması gibidir. Öteki de lâle bahçelerinde, reyhanlar, yabanî güller arasında gösterilen canlı
hareketlerdir. Sen de her hareketin arkasından koşma!
Şiir:
Muma koşan pervane de bu sevdadan gitti,
O nura koştu ama ateşe düştü.
Şimdi mademki o bir ateştir, onun çırpınması da ateşten ileri gelmektedir. Allah erleri hakkında da böyle düşünmek
gerektir.
Şiir:
Nergis gözlerime kötü bakışlarla bakıyordu,
Onu kendi varlığının çemberinden görüyordu.
Bilmiyor ki bu iş tersinedir. Ateşe gider ama nura düşer. Kendini andığın dosta o nazarla bakma:
Rubai:
Bırakmıyorum ki, gönülde düşünce olasın,
İstemiyorum ki, gözlerde değersiz kalasın;
Seni canımda saklıyorum; gözümde gönlümde değil
Tâ ki son nefesime kadar bana yâr olasın!
Kahır, kendi gözüyle lütfa bakarsa hep kahır görür. Bu Allah kulu bir kâfire dedim ki, «Sen de Alla-hın kulusun ben
de. Fakat sen onun kahır sıfatından, ben ise lütuf sıfatından yaratılmışız. Lütuf sıfatı, kahır sıfatından üstün gelir. Kahırdan
vazgeç de lütfa bağlan onun tadı daha hoştur.»
Yani bu Peygamber, ümmetine olmayan bir şey bıraktı. Belki o vardı da önüne bir perde çekilmişti. Büyü yaparlar,
konuşurlar uğraşırlar ki, bu perdeyi kaldırsınlar. Bütün Peygamberlerin öğütlerinin özeti .şudur: Kendine bir ayna ara! Şimdi
cevap vereceksen uygun söyle, yani nasıl ki kanatlı bir kapının karşılıklı her iki kanadı iyi takılınca biri birinden ne eksik ne
fazla gelirse sen de öylece soruya uygun karşılık ver.
Padişahın biri, diyor ki; «Bana gelen kimsenin ben konuşmadıkça söze başlamamasını istiyorum. Ben bir şey sorunca
da uygun cevap versin, hiç fazla söz söylemesin.» Bir ziyaretçiye sordu: «Karın var mı?» «Bir karımla üç çocuğum var,» dedi,
Şah hiç iltifat etmedi, «Buna yol verin,» dedi. Ziyaretçi Şaha bir kâğıt yazdı ve dedi ki: «Allah Musa Peygamberden, 'Elindeki
nedir?' diye sordu, o da, 'Bu sopamdır, üzerine dayanırım, bununla koyunlarımı sürerim,' diye sözü uzatmadı mı?» Şah,
kâğıdın altına şöyle cevap yazdı: «Musa'nın sözü uzatmasında başka bir hikmet var idi, ama akıllı kişi soruya uygun cevap
verendir.» Birine sordum: (M. 14) Sen nerede oturuyorsun? «Külhanlarda,» dedi. Bu yalandır, gerçeğe uygun değildir;
Oturduğu yer tek bir külhandan başka değildir. Bir yerin aynı zamanda iki kimse tarafından işgali imkânsızdır.
Bu büyükler ve ergin kişiler ki, şu varlık alemi onlar için var olmuştur. Onlar için de bir perde vardır. Bundan dolayıdır
ki bunlar zaman zaman sırlardan bahsederler. Allah ile birlikte, şaşkınlık ve iztıra-ba düşmezler. Başka bir vakitte perde
yoktur. Sırlardan bahsediyorum, söz söylemiyorum. Acaba bu büyükler nasıl olur da söze de yer verirler? Bunlar arasında
Bayezid, o gibi kimselerden değildir. Halbuki Peygamberler, kitap getiren Resuller bunlardandır. Meğer sözden mest oldular,
uzaktan bu hallerini sak-layamadılar, yazamadılar. Yüz bin küp dolusu şarap, Allah sözünün verdiği neşeyi veremez. Kuran'ı
bilenler çok dar bir yerdedirler. Önce sözü anlayan ve bilenler, Kuran'dan bir çare bulur, dar yerde kalmazlar. Çünkü daha
önce Kuran'dan aldıkları neşe ve geniş ilham ile Kuran'ın manasını açımlayabilirler. Nasıl ki, şair şöyle demiştir:
Şiir:
Geceye dedim ki uzan uzanabildiğin kadar.
Şimdi o dolunay uykudadır.
Yani gece her ikisi ile başkaları arasında perde olduğu için yahut bir utancı varsa kendisi ile sevgilisi arasını
perdelediği için geceye böyle hitap etmiştir.
Biri dedi ki: «Ey Allah Peygamberi ben o karanlık ve soğuk iki yüzlü Araba senin Peygamberliğine yaraşan sıfatları
nasıl söyleyebilirim?» Hazreti Peygamber şöyle buyurdu: «Gerektir ki sana bütün Araplar perde olmasın. Bu Arap sana perde
mi oldu?»«Ama, ey Allah resulü o inkarcı ve düşmandır,» dedi. Hazreti Peygamber bu sefer şu cevabı verdi: «Senin bu
kötülemenin ona ne faydası var? Ancak hak sözü ile onun başını kaldırabilir, ona bir sevgi aşılıyabilir-sin, ola ki gerçek sözün
ona bir faydası olsun.» Geceye uzan dedim...
Bizim o çömezlerimiz, o yarım işte, onun perde-sidir, onun gecesidir. Aranızdaki kıskançlıkların inadına Allahya af
dileklerimizi uçuruyoruz. Allahya şükürler olsun; madem ki uçuruyoruz gider. Gücün yeterse düşmana hoşgörürlükle, sevgi ile
bak! Bir kimsenin kapısına muhabbet yönünden gidersen ona hoş gelir. İsterse düşman olsun. Çünkü o senden ancak kin ve
sertlik umarken sevgi görürse hoşuna gider.
Biri dedi ki: «Ey Allah elçisi! Herkesi bana gönderiyorsun, bu arada sahabenin işlerini niçin buyur muyorsun?»
«Evet,» buyurdular, «Sen güvenli adamsın, senin inanılır bir kişi olduğun açıkça bellidir. Ben bu halkı kıyamet
gününden uzaklaştırmak istiyorum.»
Sahabe sizi taklit etmeyi göz önünde tutmuş ve sizi bizzat gözüyle görmüştür. Size kıyamet işlerinden bir şey elbette
bildirilmiş, önünüze serilmiştir. Başka insanlar için bu haberleri işitme ve hikâye yoluyle öğrenmeye imkân yoktur. Çünkü sen
o insan değilsin ki, zamanede bir eşin daha bulunsun. Senin zamanından bir şey açıklanırsa, o sırrı herkese duyurmak
bakımından çok sakınırlar belki de söyledikleri şeylerde yanlışlığa ve şüpheye düşerler diye çekinirler. Belki o tek ve eşsiz
varlık seninle halvet olmayı arzular.
Şiir:
Konuk sahibi herkese ziyafet çekti
Âlemlere rahmet olsun diye cihanı doyurdu.
Çok tatlı yemekler en ağır konuklar için saklanır. Allahnın, «Ey inanmış ve kazanmış olan nefis! Rabbi-ne dön!» (Fecir
sûresi, 28) hıtabiyle işaret buyurduğu gibi sen, bu ilâhî nimete yabancı olan kimselerden değilsin.
Şeyh Muhammed dedi ki: «Söz alanı çok uzun ve geniştir, herkes dilediği gibi konuşur.» Ben de dedim ki; Söz alanı
pek dardır ama mânâ alanı geniştir. Sözden daha ileri geç ki, genişlik güresin! Bu alanı sey-redesin! Bir bak ki, sen nasıl bir
uzaksın, yahut uzak olan bir yakınsın!
«Siz iyi biliyorsunuz» dedi. «Bizim söz ile işimiz yok,» dedim. Sen ne isen osun, ancak suret yönünden daha ileri bak
ki «topluluk rahmettir.» Eğer seninle konuşmaya gelmezlerse bundan ürkme ve kaçınma çünkü suret arkasından
konuşurlar; benimle tarikat sırları hakkında bir şey konuşmazlar. Çünkü hem dışarıda hem içerde yabancılar vardır. Sen
ancak yalnız kaldığımız bir zamanda gel! (M. 15) Güzel huylu isen, sende kincilik, hayinlik, hırsızlık yoksa. Ama bu insan
vücudunda gizli hiyanet ve hırsızlıklar da vardır. Nasıl ki Davut Peygamber zamanında adalet zinciri göklere kaçmıştı. Bu, hiç
kimsenin bilmediği gizli hırsızlıklardan ileri gelmişti. Ama zincirin kaçtığını görünce herkes bildiki, bunda bir sebep vardır.
Bütün adalet olmasa dünyada gönül aydınlığından, zevkten ve saf adan ne varsa ortadan kalkar ki, bu da sebepsiz değildir.
«Allah bir topluluğa verdiği nimetini, o topluluk nefislerinde bir bozukluğa bir değişikliğe uğramadıkça ellerinden almaz.»
(Enfal sûresi, 54).
Eğer sen kendi temizliğini, iyliğini gözetir, o gizli hayinliklerden içini arıtırsan, sendeki iyil:k ve temizlik daha da ileri
gider. Ey hak yolunun gerçek yolcusu gönlünü hoş tut! Çünkü gönüller okşayan o ulu Tan rı senin işini onarmaya uğraşıyor.
«O, her gün başka bir işle uğraşmaktadır.» (Rahman sûresi, 29). O, ya arayanın, ya aranılanın işiyle meşguldür. Bu ikisinden
başka her kim ne söylerse ahmaklık etmiş olur. Öyle bir kimse her ne kadar kendi ahmaklığını görmez; ancak ilâhî görüşe
sahip ve her şeye Allah miriyle bakan erenlerdendir ki, hünerin ve ince görüşün ne olduğunu anlar ve bilir. İlâhî görüşlerden
uzakta kalan gözlerde ancak ahmaklık ve perde vardır.
Şimdi ey gerçek dost! Yüce Allah senin işini başarmak ve onarmakla meşguldür; hem görünürde, hem görünmez
âlemde sizinle uğraşmaktadır. Sizi hiç ihmal etmez, şu âyette buyuruyor ki: «Siz ancak Allah dilerse isteyebilirsiniz,» yani o
irade etmedikçe bir şey isteyemezsiniz; «Allah bilgin ve bilgedir.» (Dehr sûresi, 30). Yani ey Mustafa (S.A.) sen ne istersen o
bizim isteğimizdir! Nefis değildir, heva değildir. Bazı kimseler de derler ki: Buradaki isteyemezsiniz sözü, sahabeye ve
ümmete söylenmiştir. Yani siz isteyemezsiniz, doğru yolu aramasını da bilmezsiniz; ben ki Allahnın elçisiyim; ben isterim.
Beyit:
Esrar hazinesinin düğümünü çözmek için,
Muhammed'in (S.A.) elinden ve gönlünden başka bir anahtar yoktur.
Allah’a ant içerim ki, halvete çekilmiş hak erenlerinin, bu sözün suretinden bile başları döner. Ya bu sözün manası
nerede kalır?
Diyelim ki benim bir şiirim yok, bir eserim yok ki, bundan neşeleneyim; kendimden, kendi sözümden zevk ve
heyecan duyayım. Öyle bir şaircik henüz dünyaya' gelmedi. O, halde ben kim oluyorum? Allah beni yalnız yaratmış, tek
başıma dışarı fırlatmış, yalnızca bir dağ başına bırakmışlar. Anam babam öldüğü için kurtlar, kuşlar beni besleyip
büyütmüşlerdir. Nihayet söz alanı geniş ama o, geniş alanda mana daralıyor. Bu darlaşan mana alanının ötesinde başka mana
olmayınca yazı ve söz alanının genişliği de kalamaz. Yazının kaleme gelmeyen sesi kısılır, harfler silinir. O zaman susmak,
mana eksikliğinden değildir, belki de mânanın parlaklığındandır. Bu tıpkı Dişayil adındaki şeyhçiğin, cevher ve yün çuvalı
arasındaki tartışmayı beğenmemesine, onu yermesine benzer. Ben şu sözlerimle yünü cevhere karıştırmak istemiyorum ki
kokmuş ve bulaşık yünlerle onu yola getireyim. Benim sözümü onun sözü tarafına sürüklemek ve onu kendi sözü ile bağlamak
istemem.
İsâ Peygamber, doğar doğmaz konuştu. Hazreti Muhammed (S. A.) de kırk yıl sonra söze başladı. Bu onun eksik
oluşundan değil belki olgunluğundandır. Çünkü Hazreti Muhammed (S. A.), Allahnın sevgilisiydi. Kula, «Sen kimsin?» diye
sorarlarsa, «Ben, Allahın kuluyum,» der. Ama Sultana, «Sen kimsin?» diye sormazlar. O eksik düşünceli cahil, hep kendi
mektubunu okur. Dostunun mektubunu okuyamaz. Eğer bir satırcığını olsun okuyabilseydi, bu sözleri hiç söylemezdi. O, yalnız
ve hâlâ o mektubu okur; işte o kadar. Halbuki onun eski mektubundaki eğri büğrü satırlar, karanlık ve bâtıl sözler, hep kendi
kuruntuları, kendi hayalleridir. Nasıl ki o, kendi eliyle yaptığı puta kul olur; onun bekçisi ve kapıcısı olur. Şu zamanda, bazı
kadın tabiatlı kimseler de tıpkı o putlar gibi konuşurlar. Ey kendilerinden habersiz insanlar! Siz bizde kutluluk arıyorsunuz;
halbuki biz de aynı şeyi aramaktayız. Sizin bize bakmanızı istiyoruz ki, günün (M. 16) günlüğü, saatin saatliği, cansız
varlıkların cansızlıkları kalmasın hep bir olsun.
Âşık olmayan bir saz sanatçısı, dertli olmayan bir ağıtçı dinliyenlere soğukluk verir. Halbuki, saz ve sözden maksat
başkalarını coşturmaktır. Hele derneğin bozulması, dostların dağılması, hep birbirlerini gözetmemelerinden ileri gelir. Gerektir
ki, birbirleriyle öylesine kaynaşsınlar ki, ayrılmaz bir vücut gibi olsunlar. Allah, «Benim velilerim, dostlarım, kubbelerim
atındadır. Onları benden başkası bilmez.» (Kutsal hadis) buyuruyor. Bu, «Benden başkası bilmez,» sözünün iki anlamı vardır.
Biri dosdoğru anlam, öteki de, bu, «başka» sözüyle «yabancılar» demek istediği anlamdır.
Mana aleminden, bir elif dışarı fırladı. O, elifi anlayanlar her şeyi anladılar. Onu anlamayanlar da hiç bir şey
anlayamadılar. Hak yolunun yolcuları söğüt dalı gibi titrerler ki o elifi anlasınlar. Gerçi bu yolcular için çok sözler söylendi; Hak
ile Halk arasında, yedi yüzü parlak, yedi yüzü de karanlık olan çeşitli perdeler konusunda çok açıklamalar yapıldı. Ama hiç biri
gerçeğe yol gösteremedi. Ancak bir topluluğun yolunu kestiler ve onları, bu perdelerin ötesine nasıl geçeceğiz diye
umutsuzluğa düşürdüler. Bütün perdeler tek bir perdedir. Bu perdeden başkası da yoktur. O perde ise, bu varlıktır. Kendi
kendime konuşabilirim yahut kendisinde kendi benliğimi gördüğüm herkesle konuşabilirim. Sen niyaz gösteriyorsun. O
niyazsız ve yabancı görünen sen değilsin. O senin düşmanın idi, sen o olmadığın için onu incittin. Nihayet ben seni nasıl
incitebilirim? Ayağına bir öpücük kondurayım desem korkarım ki kipriklerimin dikeni ayağına batar da rahatsız eder.
Demişler ki: «Mevlânâ (Celâleddin) dünyadan el çekmiştir. Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî bunu yapmamıştır.» Mevlânâ
da onlara şu cevabı vermiş: «Siz Mevlânâ Şemseddin'i sevmiyorsunuz; eğer sevseydiniz, size öyle sevimsiz ve çirkin
görünmezdi.»
 
Üst