• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Marduk ve Dünyanın Yok Oluş Senaryoları

Almora

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
2 Ağu 2014
Konular
1,832
Mesajlar
2,642
MFC Puanı
4,340
Marduk ve Dünyanın Yok Oluş Senaryoları

"Üçüncü Dünya Savaşının hangi silahlarla olacağını bilmiyorum ama dördüncüsünün tas ve sopalarla olacağını söyleyebilirim" (Albert Einstein)
Einstein bu sözleri söylerken Üçüncü Dünya Savaşı'nın nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlarla savaşılacağını ve sonuçta insanlığın büyük ölçüde yok olacağını kastetmişti. Bu arada şimdiki teknoloji de yok olacak ve kalan tek tük insan hızla tas devrine dönecekti. Bu düşünce Soğuk Savaş'ın getirdiği hızlı silahlanma döneminde hayli revaçta olmuştu. Nitekim Hollywood senaristlerinden kurgubilim yazarlarına kadar pek çok kişi yirminci yüzyılın ikinci yarısında bu tezi isledi; aralarında hasılat rekoru kiranlar da oldu.

Karamsar düşünceli kişilerin her zaman olduğunu, dünyanın sonu senaryolarının her çağda üretildiğini söylemek ve dolayısıyla bu gibi senaryoları göz önüne almamak mümkündür. Öte yanda dünyadaki nükleer silah stokunun kullanılması halinde, gerek ilk sokun ve gerekse kalıntı radyasyonun etkisiyle dünyamızın yaşanır bir yer olmaktan çıkacağı da doğrudur. Özetle, isin olur ya da olmazını bir yana bıraksak bile, böyle bir olasılığın var olduğunu inkar edemeyiz.

Daha önemlisi, gerek arkeolojik bulgularda, gerekse eski efsanelerde böyle bir savaşın olduğuna işaret eden pek çok şey var! 16 Şubat 1947 tarihli New York Herald Tribüne gazetesinde söyle bir yazı çıktı:

"New Mexico'da ilk atom bombası patlatıldığı zaman, çöl kumlarının camlaştığı ve yeşil bir renk aldığı görüldü. Olay bazı arkeologlar için çok şaşırtıcı oldu. Fırat vadisinde kazı yapıyorlardı; önce 8000 yıl öncesinden kalma bir katmanda tarım topluluğu kalıntılarını, devam edince daha eskiden kalma hayvancılık yapan bir toplumun izlerini, biraz daha derinde daha da eski bir mağara adamı kültürünün kalıntılarını bulmuşlardı. Kazmaya devam ettiler ve bu kez yeşil bir eriyik cam katmanına ulaştılar..."

Camlaşma etkisini çölde yıldırım düsen noktalarda görebiliriz. Buna dayanarak olayın doğal nedenlerle olduğunu öne sürmek mümkün.Ancak yıldırım etkisiyle olan camlaşma genellikle dar kapsamlı olup ağaç köküne benzer bir yapıdadır ve çok geniş bir arazide, eşit kalınlıkta bir yeşil cam katmanı oluşturmaz.
Tektitlerin dağılımı da düzenli değildir. Hem karada, hem de denizde bazı yerel yoğunlaşmalar yanında bazı çok geniş yaygın alanlar vardır. Bunlardan bazıları (örneğin Moritanya'da Aouelloul, Tasmanya'da Darwin Cami ve Kazakistan'daki Irgizitler gibi) krater formasyonu içinde olup bir gök cisminin çarpmasına bağlanabilir. Ancak bu tez dünyadaki bütün tektit oluşumlarını açıklamıyor.
Kesin görünen tektitlerin insan yapısı olmadığıdır.

Bir başka tez tektitlerin ay kaynaklı olabileceğidir. bazı bilim adamlarına göre ayda patlayan bir yanardağın püskürttüğü lav parçacıklarıdır. Ancak bu tez ayda en az 750.000 yıl önce bir volkanın indifa etmiş olmasını gerektirir ki, bu da pek olası değildir.
Tektitlerin dünya kaynaklı olması ve volkanik faaliyetten kaynaklanmış olabileceği tezi de öne sürülmüştür. Bu yoldan tektit oluşumu için toprak veya normal kayaları bir anda içinde su ya da hava kabarcığı olmayan cam eriyiğine dönüştüren ve de oluşan parçacıkları atmosferin binlerce kilometre üstüne fırlatacak bir süreç olması gerekir. Bu da olası görünmemektedir. Üstelik bazı tektit bulunan yerlerde volkanik faaliyet işaretine de rastlanmıyor.

John O'Keefe Scientific American dergisinde çıkan bir incelemesinde bütün bu olasılıkları sayıyor ve sonuçta olayı Ay'daki volkanik patlamalara bağlıyor. Ancak O'Keefe'nin hiç söz etmediği bir başka olasılık var: Yeryüzünde nükleer bir patlama olmuş olması... bazı bilim adamları bu katmanların nükleer patlama sonucu olmuş olabileceğini öne sürüyorlar. Güçlü bir dayanak noktaları var: New Mexico'da görülen camlaşma... Bu tez bizi doğal olarak dünyamızda çok eskiden nükleer bir savaş olduğu olasılığına götürüyor. örneğin Sudan'da Cebel Barkal dağındaki iz... Ne olduğu anlaşılamadı ama çok büyük bir patlama sonucu olmuş görünüyor.


Çevredeki tas ve çakıllar simsiyah olmuş.Bu dağ bölge sakinlerince kutsal sayılıyor. Eteklerinde Mısır Tanrısı Amon'a ait bir tapınak harabesi var. Yaklaşık 90 m yükseklikte, ulaşılması en zor yerde bazı yazılar var. Kalıntıları bulan National Geographic ekibinden Timothy Kendall bunun "muhteşem bir mühendislik eseri olduğunu" söylemiş. Cebel Barkal'in nükleer bir patlama sonucu olup olmadığını bilmiyoruz. Ayni şekilde Avustralya'daki ünlü Ayers Kayası'nın da nasıl oluştuğunu bilmiyoruz. Ancak dünyamızda daha önce nükleer patlamalar olduğuna dair bazı göstergeler var. Kutsal kitaplardan Sümer tabletlerine, Hint vedalarına kadar pek çok yerde karşımıza çıkıyor ve çoğu zaman yalnız patlamayı değil radyasyon etkisini de anlatıyorlar. Gerçi bunlar genellikle son 35000 yıl içinde geçiyor ama, bu bile klasik tarih kurgusuna aykırı, daha önemlisi eğer bir kez olmuş ve yerel bir uygarlığın yok olmasına neden olmuşsa, daha önce de olmuş olamaz mi?
Sitchin'in alternatif tarih dizininde, Sümer Tanrılarının bir savaş sırasında nükleer silah kullandığı söyleniyor. Bu kurguya göre olay M.Ö. 2024 yılında olmuş! İzleri bugün bile açıkça görünüyor. Şimdi bu olayın eski kayıtlara göre nasıl olduğuna bakalım. İlk referansı Tevrat'ın ilk kitabi olan Tekvin'in 18 ve 19. bölümlerinde görüyoruz. Burada Sodom ve Gomore'nin yok olusu anlatılıyor... Özetle, Tanrı günahlarından ötürü, Sodom ve Gomore kentlerini cezalandırmaya karar verir. Ancak bunu İbrahim'e bildirmek ister. İbrahim Tanrıyla pazarlığa girer ve Sodom'da on günahsız kişi bulunursa kentin bağışlanacağı sözünü alır. Tanrı Sodom'a iki melek gönderir. Melekleri Lut karşılar ve evine misafir eder. Ancak kent halkı Lut'un evini basar; melekler hepsini kör eder, kapıyı bile bulamazlar. Melekler Lut'a hemen kaçmasını, çünkü kenti yok edeceklerini söyler. Lut yakınlarına haber verir ama ciddiye alınmaz. Ertesi sabah Lut'a karisini ve kızlarını alıp hemen kaçması söylenir. Lut tereddüt edince, melekler hepsini kent dışına çıkarır. "Hemen uzaklaşın ve ne olursa olsun, sakin arkanıza bakmayın." deyip kente dönerler. Lut civardaki Zoâr köyünde saklanır. Güneş yükselirken Tanrı Sodom ve Gomore'nin üstüne yanan kükürt yağdırmaya baslar. Her iki kent içindeki tüm canlılarla birlikte yok olur. Ancak Lut'un karisi geriye bakar ve anında bir tuz sütununa dönüşür. Ertesi gün İbrahim Tanrıyla görüştüğü yere gider ve Sodom'la Gomore'nin bulunduğu yerde sadece duman bulutlarının olduğunu görür. Öykü budur. Ancak çok farklı yorumları vardır.

Sitchin'in Sodom ve Gomore'nin yok olmasını nükleer bir patlamaya bağladığını görmüştük. Ama bununla da yetinmiyor ve bölgede El Lisan olarak bilinen burnun batisinin kapalı olduğunu ve patlama sonucu açılarak alttaki derin vadiyi doldurduğunu söylüyor.. eğer oralarda bir fay hattı varsa, patlama bir zelzeleyi tetiklemiş ve kapalı kısmin çökerek suların aşağı akmasına yol açmış olabilir.. Sitchin bu varsayımını Sümer tabletlerine bağlıyor. The Wars of Gods and Men adli kitabında yazdığına göre savaş daha önce de olduğu gibi Sümer Tanrıları (ya da Nibirulular) özellikle Marduk ve Ninurta arasında geçiyor. Marduk tekrar Babil'i ele geçirmek istemektedir. Hitit ülkesinde 24 yıl süren sürgün yıllarından sonra bunu başarır. yanında oğlu Nabu, karşısında Ninurta ve Nergal/Erra vardır. İki ordu Nipur yakınlarında karşılaşır. savaş sırasında kentteki kutsal Ekur Tapınağı kirletilir ve yağma edilir. Bu tapmak Enlil'e adanmıştır ve Enlil olayı duyunca, oğlu Ninurta'ya kimin yaptığını sorar. Ninurta Marduk'la Nabu'yu suçlar; oysa esas suçlu Erra'dır...
"İnsafsız Erra
Kutsal yere girdi
Kutsal yerde mevzilendi,
baktı Ekur'a.
Açtı ağzını ve yanındaki gençlere
'Ekur'un ganimetlerini alin
Değerli her şeyi götürün
Temellerini tahrip edin
tapınak bölümünü yıkın' dedi."

Enlil yüzlerce yıldır süren bu ihtilafı kökünden çözmeye karar verir ve yalnızca Babil ve Marduk'u değil, Borsippa ve Nabu'yu da cezalandırmayı planlar. Ancak Nabu batıya kaçar. Hiçbir metinde kesinlikle belirtilmemiş ama Nabu'nun kendi taraftarlarının bulunduğu Kenan ülkesine sığınır... Ve Erra bütün bölgeyi yok eder:
"Fakat Marduk'un oğlu (Nabu) sahil ülkelerine geldiğinde, kötülük rüzgarının temsilcisi (Erra) ovaları sıcakla yaktı."

Bu satırlarla Tevrat'taki Sodom ve Gomore öyküsü arasındaki bağlantıyı görmek için hayal gücünü zorlamak gerekmiyor. Tevrat'ta Tanrı günahları nedeniyle Sodom'la Gomore'yi cezalandırıyordu. Babil kökenli Erra Destanı'nda ise Erra Nabu'nun tarafını tuttukları için o bölgedeki kentleri cezalandırıyor. Ninova'da Asurbanipal kütüphanesinde bulunan tabletlerden derlenen Erra Destani olayın ardında daha ciddi nedenler olduğunu gösteriyor.
Özetle: Her kriz döneminde olduğu gibi, yeryüzündeki Nibiru Tanrıları savaş Meclisi'nde toplanmışlardı. Anu'yla devamlı görüşüyorlardı. Erra Meclis'te Marduk'un Babil'den zor kullanarak çıkarılmasını önerdi. Enki büyük oğlunu (Marduk) savundu ve küçük oğluna (Nergal/Erra) niye Babil halkı Marduk'u istediği halde karşı çıktığını sordu. Tartışma uzadı, sonunda Enki kızdı ve Erra'yı huzurundan kovdu. Bunun üzerine Erra tek başına hareket ederek ölüm silahlarını kullanmaya karar verdi... "Toprakları yok edeceğim. Toz yığını haline getireceğim. Şehirler darmadağın olacak. Dağlar dümdüz olacak. Hayvanlar yok olacak. Denizler dalgalanacak, içinde yasayanlar ölecek. Halklar yok olacak, ruhları buharlaşacak. Hiç kimse kurtulmayacak."
Erra'nın sözlerinden kullanılacak ölüm silahının nükleer bir silah olduğu anlaşılıyor. CTxvi44/45 olarak bilinen bir başka metne göre, Afrika'da Erra'nın bölgesine komsu bölgede hüküm süren Gibil, olayı Marduk'a bildirir: "Bizzat Anu'nun yaptığı bu 7 silahın tüm kötü gücü sana yönelecek" der. Marduk bu silahların nerede saklandığını sorar. Gibil silahların dağların altında, yeraltındaki boşluklarda olduğunu, ancak tam yerini en bilge Tanrıların bile bilmediğini söyler. Marduk korkar ve hemen babası Enki'ye gider. Ancak silahların nerede olduğunu Enki de bilmemektedir. savaş Meclisi toplanır. Uzun tartışmalar sonunda karar Anu'ya bırakılır. Karar yalnızca belirli hedeflerin seçilmesi, oralarda bulunan Anunnaki'lere ve uzay istasyonlarını yöneten Igîgi'lere haber verilmesi ve insanlara zarar verilmemesidir. Ancak bu arada Erra ateşleme prosedürünü başlatmıştır. Anu'nun kararı bildirilince, Marduk ile Nabu ve insan taraftarları dışında kalanlara önceden haber verilmesini kabul eder. Ninurta son bir kez Erra'yı insafa getirmeye çalışır. "İyileri de kötülerin yanında, suçsuzları da sana karşı suç islemiş olanlarla birlikte mi yok edeceksin" der.

Bu sözler Tevrat'taki öyküde İbrahim'in Tanrıya söyledikleriyle hemen hemen ayni... Sonunda Erra kabul eder; denizleri ve Mezopotamya'yı saldırı dışında bırakacak ve hedef olarak Nabu'nun saklanma ihtimali olan kentleri seçecektir. Erra'nın esas hedefi uzay istasyonunun Marduk'un eline geçmesini önlemektir. Bu nedenle Sina'daki istasyon da hedef seçilir. Enlil ve Anu bu planı onaylar ve Erra daha fazla vakit kaybetmeden uygulamaya geçer: "Isum9 En Üstün Dag'a10 doğru hareket eder, Esi olmayan korkunç yedili silahlar peşindedir, Kahramanımız En Üstün Dağ'a ulaşınca elini kaldırır, Ve dağ yok olur,
Sonra En Üstün Dağ'ın civarındaki ovaları tahrip eder
Ormanlarında bir ağaç gövdesi bile dik kalmaz..." Bu sırada Erra Ürdün ovalarına gider ve Sodom'la Gomore'yi yok eder... "Erra Kralların Karayolu'nu izledi Kentleri bitirdi Issızlığa terk etti onları Kitlik getirdi dağlara Hayvanları yok etti." Plana göre Mezopotamya bağışlanacak, yani direk nükleer bombaya hedef olmayacaktı ama evdeki hesap çarşıya uymadı! Ak deniz'den esen rüzgarların etkisiyle radyoaktif bulutlar Sümer ülkesine doğru kaydı. Bu da Sümer uygarlığının sonu oldu.

Nipur, Uruk, Eridu gibi kentler birdenbire ne olduğunu anlayamadıkları bir felakete uğradılar. Radyoaktif ölüm tüm Güney Mezopotamya'yı kapladı: "Issızlaştı kentler, Evler terk edildi, Ahırlar terk edildi, Ağıllar bos kaldı, Sümer sığırları ahırlarda yok artik, Koyunları kırlarda gezmiyor, Nehirlerinde acı sular akıyor, Arazisinde kuru, solgun bitkiler büyüyor."

Dikkat edilirse, binaların, ahırların, ağılların kaldığı ancak insan ve hayvanların öldüğü söyleniyor. Onun için de olaydan yok olma değil, ıssızlaşma olarak söz ediliyor. Bu satırlar insana maddi tahribat yapmayan, ama bütün canlıları öldüren nötron bombasını hatırlatıyor. Sina'daki izler bir gök cismi çarpmasından kaynaklanmış olabilir ama bu çarpma yüzlerce km uzaktaki Sümer kentlerine radyoaktif ölüm getirmezdi! Uzmanların yaptığı tahminler radyoaktif bulutun Sümer ülkesini yaklaşık 24 saat içinde geçtiğini ve ancak doğuda Zagros Dağları'na geldiği sırada etkisini kaybettiğini belirtiyor. Sümer'in başına gelen felaketten söz eden çok sayıda ağıt tabletleri var. Bu metinlerden Tanrıların da sok geçirdiğini ve alelacele kaçtıklarını anlıyoruz. örneğin İnanna bir denizaltıyla Afrika'ya kaçıyor; kaçarken de mücevherlerini bile yanma alamadığından yakınıyor... "Böylece bütün Tanrılar Uruk'u terk etti, Uzak durdular oradan, dağlara saklandılar, Uzak ovalara kaçtılar."
Kuzey'de kalan Babil etkilenmemişti. Ancak güneyde olup bitenleri endişeyle izleyen Marduk babası Enki'ye ne yapacağını sordu. Enki kuzeye kaçmasını, bu mümkün olmazsa yeraltı sığınaklarına girmesini söyledi.
Tanrılar da Anu'nun korkunç silahları karşısında duramamıştı! Bu öyküde anlatılan bir uygarlığın yok olusudur. Ancak tarihte başka benzer öyküler de var...
Mormon Tarikatı Hıristiyanlık şemsiyesi altında ayrı bir özerk kilisedir. Halen ABD'nin Utah eyaletinde yoğunlaşmışlardır. Dünya, Mormonları genelde çok esliliği (polygamy) kabul eden bir toplum olarak tanır. Kuralları, felsefesi pek bilinmez. Kurucusu New York'ta yasayan Joseph Smith adli bir gençtir. On dokuzuncu yüzyıl başlarında henüz 1415 yaşlarındayken yaşadığı Manchester kentindeki din çekişmelerinden rahatsız olmuş ve evinin yakınındaki bir tepeye çıkarak Tanrıya dua etmiştir. Amacı kafasındaki soruların yanıtlarını bulmaktır. Smith umduğunun çok daha fazlasını bulur.
Kendi ifadesine göre: "Bir güç sardı çevremi. O kadar etkilendim ki, dilim tutuldu, konuşamadım. Çevrem kapkaranlık oldu... Tepemden aşağı bir ışık sütunu indi... Üstümdeki bağların çözüldüğünü hissettim. Sonra iki çok görkemli kişi gördüm. Havada duruyorlardı. Bir tanesi, bana ismimle hitap etti ve yanımdakinin sevgili oğlu olduğunu, onu iyi dinlememi söyledi..."

Bu öykü daha sonra UFO'larla ilgili olarak çok duyduğumuz yakin temas gibi görünüyor. Ziyaretler devam etti, Mormon Kilisesi kuruldu ve New York'ta bir tepenin üstünde başlayan olay bugün 6 milyona yakin üyesi olan, zengin bir tarikat haline geldi.

Bizim amacımız Mormonları incelemek değil ama, Mormon Kitabi olarak bilinen kitaptaki bazı ilginç bölümlere kısaca bakabiliriz. Çünkü Book of Nephi adli bu bölümde tıpkı eski Sümer tabletleri ve Tevrat'ta anlatıldığı gibi Kuzey Amerika'nın da bir nükleer felaket geçirdiğinden söz ediliyor. Mormonlara göre bu kitap İncil'in karşıtıdır. Nitekim eski Amerika tarihi ile İncil'de nakledilen tarih arasında bağlantılar kurmaktadır. Smith kitabi meleklerin yol göstermesiyle toprağı kazarak bulduğu metal plakalardan deşifre ettiğini söylüyor.

Bu noktada bir an duralım. Joseph Smith bir meczup olabilir. Kurduğu tarikatın hezeyan ürünü olduğu kabul edilebilir. Ancak aşağıda göreceğimiz gibi Kuzey Amerika'daki nükleer savaş ve sonuçta bazı uygarlıkların yok olduğu hakkında yazılanlar dikkat çekicidir.

Simdi Book of Mormon 'un bu konuda dediklerini özetleyelim: "34. Yılın ilk ayinin dördüncü gününde ülkede o güne kadar esi görülmedik büyük bir fırtına çıktı. Müthiş bir kasırgaydı; dehşet verici gök gürültüleri dünyayı parçalayacakmış gibi salladı... Esi görülmedik yıldırımlar düştü. Zarahemia kenti tutuştu. Moroni kenti denizin dibine battı, üstüne toprak yığıldı ve bir dağ oluştu... Güneydeki ülkelerde büyük tahribat oldu. Kuzeyde ise daha büyük ve daha korkunç tahribat oldu. Ülkenin çehresi değişti... Yollar yarıldı, düz arazi sarp hale geldi... Pek çok büyük kent yıkıldı, oluşan hortumlar insanları alıp götürdü... Felaket üç saat sürdü. Sonra dünyayı kapkara bir bulut kapladı. Sağ kalanlar ışık yakamadı. Ne Güneş, ne Ay, ne de yıldızlar görüldü... Karanlık üç gün sürdü..."

Özgün metin çok daha ayrıntılı, ancak bazı sorulara yol açıyor. örneğin sözü edilen kentler neredeydi? Amerika'da görkemli harabeler var ama, Book of Mormon'un söylediği kentlerle herhangi bir ilişki kanıtlanmış değil! Buna karşı söylenilen, Tanrının o kentleri tümüyle yok ettiği ve Sodom ve Gomore gibi, izinin bile kalmadığıdır.
Metinden anlaşılan MS 34 yılında Kuzey Amerika'da büyük bir felaket olduğudur. Nükleer patlama açıklamalardan biri olabilir ama, bir gök taşı bombardımanı ya da çok büyük bir deprem gibi ihtimaller de var. Joseph Smith'in İncil'den büyük ölçüde etkilendiği açıkça görülüyor. O yıllarda dünya henüz Sümerlerin varlığını bile bilmiyordu. Kayıp uygarlıklar çok sonra gündeme gelecek, Donnelly Atlantis'ten 50, Churchward Mu'dan 100 yıl sonra söz edecekti. Nükleer teknolojinin gelişmesine de daha 100 yıldan fazla vardı. Özetle Smith bunlardan esinlenmiş olamaz. Ayni şekilde Smith'in geniş bir klasik kültüre sahip olmadığı ve bu nedenle Platon ya da Hint vedalarını okumuş olması pek mümkün görünmüyor. Bu durumda sözü edilen felaketi Sodom ve Gomore olayının Amerika kıtasına adapte edilmiş sekli, belki de Kızılderili efsanelerindeki yok olma motifleriyle birleştirilmesi olarak düşünebiliriz.

İncil gerçekten de çok sayıda felaket motifleri içerir. örneğin son bölümde Aziz John, Apokalips'i (Kıyamet Günü) söyle anlatıyor: "Yedinci mühür sökülünce Tanrının önünde duran yedi meleği gördüm. Hepsine birer boru verildi. Sonra minberin önündeki başka bir melek altın buhurdanlığa buhur (incense) doldurdu. Buharlar Tanrının önündeki meleklerin dualarıyla yükseldi. Melek buhurdanlığa minberin üstündeki ateşten koydu ve Dünya'nın üzerine fırlattı. Gök gürültüleri duyuldu, şimşekler çaktı ve bir deprem oldu. Sonra birinci melek borusunu öttürdü. Dünyaya kanla karışık dolu ve ateş yağdı. dünyanın üçte biri, ağaçların üçte biri ve yeşil çimenlerin bütün yaprakları yandı. Sonra ikinci melek borusunu öttürdü. Yanmakta olan kocaman bir dağa benzer bir şey denize düştü. Denizin üçte biri kana dönüştü; deniz yaratıklarının üçte biri öldü; gemilerin üçte biri battı. Sonra üçüncü melek borusunu öttürdü. Bu kez meşale gibi yanan bir yıldız düştü ve Dünya'daki akarsuların ve su kaynaklarının üçte birini acılaştırdı. Bu acı suyu içen insanlar öldü. Sonra dördüncü melek borusunu öttürdü. Güneş'in, Ay'ın ve yıldızların üçte biri aldıkları darbenin etkisiyle ışıklarının üçte birini kaybettiler. Gündüzün üçte birinde ışık olmadı ve de gecenin üçte birinde... Sonra besinci melek borusunu öttürdü. Dünyaya düsen yıldıza cehennemin anahtarı verildi. Açılan kapıdan fırın kapağı açılmışçasına çıkan yoğun duman Güneş'i ve havayı kararttı. Dumanın içinden çekirgeler çıktı; hepsine akrep gücü verilmişti. Çimenlere, ağaçlara ve diğer bitkilere zarar vermemeleri, yalnızca alnında Tanrının işareti olmayan insanlara hücum etmeleri söylendi. Bu hücum öldürücü değildi ancak maruz kalana beş ay süreyle inanılmaz acı verecekti. Öyle ki, beş ay ölümü arayacak ama bulamayacaklardı. Ancak yolda iki felaket daha vardı... Sonra altıncı melek borusunu öttürdü. Tanrının oturduğu altın tahtın dört kösesinden gelen ses meleğe büyük Fırat Nehri'nin yanında bağlı bekleyen dört meleği serbest bırakmasını söyledi. Melekler bu günü bekliyorlardı. Görevleri insanların üçte birini öldürmekti. Bunu 200 milyon süvariyle gerçekleştirdiler. Atların ağzından çıkan ateş, duman ve kükürt veba salgını saldı Dünya'ya.. Artik Tanrının planının son aşamasına gelinmişti... Ve yedinci melek borusunu öttürdü. Gökyüzünden gelen sesler artik Dünya'yı yönetme gücü yalnızca Tanrıya ve onun Mesih'ine aittir diyordu."

Bu bölümde gökyüzünde Güneş'i elbise olarak kullanan bir kadın dan söz ediliyor. kadın hamile ve çocuğunu doğurmak üzeredir. Derken bir ejderha çıkar; Mikail ve melekleri ejderhayla savaşır. Bu ejderha Şeytan'dır; savaşı kaybeder ve yeryüzüne atılır. Bu kez çocuğunu doğurmuş olan kadının peşine düşer, amacı çocuğu öldürmektir ama bunu başaramaz.

Öykünün bu bölümü hemen bütün dinlerde gördüğümüz karanlıkla aydınlık ya da kötüyle iyinin kavgasıdır. Aziz John ya da her kim yazdıysa bu bölümü kıyamet günü senaryosuna monte etmiş gibi görünüyor. Ancak Tanrının gazabı henüz sona ermemiştir. Yedi melek bu kez sırayla ellerindeki çanakların içinde bulunan belaları Dünya'nın üstüne döker. Yukarıda anlatılanlara benzer felaketler sarar Dünya'yı...
Daha fazla ayrıntıya girmeden bir hususu vurgulamak gerekiyor: aldığı dini öğretilerin etkisinde kalmış, değişik yorumlarla kafası karışmış, elindeki tek kaynak İncil olan ve onu Tanrının sözü olarak kabul eden kişilerin bu gibi yok oluş senaryolarına bağlanması ve bu senaryoları çeşitli zaman kesitlerine uygulamasına pek de şaşırmamalıyız.

Bence bütün din kitaplarında, bütün efsanelerde, bütün folklorda, özetle insanlığın bütün kültür birikiminde bu gibi öykülerin yer alması Dünya'mızın geçmişte gerçekten bazı büyük felaketler geçirmiş olduğunu kanıtlıyor. Bu felaketlerin bir kısmı gök cismi çarpması gibi doğal nedenlerden kaynaklanmış. Bunu çağdaş bilim de inkar etmiyor. Peki ama insan kaynaklı felaketler de olmuş olabilir mi?
Eski çağlardan kalan mesajlarda denizaltılardan uçaklara, gen mühendisliğinden uzay teknolojisine, ultrasonik araçlardan atomik sistemlere kadar günümüzün en ileri konularını içeren referanslar var. Eski insanlar matematik, astronomi ve diğer temel bilimlerde sanılandan çok ileri düzeylere ulaşmışlar. Ve bu uygarlıklar neredeyse hiçbir iz bırakmadan yok olmuşlar.

Bir hayali senaryo üretelim: Çok eskiden, dünyanın bir kösesinde çok ileri teknolojilere sahip, ileri bir uygarlık var. Bu uygarlık dünyanın geri kalmış diğer bölgelerini kontrolü altına almış, bir sömürge düzeni kurmuş, hammadde kaynaklarını oralardan sağlıyor. Oralardaki ilkel insanlar bu uygarlığı "Efendimiz" olarak görüyor. Ters giden bir şey olursa uçaklarını gönderiyor, bombalarını atıyor." Askerleri en ufak bir isyanı bile şiddetle cezalandırıyor. Bu uygarlık uzak noktalarda bazı üsler kurmuş. Gerek merkezde, gerekse bu üslerde nükleer ve biyolojik silahlar depolanmış. Genetik laboratuarlar harıl harıl çalışıyor ve yeni ölümcül virüsler üretiyor. Atom santrallerinde daha güçlü nükleer silahlar yapılıyor. Bunlar dünyadaki silah stokuna ekleniyor.
Yönetim aristokrat denebilecek bir sınıfın elinde; bu kişiler otoritelerini kesinlikle paylaşmıyor, aralarına diğer sınıflardan kimseyi sokmuyorlar. Ancak bazı üslerde zamanla bu durumdan memnun olmayan ve basa kendi geçmek isteyen kişiler çıkıyor. Sonuçta bir ayaklanma oluyor ve hareketin lideri elindeki nükleer silahları merkeze karşı kullanıyor. Merkez tahrip oluyor; oradaki nükleer silahlar da tetiklenip patlıyor; yıkılan genetik laboratuarlardaki virüsler havaya dağılıyor. Sonuç: Merkezde tas üstünde tas kalmıyor. İlk soku atlatanlar bir yandan radyoaktivite, öte yandan ölümcül virüslerin dağılmasıyla ölüyor.
Bu arada patlamaların şiddetiyle fay hatları hareketleniyor, büyük depremler oluyor, ardından volkanik faaliyet başlıyor, dev tsunami dalgaları sahil kentlerini vuruyor. Ayakta kalan binalar ve hala sağ kalmış insanlar da yok oluyor. Bölgede yasam olanağı kalmıyor ve bu durum yüzlerce yıl devam ediyor.
Bu senaryonun bir alternatifi de orta büyüklükte örneğin Chixculub'a vuran gök cismi gibi bir cismin hayali uygarlığımızın merkezine çarpmış olması... Birincide insan yapısı, ikincide doğal kaynaklı bir felaket söz konusu!
Senaryomuz tamamen spekülatiftir ve doğru olup olmadığı hakkında kesin bir şey söylemek imkansızdır. Tarihin tekerrürden ibaret olduğu sözünü bilimsel bir ilke gibi kabul eden ve "bugün olabiliyorsa, önceden de olmuş olabilir" mantığına dayanan kişiler bu gibi senaryoları üretmeye devam ediyor!
Tabii bu yok oluş senaryolarının geleceğe dönük şekilleri de var. Her çağda ortaya çıkan felaket tellalları kıyametin yaklaştığını haber vermiş, kimileri çok kesin tarihler de koymuştur. Bu konuda en çok bilinenlerin başında Nostradamus gelir.

Michel de Notredame 1503 yılında Fransa'da St. Remy de Provence kasabasında doğdu. Tahsilini Avignon'da yaptı, sonra Montpellier Tip Okulu'nu bitirdi. Fotografik bir hafızası vardı, bir kez okuduğunu en küçük detayına kadar hatırlayabiliyordu.Evlendi, iki çocuğu oldu. Ancak önce çocukları, sonra da karisi öldü. Daha sonraki yıllarda İtalya ve Fransa'da dolaştı. Durugörü(clairvoyance) yeteneği bu yıllarda çıktı. O yıllarda Avrupa'yı kasıp kavuran veba salgınıyla mücadele etti. Bir yandan da Mısır ve Kaide büyü sistemlerini inceliyordu.

1547 yılında Salon kentine yerleşti. Tip ve astroloji mesleklerini icra ederken kehanetlerini de yazmaya başladı. 1566 yılında öldü. Yakin dostu de Chevigny'nin dediklerine göre kendi ölümünü bir gün öncesinde haber vermişti.

Kehanetler kitabinin önsözünde ikinci evliliğinden doğan oğlu Sezar'a şunları söylüyor:

"Dünya çapındaki tutuşma pek çok felaketler ve ihtilaller getirecek. Neredeyse tüm topraklar su altında kalacak. Bu sadece tarih ve coğrafya kalana kadar sürecek... çeşitli ülkelerde çıkan ihtilallerin öncesinde ve sonrasında yağmurlar çok azalacak. Çok yangınlar olacak, gökten ateş saçan mermiler düşecek ve bu son tutuşmadan önce olacak..."

Nostradamus "son tutuşa"nı 1999 yılında olacağını söylemişti. Bu tarih doğru çıkmadı. Ancak Nostradamus'un Fransa İhtilali'nden İkinci Dünya Savaşı'na kadar pek çok kehaneti doğru çıkmıştır. 4500 yıl öncesinden hassas tarih vermek ne ölçüde hatasız olabilir?

Öte yanda, Nostradamus son derece muğlak ifadeler kullanmış, kendine göre şifreli isimler vermiş, dörtlüklerinde kronolojik bir sıra kullanmamıştır. Dörtlüklerinde sistematik bir kodlama var midir? bazı araştırmacılar, örneğin Hewitt ve Loire bunu destekliyor; Nostradamus: 1992'den 2001'e Kehanetler adli kitaplarında harfleri yenileme ve eritme adini verdikleri bir metotla Nostradamus'un bazı kehanetlerini çok kesin şekilde yorumluyorlar, tabii kendilerine göre!

Ben Nostradamus'un bulabildiğim dörtlükleri arasında "dünyanın sonu" konusunu ele alan bir tane buldum. O da söyle diyor:
"Çok sayıda insanlar (askerler) toplandıktan sonra,
Daha da büyüğü hazırlanıyor, Tanrı çağları yenileyecek,
İhtilal ve kan dökülmesi kıtlığa, savaşa ve türlü belalara yol açacak.
Gökyüzünde ateş görünecek, içinden roketler geçecek."

Bu dörtlüğü kıtalar arası güdümlü füzelerin kullanıldığı Üçüncü Dünya savaşı olarak yorumlamak mümkün, ancak nükleer başlık olup olmadığı anlaşılmıyor.

başka bir tanınmış çağdaş kahin Edgar Cayce'dir. Cayce esas felaketin Amerika kıtasında olacağını, Los Angeles, San Francisco gibi kentlerin yok olacağını, doğu sahillerinin büyük değişimlere uğrayacağını söylemektedir. Cayce'ye göre direkt bir nükleer tehlike yoktur ama uzaklarda yapılacak bir ya da birkaç denemenin çok büyük depremleri tetikleme olasılığının bulunduğunu hatta Dünya'nın eksenini değiştireceğini söylüyor.

Ancak Cayce felaket sonrasında dünya haritasının çok büyük ölçüde değişeceğini ve pek çok yerin su altında kalacağını söylüyor. Yani kutuplardaki buzlar eriyecek, bir çeşit tufan olacak. Ergün Candan Kıyamet Alametleri adli kitabında Cayce'nin hayal ettiği haritayı vermiş .

On ikinci yüzyılda St. Hildegard hem kıyameti, hem de kıyametten sonra gelecek tufanı haber vermişti. Özetle:
"Zorlu ve kanlı savaşlar, birbiriyle yarışırcasına patlak verecek. Sayısız insan ölecek. Kentler harabeye dönecek... Toplum bu felaketler sonucunda tamamen arındıktan sonra bir süre doğruluk egemen olacak... (Ancak) Dünya halen yedinci çağı yaşıyor ve bu çağın sonunu Son Gün izleyecek..."

Jean de Vatiguerro" 1524 yılında Liber Mirabilis adli bir kitap yayımladı. Kitapta söyle diyordu:

"dünyanın pek çok yerinde korkunç depremler olacak, üstünde yasayanlar toprağın derinliklerine gömülecektir. Kentler, kaleler, şatolar yer sarsıntılarıyla yıkılacak, deniz kükreyecek ve tüm dünyaya bas kaldıracaktır. Hava insanların insafsızlığıyla bozulacak ve zehirlenecektir." Son cümle ilginç, çünkü günümüzdeki hava kirlenmesiyle direkt bağlantılı.

Bir diğer ilginç kahin St. Malachy'dir. O da on ikinci yüzyılda yaşamıştır. Kehanetlerini papalık kurumu üzerine yoğunlaştırmış ve kendinden sonraki dönemlerde gelecek papalarla ilgili çok isabetli tahminlerde bulunmuştur. örneğin bir önceki Papa'nın (Jean Paul I) seçildikten bir ay sonra öleceğini bilmiştir. St. Malachy 111 papa saymaktadır. 2005 yılında ölen Papa Jean Paul II zamanında Güneş'ten kaynaklanan bazı atmosferik değişiklikler ve depremler olabileceğini söylemiş, bu pek ciddiye alınmamış ama 11 Ağustos 1999'daki Güneş tutulmasından sonra dünyada *** *** deprem olduğu da görülmüştür.

St. Malachy'nin en önemli kehaneti papalık kurumunun 111. Papa'dan sonra ortadan kalkacağıdır. Bu kişinin kim olacağını henüz bilmiyoruz, ancak bazı araştırmacılar bunu "Ya dünyanın sonu gelecek, ya da Hıristiyanlık çok büyük bir değişim geçirecek!" seklinde yorumlamaktadırlar.

diğer ilginç husus St. Malachy'riin projeksiyonundaki tarihlerle Nostradamus'un ayni zaman dilimine denk gelmesidir. Bu dilim yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğidir... Ve bu Mayalarca yaşadığımız çağın sonu olarak kabul edilen 22 Aralık 2012 tarihine de denk gelmektedir. Nostradamus'un St. Malachy'den esinlendiğini kabul edebilir ve tarih benzerliğini bu yoldan açıklayabiliriz ama St. Malachy'nin Maya takviminden esinlenmiş olabileceği pek inandırıcı olmaz.

Bu noktada tekrar Mayalara dönelim...

Maalesef İspanyol işgalcilerin ve onları izleyen misyoner rahiplerin hırsı sonucunda elimizde Mayalara ait fazla bilgi kalmamış. Kalanlardan bir tanesi Kis Mayalar'ın kutsal kitabi olan Popol Vuh...26 Ve bu kitapta su satırlar var: "Yine bir aşağılanma, yıkım ve tahrip geliyor... Gökyüzünden reçine yağmuru geldi. Adına 'Yüzlerin Oyucusu' denen (yaratık) geldi; o gözleri oydu. Sonra 'Birden Kanatan' geldi; o da kafaları kopardı."

Mayalarca korkutucu isimler takılan yaratıklar hem Sümer efsanelerindeki Ninurta ve Erra'yı, hem de St. John'un Apokalips'indeki yok edici melekleri hatırlatıyor. Bire bir bağlantı olmasa bile motif ayni!

Mayaların bundan önce dört çağ geçtiğine ve simdi yaşadığımız çağın M.Ö. 13 Ağustos 3114 yılında başladığına inandıklarını görmüştük. Her bir çağın 5126 yıl sürdüğünü kabul etmiş ve buna göre yaptıkları projeksiyonda şimdiki çağın 22 Aralık 2012 günü büyük felaketlerle sona ereceğini söylemişlerdi.

Popol Vutida başlangıçta yerle göğün ayrılmasının gerçekleştiği yazıyor. Bu Eski Mısır'da Su'nun Geb ile Nut'u, yani yeryüzü ile gökyüzünü ayırmasını hatırlatıyor.
Sonra yaradılış aşaması geliyor ama bu belirli bir sırada oluyor:Madenler, bitkiler, hayvanlar ve nihayet insan... Bu motifi de Rozikrusyenlerin Mısır bağlantılı evrim üçgeninde görüyoruz .
Bir diğer benzerliği "piktograf yazı örneklerinde görüyoruz. MS 1500'lerdeki bir Aztek örneği ile Mısır krallarından Narmer'in tas tabletindeki örnek şaşırtıcı ölçüde benzer. Bati yarımküresinde yazı gelişmemişti. Genelde resimli anlatım yöntemi kullanılırdı. Ayni yöntemi Sümer ve Mısır'daki ilk yazı örneklerinde görüyoruz. Ne var ki, Sümerlerde çivi yazısına, oradan da alfabeye, Mısırlılarda ise hiyeroglife dönüş evrimini görüyoruz. Bu evrim Amerika'da olmamış ama başlangıçta ayni biçimde bir çıkış noktası var gibi görünüyor. Burada karşımıza bazı sorular çıkıyor:
- Amerika kıtası ile Ortadoğu'da gelişen uygarlıklar arasında bir
temas var miydi?
- Her ikisinin de ortak bir atası mi vardı?

Nitekim dünyanın her iki yanında gelişen efsanelerde de ciddi benzerlikler var. Simdi son 20.000 yıllık süre içinde bulabildiğimiz tarih benzerliklerine bakalım.

Kayıtlarının neredeyse tamamı yok edilen bir uygarlıktan kalan tek tük esere bakarak bir kronoloji çıkarmak zordur. Bu konuda başlıca referans noktası Azteklerden kalan "takvim taşı"dır.




Gerek bu tas ve gerekse Nahuatl metinleri gibi diğer bazı kalıntılardan genel hatlarıyla söyle bir kronoloji çıkıyor:
Birinci Güneş 4008 yıl (Tufanla bitti)
İkinci Güneş 4010 yıl (Rüzgarla bitti)
Üçüncü Güneş 4081 yıl (Depremlerle bitti)
Dördüncü Güneş Halen devam ediyor.

Bu çağların süreleri Codex Vaticano Latino 3738 sayılı dokümandan alınmıştır. Buna göre M.Ö. 16.000'lere kadar geri gidiyoruz. Ancak burada bir sorun çıkıyor. bazı araştırmacılara göre dört değil, beş çağ var ve biz halen besinci çağın içindeyiz. Elimizdeki bilgiler bunu kesinleştirecek düzeyde değil! Bizzat Maya ve Aztek tabletlerinde bazı terslikler var, özellikle Dördüncü Çağ'da...
M.Ö. 11.000'lerde olduğu bilimsel çevrelerce de kabul edilen tufanı bir ankraj noktası olarak kullanır ve Birinci Çağ'ın sularla sona erdiğini yazan Popol Vuh'u doğru kabul edersek, verilen sürelere göre Dördüncü Çağ'da olmamız gerekir. Ancak söz konusu süreler bizi söyle bir kronolojiye götürüyor:
1. çağ M.Ö. 15.608 11.600
2. çağ M.Ö. 11.6007.590
3. çağ M.Ö. 7.590 3.509
4. çağ M.Ö. 3.509
Ne var ki Mayalar şimdiki çağın başlangıcı için M.Ö. 12 Ağustos 3114 gibi çok kesin bir tarih veriyorlar. Arada 395 yıllık bir fark var. Mayalar'ın takvim konusunda ne kadar hassas olduklarını hatırlarsak böyle bir yanlışlık yapmış olmaları söz konusu olamaz.

Bu durumda yaklaşık 4000 yıllık üç çağdan sonra her nedense yalnızca 395 yıl süren kısa bir dördüncü çağ olduğunu kabul edebiliriz. Bu ihtimali güçlendiren başka bir kaynak var; Maneto'nun kronolojisinde Eski Mısır'da Menes'in ilk hanedanı başlatmasından öndeki 350 yıllık "kargaşa dönemi"... Benzer bir dönem Amerika'da da yaşanmış olabilir.

Simdi bu tarihlere biraz daha ayrıntılı bakalım. Birinci Çağ'ın başlangıcı M.Ö. 15.608; öte yandan son Buz Çağı'nın bitişi ve erimenin başlaması M.Ö. 17.000'lerde kabul ediliyor. Ancak Hapgood'un "normal dışı etken" düşüncesini ve bu etken için verdiği yaklaşık M.Ö. 16.500 yılı tarihini hatırlarsak. Mayaların başlangıcı ile buzulların çözülmesi arasında bir bağlantı çıkar. Öte yandan Mayalar çağların Venüs'ün gökyüzünde görünmesiyle başladığını söylüyorlar. Venüs'ün Güneş sistemine bir gezegen olarak sonradan geldiğini Velikovsky de söylemişti. Aynı şekilde ilk çağı sona erdiren tufan da doğru zaman dilimine (M.Ö. 11.600) oturmaktadır.

Dördüncü Çağ'ın ya da kargaşa Dönemi'nin başlangıcı Sümer uygarlığının başlamasına, şimdiki, yani Beşinci Çağ'ın başlangıcı ise ayni kargaşa döneminden sonra Mısır'daki ilk hanedana denk gelmektedir.

Bunlar dünyada tufan öncesi ileri bir uygarlığın olduğu ve çeşitli felaketlerle sona erdikten sonra kalan tek tük bilge kişilerin yeni bir uygarlığı tekrar başlattığı tezini destekler gibi görünüyor.
Bunun başka bir işaretini Peru'da Titikaka Gölü kenarında bulunan çok eski yazıların Paskalya Adası'nda ve Hititler'deki yazı stiline çok benzemesinde görüyoruz .

doğu ile Bati arasında uzak geçmişte bazı bağlantılar olduğunun bir başka kanıtı daha var:

İncil'de, Joshua 10 bölümünde İsrailliler Amurriler'le savaşırken Güneş'in durduğu ve gündüzün yaklaşık bir gün devam ettiği yazılı. Öte yandan dünyanın öbür tarafında And Dağları yerlileri arasında gecenin uzadığı ve Güneş'in yaklaşık 20 saat geç doğduğuna dair de bir efsane var!

Burada önemli olan olayın gerçek olup olmadığı değil, dünyanın iki yanında birbirini tamamlayan, paralel efsanelerin gelişmesi... Peki bu tarih ve sürelerin simgesel değerleri var mı? Mayalar karmaşık takvim sistemleri içinde bazı anahtar sayıları kullanmışlar. Bu sayıların en ilginç olanı 1.366.560 gün... Bu sayı pek çok doğal siklusu birleştiriyor. Söyle ki: 1.366.560 = 5256 tzolkin yılı (5256x260) 3744 Güneş yılı (3744x365) 2340 Venüs siklusu (2340x584) 1752 Mars periyodu (1752x780) 72 "Aztek" Yüzyılı (72x18980)
Aritmetik işlemlerle böyle bir ortak sayı bulmak zor değil ama Maurice Cotterell 1.366.560 rakamının çok farklı bir anlam taşıdığını öne sürmüş. Adrian Gilbert'le birlikte yazdıkları The Mayan Prophecies adli kitapta felaket teorilerini açıklamaya çalışan yepyeni bir tez getiriyorlar.

Cotterell astrolojinin bilimsel yönleriyle ilgilenen bir bilgisayar mühendisiydi. Belli burçlarda doğan kişilerin belli mesleklere sahip olması ilgisini çekmişti. Işık yıllarıyla ölçülen uzaklıklarda olan takim yıldızlarının dünyada doğan bebekleri etkilemesi mümkün müydü? Yoksa etkin olan başka bir faktör mü vardı?
Burçların değişmesi aslında Güneş'in önünde doğduğu takim yıldızın değişmesiydi. Güneş daha yakindi, yaydığı ışınlar Dünya'ya enerji yüklüyordu. Astrologlar genelde etkinin arka fondaki burçtan kaynaklandığını kabul ediyorlardı ama Cotterell Güneş'in manyetik alanının doğan bebekleri etkileyebileceğini düşündü ve bu alanı, özellikle Güneş lekelerini incelemeye başladı.

Bilimsel çevreler Güneş lekelerinin yaklaşık 11.1 yıllık bir siklus içinde tekrarladığını kabul ediyorlardı. Cotterell araştırmaları sonucu bu siklusun 11.5 yıl civarında olduğunu buldu.

Güneş lekelerinin nedeni kitlenin plazma (süper sıcak gaz) yapısı nedeniyle kendi çevresinde dönerken "ekvator" bölümünün daha hızlı, "kutuplar"ın ise daha yavaş dönmesidir.35 Çünkü manyetik alan çizgileri bükülür, burulur ve bukle yapar. Bazen bu bukleler yüzeyin dışına tasar ve Güneş lekelerini oluşturur .Cotterell 11.5 yıldan başka yaklaşık 187 yıl süren bir üst siklus buldu. Güneş lekeleri 187 yılda bir başlangıç noktasına geri dönüyordu.Öte yanda Güneş'in manyetik alanı 18.139 yılda bir yön değiştirip tersine dönüyordu! Bu süre içinde beş ara dönem vardı; ikisi 20x187 ve üçü 19x187 yıl sürüyordu.

Bu noktada Cotterell uzun ara dönemin, yani 20x187 yılın, 1.366.040 gün olduğunu gördü. Bu sayı Mayalar'ın 1.366.560 günlük anahtar sayısına çok yakindi. Acaba Mayalar su veya bu şekilde Güneş'teki lekelerin tekerrürünü bulmuşlar miydi?
Bu aşamada Cotterell tekrar biyolojiye döndü ve Güneş lekelerindeki yoğunlaşma ve manyetik alanın yön değiştirmesinin dünyadaki canlılar üzerindeki etkilerine baktı. Gerçekten de bu dönemlerde üreme hızı çok düşüyordu. Cotterell bu kez dünyadaki felaketlerle Güneş lekeleri arasında bağlantı olup olmadığını inceledi ve bazı ilişkiler gördü.
Mayalar'ın büyük çağ için yaklaşık 18.500 yıl hesapladıklarını görmüştük. Bu sayı Güneş'in manyetik alanının yön değiştirme periyodu olan 18.139 yıla çok yakin ve daha da önemlisi, Mayalar'ın çağımızın sonu olarak öngördükleri 2012 yılı Güneş'teki manyetik alanın yön değiştirmesine denk geliyor. Öngördükleri felaket ya da değişim acaba bu nedenle mi?

farklı yerlerde, farklı tarihlerde, farklı kişilerin benzer kehanetlerde bulunması bizi ister istemez gizli bir bilgi geleneğinin olduğu düşüncesine götürüyor. Kaynağı Hintlilerin Akaşik kayıtları da olsa, tufan öncesindeki eski uygarlıkların birikimi de olsa, Hermes Trismegistus'un sütunlarından da okunmuş olsa, uzaydan gelen ziyaretçilerce aktarılmış da olsa, birileri bu bilgilere ulaşmışa benzer.

Nostradamus 1. Yüzlüğün 1. Dörtlüsünde söyle diyor:
"Gece vakti, tenha bir yerde, yalnız başına çalışırken, Bronz bir iskemle üstünde, yalnızlığın içinden çıkan küçük alev bazı şeyleri (kehanetleri) akla getiriyor, Bunları bos kabul etmemek lazım."
Kim bilir, belki de Nostradamus hakli...
 
Üst