• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Marksist Düşüncenin Gelişimi

Master

You
Yönetici
Üyelik Tarihi
8 Ara 2012
Konular
4,182
Mesajlar
11,469
MFC Puanı
34,700
Marx Sonrası Marksizm−Marksist Düşüncenin Gelişimi

Marx’ın fikirlerinin dünyayı değiştirdiğine hiç şüphe yok. Onun adına devrimler gerçekleşti ve komünist toplumlar var oldu. Birbirimize ve dünyaya bakma biçimimizi değiştirdiği için fikirleri, toplumun ve insanoğlunun doğası hakkında da büyük tartışmalara yol açtı. Akademik çevrelerde bir yüzyıldan uzun bir süredir fikirleri üzerine çekişme ve tartışmalar sürmektedir. Bu tartışmalar, Marksist fikirlere dayanan ve onları daha da geliştiren farklı düşünce okullarının ayrışmasına yol açtı. Sovyetler Birliğinin çökmesinden bu yana, Marx’ın çalışmalarına duyulan akademik ilgi azaldı; özellikle de akademik dünya post modern kurama yöneldiği için onun çalışmaları “demode” sayılmaya başladı. Buna rağmen eko−sosyalist hareket de dâhil olmak üzere, antikapitalist ve küreselleşme karşıtı kampanyaların yükselmesiyle, kapitalizmin “yıkıcı” yayılışına ve ekolojiyle ilişkisini ele alan Marx’ın çalışmalarının farklı yönlerinde gelecekte gelişmeler olabileceğinin işaretleri de vardır.

Bu bölüm, Marx’ın çalışmalarından geliştirilmiş birçok karmaşık ve çelişkili kuramın arka planına dair bir miktar kavrayış ve yapı kazandırmayı hedefliyor. Bazıları akademik olarak rağbet görmüş ama sonra tekrar bu ilgiyi kaybetmişken bazıları da her zaman tartışmalı olmuştur. Bununla birlikte bu konular hakkında en azından temel bir kavrayışa sahip olmak önemlidir, çünkü Marx hakkındaki kitapların çoğu bunlar hakkında bilgi sahibi olunduğunu varsayar.

Marx’ın kuramlarına, özellikle zaman ilerledikçe çok sayıda eleştiride getirilmiştir. Öngörülerinin çoğu gerçekleşmemiş gibi görünür ve bu bölümün ilerleyen kısımlarında bu konu da ele alınacaktır. Buna ek olarak, Marx’ın bugüne, içinde yaşadığımız post modern çağa ne kadar uygun olduğuna dair bir inceleme de bulacaksınız.

Marksizm Türleri

Marx çok şey yazmış ve onun hakkında da çok şey yazılmıştır, bu sebeple birisi Marksist olduğunu iddia ettiğinde sorulacak bir sonraki soru genellikle “Hangi tür?” olur. Marx’ın yazdıklarını en doğru şekilde kimin yorumladığına dair çok sayıda tartışma olduğu için ve Marksizmin birçok akademik ekolü bulunduğu için, bu soruyu yanıtlamak pek kolay değildir. Bunun yanı sıra Marksçı kelimesi de çok kafa karıştırır. Marksçı deyişi genelde, Marx’ın yöntembiliminin büyük kısmına katılan fakat ulaştığı sonuçlara ya da gelecekteki topluma dair öngörülerine katılmayan akademisyenler tarafından kullanılır. Bu genellikle, politik ve ekonomik sistemlerin incelenmesiyle ilişkili olarak kullanılır. Sözgelimi Marksçı iktisatçılar, Marx’ın “üretim araçları”, “artı değer” vb. terimleri kullanma biçimini benimserler. Ne var ki bu terimleri kullananlar, Marx’ın ulaştığı yabancılaşma, sömürü ve devrim ihtiyacı gibi sonuçları kabul etmek zorunda değildir. Başlıca Marksizm türleri ve Marx’ın çalışmalarına karşılık olarak gelişen düşünce okulları şunlardır:

Klasik Marksizm

Klasik Marksizm, Marx ve Engels’in geliştirdiği Marksizm kuramıdır. Marx’ın söylediği veya yazdığı şeylere dayanır. Bu kitapta, kapitalist toplum ve tarihsel materyalizme dair, sınıf mücadelesi, yabancılaşma, sömürü, devrim ve komünizm meseleleriyle ilgili Marx’ın yaptığı tüm tanımlar da içinde, şimdiye dek yazılmış olan şeylerin çoğu, klasik Marksizm başlığı altında toplanır. Bununla birlikte Marx, çok sayıda eser yazmıştır ve insanların, Marx’ın bir şeyi söylerken ne kastettiği konusunda veya bu konuyla ilgili zaman içinde fikrini değiştirip değiştirmediği hakkında burada yazılanlara yine de karşı çıkmalarına müsaade eden geniş bir kapsam vardır. Buna ek olarak pek çok Marksist, politik çıkarımlarını kanıtlamak için Marx’tan bazı parçalar alıp bağlam dışına çıkarabilir.

Klasik Marksizm’deki bir diğer sorun, bazı konular hakkında Marx’ın sonradan fikir değiştirmiş olmasıdır; bazen, özellikle düşünme süreci olgunlaştıkça, önceden yazdığı bir şeyi geliştirmiş, bazen de o yazdıklarının aksini ispat etmiştir. Bazı Marksistler Marx’ın çalışmalarını “genç Marx” ve “olgun Marx” olarak iki genel kategoriye ayırır.

Hangi çalışmalarının hangi kategoride değerlendirileceğine ve genç düşünüşle olgun düşünüş arasındaki ayrım çizgisinin nerede olduğuna dair anlaşmazlıklar vardır. Felsefe çalıştığı ve halen Feurbach’ın etkisi altında olduğu için erken dönem çalışmalarının birçoğunun doğasının felsefî olduğu gözlemlenir. Sonraki çalışmaları daha çok ekonomik kuramla ve tarihsel materyalizm görüşüyle ilgilidir. Bu ayrım birçok Marksist için önem taşır, çünkü ilerlemeci türde bir bilimsel sosyalizm doğrultusunda bir değişimin izini taşır gibi görünmektedir ve bu da, erken dönem çalışmalarının çoğunun burjuva felsefesinden etkilendiğini söyleyip bu çalışmalara ilgi gösterilmemesi anlamına gelir. Lenin, 1917’de basılan Devlet ve Devrim kitabında, Felsefenin Sefaleti kitabının olgun Marx’ın ilk çalışması olduğunu iddia eder. 1844 Ekonomik ve Felsefî Elyazmaları 1932 yılında basıldığında, Marx’ın hümanist bir yorumunu arayanlar tarafından sahip çıkılmıştır, ancak Sovyetler Birliğinde bu yorum bastırılmıştır.

Bu fikir ayrılığına dair daha yakın tarihli tartışmaların birçoğu, Louis Althusser’in (1918−90) çalışmalarına kadar uzanır. Yapısalcı Marksist olan Althusser, daha çok ideoloji üzerine yazmıştır ve 1965’te kaleme aldığı Marx İçin çalışmasında genç ve olgun Marx arasındaki ayrımdan belirli bir şekilde söz eder. Althusser, 1845 tarihli Alman İdeolojisi’nin, Marx’ın daha hümanist felsefî fikirlerden kopup daha bilimsel ve materyalist bir bakış açısına geçtiği noktayı işaretlediğini iddia eder. Ne var ki, 1991’de Marx’ın Felsefesî kitabını yazmış olan Etienne Balibar gibi kendisine karşı çıkanlar da olmuştur. Genç ve olgun Marx arasındaki ayrımın büyük ölçüde öznel bir şekilde ve o dönemde kanıtlanmaya çalışılan bir şeye bağlı olarak yapıldığı görülmektedir. Marx’ın çalışmaları, zaman içinde gelişen bir ilerleme mi gösterir ya da erken dönem çalışmalarını, sonraki çalışmalarının bunlarla çelişeceğini bilerek ayrı bir şekilde okuyabilir miyiz? Akademik çevrelerde, bu sorulara verilen kesin bir yanıt yoktur.

Gramscı ve Hegemonya

Klasik Marksizmi geliştiren başlıca düşünürlerden biri, İtalyan komünist Antonio Gramsci’dir (1891−1937). Gramsci, 1926’da İtalya’daki faşist rejim tarafından hapse atıldı ve orada Marksist komünizmin başarısızlığı olarak gördüğü şey hakkında yazmaya başladı. Marx, işçi devriminin kaçınılmaz olduğunu öngörmüştü, o halde neden vaat ettiği devrim gerçekleşmemişti? Gramsci, sınıf mücadelesine duyulan ihtiyaç konusunda Marx’a katılıyordu, fakat birçok Avrupalı işçinin komünizm yerine faşizme yöneldiğini görmüştü ve neden böyle olduğunu merak ediyordu. Kapitalizm neden topluma derin bir şekilde yerleşmişti? Gramsci’nin hapisliği sekiz yıl sürdü ve bu dönem boyunca yoğun olarak bu sorular hakkında düşünüp yazdı; otuzdan fazla defteri ve tarih ile milliyetçilik hakkında yazdığı binlerce sayfa, daha sonra Hapishane Defterleri olarak basılacaktı.

Marx, ekonomik temelin her zaman değişimin itici kuvveti olduğunu yazmıştı; hukuk, kültür ve din üstyapıları ekonomiye tabiydi. Bu, ekonomik determinizm kuramı olarak bilinir. Marx, ekonomiye dair yanlış bilinç aşılamak için üstyapının ideolojiye dayandığını göstermişti.

* Önceki bölümlerde gördüğümüz gibi Marx, her üretim biçiminin kendi benzersiz ideolojisini yarattığına inanıyordu.

Gramsci, bir noktaya kadar buna katılıyordu, fakat topluma dair bu bakışın çok basit olduğunu düşünüyordu. Toplumun itici kuvvetinin ekonomi olmadığına, bunun üstyapıdan kaynaklanan fikirlerin yayılmasında yattığına inanıyordu. Aslına bakılırsa ideoloji, sınıf sisteminin önemli ve özerk bir bölümüydü, toplumun genel kültürünün parçasıydı. Gramsci ideoloji fikrini hegemonya anlayışına doğru daha da geliştirdi. Hâl⠓egemen” bir sınıf olduğuna ve bunun egemenliğini korumak için de, yaptığı şeylerin doğru, adil ve olması gerektiği gibi olduğu konusunda toplumla anlaşmaya ihtiyaç duyduğuna inanıyordu. Sınıfın, “kendiliğinden rıza” adını verdiği şeyi kurması gerekiyordu, böylelikle yönetici sınıfın baskı yapmasına veya yönetmek için politik ya da ekonomik zor kullanmasına ihtiyaç kalmayacaktı. Bu sınıfın yapması gereken tek şey, din, eğitim ve medya yoluyla işçilerin kendi bakış açısına inanmasını sağlamaktı. Bu yolla ortak bir inanç sistemi bir tür sınıf egemenliğinin temeli haline gelecektir.

Gramsci, hegemonyanın tepeden işçilerin üzerine zorlanan bütünleşik bir baskı sistemi olduğunu düşünmüyordu, onu, bir bütün olarak toplumun içinde işleyen çok katmanlı karmaşık bir sistem olarak görüyordu. Toplumdaki insanlar kendi hayatlarını yaşar, fakat etraflarında kurulu küçük bir yapının da parçasıdır; hayatlarının, etraflarındaki yapıya nasıl uyduğunu ve bunun, bir bütün olarak toplumun yapısına nasıl oturduğunu görmezler.

İnsanlar, özgür iradeleri ve bağımsızlıkları olduğunu sanırlar, ama Gramsci’ye göre, burjuvazinin değerlerinin toplumdaki insanların çoğunluğunun değerleri haline geldiği bir mutabakat kültürü gelişmiştir. Bir anlamda, yöneticilerle yönetenler arasında yapılan ve herkesin hiç düşünmeden kabul ettiği bir çeşit zihinsel veya ahlâkî bir sözleşme vardır. Bu, dünyaya dair doğal ve sağduyulu bir bakış gibi görünür, ama aslında egemen sınıfın bakışıdır. Her ne kadar insanların azınlığı bu bakışa itiraz edebilse de, nüfusun çoğunluğu bunu kabul ettiği sürece ve gerekli olduğunda zor yoluyla bu azınlıkların üstesinden gelinebilir. Gramsci, bütün kültürel kurumların şüpheli olduğuna ve bütün kültürel faaliyet ve inançlara eleştirel bir gözle bakılıp topluma egemen olma konusunda oynadıkları rolün incelenmesi gerektiğine inanıyordu. Gramsci, faşizmin yükselişinin sebebinin, insanların, kendilerine hakikaten fayda sağlayacak bir devrim doğrultusunda çalışmak yerine orta sınıf statüsünü ve tüketici toplumu benimsemekle daha fazla ilgilenmeleri olduğuna inanıyordu. Burjuvazinin inanç sisteminin öğretileriyle birleşen faşist liderlerin etkili konuşmaları, hakiki ihtiyaçlarına karşı onları kör etmiş ve birbirleriyle rekabet halinde olan birey kültürünün doğal olduğuna inanmalarını sağlamıştır.

Dolayısıyla, Gramsci’nin bakış açısına göre toplumun kültürü, ahlaken tarafsız bir sistem değil yönetici sınıfın bakış açısını desteklemek için kullanılan ideolojinin bir ifadesidir. Burjuvazi; din, eğitim ve diğer kültürel sistemler yoluyla sosyal bilinci yönlendirip proletaryaya egemen olabilir. Bugün, televizyon, radyo, gazeteler ve web sayfaları gibi kitle iletişim araçlarını da hegemonyanın bir parçası olarak kabul edebiliriz, çünkü bunlar Gramsci’nin yaşadığı döneme kıyasla üstyapının çok daha önemli parçalarıdır.

Gramsci hegemonyanın koşullar değiştikçe zamanla değiştiğini ve toplumdaki diğer kişilerden yeterince destek alabilirse proletaryanın bu hegemonyayı kendi yararına kullanmasının her zaman mümkün olduğunu görmüştü. Dünyaya dair alternatif bir bakış açısı ileri sürmek için hegemonyayı kullanmak mümkündür; örneğin komünistler, bir devrimin istenilir ve mümkün olduğu fikrini yayabilirler. Bunun, rağbet görmeyen bir diktatörlükte yapılmasının, kültürün çok karışık ve insanlarla kurumlar arasındaki ilişkilerin karmaşık olduğu bir sosyal demokraside yapılmasından daha kolay olduğunu görmüştü. Eğitimin son derece önemli olduğuna inanmasının nedeni de buydu. Herhangi bir sınıftan herhangi bir kişinin okuma şansı verildiğinde entelektüel olabileceğine ve kitlelerin ihtiyaçlarını açık bir şekilde ifade etmek için bir işçi sınıfı “kültürü” oluşturmanın önemli olduğuna da inanıyordu.

Gramsci, gündelik kültürün, politik eylemin başlayabileceği yer olduğunu gördüğü için ve kitle iletişim araçlarının gücünü fark eden ilk Marksistlerden biri olduğu için önemlidir. Yaklaşık aynı dönemlerde Marksist düşünceyi geliştirmiş olan Frankfurt Okulu’nun düşünürlerini de etkilemiştir.

Frankfurt Okulu

Frankfurt Okulu daha çok, Almanya Frankfurt’ta bulunan Toplumsal Araştırma Enstitüsünde felsefe, sosyal teori ve toplumsal araştırma çalışmalarından gelişen Marksist bir okulu tarif etmek için kullanılan resmi olmayan bir ifadedir. Bu ifade, her ne kadar onlar kendilerini bu şekilde tarif etmeseler de Enstitüyle gerçekten bir bağlantısı olanları ve bu kişilerden etkilenenleri belirtir. Frankfurt Okulu, Sovyetler Birliği ve Çin’de geliştirilen Marksist düşünceden farklılaştırmak adına zaman zaman Batı Marksizmi de denilen teorinin ilk örneklerinden biridir.

Frankfurt Okulu 1920’lerde kurulmuştu, fakat Max Horkheimer 1930’da enstitü yöneticisi olduğunda çok daha önemli bir hale geldi ve karşıt görüşlü Marksistlerin ilgi merkezi oldu. Frankfurt Okulu düşünürleri, kendi dönemlerindeki Marksistlerin çoğunun, Ortodoks Marksist−Leninist fikirleri kanıtlamak için yalnızca Marx’ın fikirlerinin dar bir kapsamını papağan gibi tekrarlayıp durduğu ve Marx’ın asıl çalışma ve fikirlerinin pek çoğunu göz ardı ettiği görüşündeydi.

Almanya’da ve Avrupa’nın çoğu kısmında büyük sosyalist hareketler olmasına rağmen öngörülen devrimin gerçekleşmemesinden, bunun yerine faşizmin popüler hale gelmesinden oldukça etkilenmişlerdi. Gerçekleşmekte olan koşulları Marx’ın önceden göremediğine inanıyorlardı ve Marx’ın düşüncesindeki boşlukları doldurmak için başka düşünürlerin çalışmalarından yararlanıyorlardı. Ancak çok yakın bir zamanda basılmış olan Marx’ın Ekonomik ve Felsefî Elyazmaları adlı çalışmasından da çok etkilenmişlerdi. Nazilerin yükselişiyle, 1930’larda Frankfurt Okulunun birçok filozofu Almanya’yı terk etmeye zorlanıp New York’a taşındı ve ancak İkinci Dünya Savaşından sonra Almanya’ya geri dönebildi.

Frankfurt Okulu filozofları, Horkheimer’ın 1937 tarihli “Geleneksel ve Eleştirel Kuram” makalesinde tanımladığı eleştirel kuramı kullanmalarıyla tanınırlar. Özgün halinde bu kuram, arzu edilen değişiklikleri gerçekleştirmek için toplumun bir bütün olarak eleştirilmesine yönelen bir toplumsal kuramdı ve Marksist tarihsel materyalizm fikrinin geliştirilmesi üzerine kuruluydu. Ekonominin, sosyal bilimlerin, tarihin, politikanın, antropolojinin ve psikolojinin farklı yönlerini bütünleştirme girişiminde bulundu. Frankfurt Okulu filozofları, ideolojinin, hegemonyanın ve yanlış bilincin toplumdaki rolüyle ve kapitalizm kültürünün medya yoluyla kendisini nasıl sürekli kıldığıyla ilgileniyorlardı. Bu bağlamda, dilin rolüyle özellikle ilgileniyorlardı. Medya, sanat, sinema ve diğer kültürel sistemlerin Marksist bir bakış açısından incelenmesine genellikle kültürel Marksizm denir ve Frankfurt Okulunun çalışmalarının bu yönü, 1960’larda ve 70’lerde etkili olan Birmingham’daki Çağdaş Kültürel Araştırmalar Merkezinin düşünürlerini de etkilemiştir.

Marx üzerine kapsamlı bir şekilde yazmış Frankfurt Okulunun en tanınmış filozofları şunlardır:

Max Horkheimer

(1895−1973), Theodor Adorno (1903−69) ile birlikte 1944’te Aydınlanmanın Diyalektiği’ni yazdılar. Bu kitapta, kapitalist idealleri toplumun bilinçsiz zihnine sokmanın bir yolu olarak kitle kültürünün kapitalist toplum tarafından kullanıldığı fikrini ileri sürdüler. Böylece toplumun üyeleri pasif tüketiciler haline gelip bireyselliklerini kaybediyorlardı. Toplum homojenleştirilmiş bir kitle haline geliyordu.

Herbert Marcuse

(1898−1979) 1955’te, Marx’ın fikirlerini psikanalizin babası kabul edilen Sigmund Freud’un fikirleriyle sentezlemeye çalıştığı Eros ve Uygarlık kitabını yazdı. Bunun yanı sıra 1964’te Tek Boyutlu İnsan’ı kaleme aldı. Marcuse, kitle iletişim araçlarının ve tüketimciliğin insanların zihnini sinsi bir şekilde zapt ettiğine ve bunun da bir çeşit totaliterlik anlamına geldiğine inanıyordu. Reklamlar yoluyla tüketim toplumu tarafından “yanlış ihtiyaçlar” oluşturulur ve sonra da hepimiz, düşüncelerimize nüfuz etmiş ve bizi kapitalist makinenin dişlileri haline getirmiş güçlü bir tüketim devletinin hâkimiyetine gireriz. Marcuse, bu araçlarla işçi sınıfının üretim ve tüketim döngüsünün içine çekildiğine ve bunun da kapitalist statükoyu desteklemek için çalıştığı olgusuna karşı onu kör eden ideolojik bir kuvvet olarak işlediğini söylüyordu. Kitabının başlığı Marcuse’nin, tüketim toplumu eleştirel düşünmeyi ve direnişi silip süpürdüğü için düşünmenin tek boyuta indiğine dair inancını yansıtıyordu.

Jürgen Habermas

(1929− ) 1950’lerde Frankfurt Okulunda Adorno ve Horkheimer’ın altında çalışan Alman bir filozoftur. Daha sonraları bu okulun kuramlarının modern kültüre karşı çok eleştirel, aşırı şüpheci ve karamsar olduğuna inanarak bu kuramların çoğuna katılmadığını belirtmiştir. Onun görüşleri genellikle neo−Marksist olarak nitelendirilir ve eleştirel kuram geleneğinden kaynaklanır. Esas olarak, modern toplumun kamusal alanının hakiki bir demokratik fikir çatışmasına imkân vermediği fikrine dair tartışmasıyla bilinir. Bu düşüncesini ilk olarak 1981 tarihli İletişimsel Eylem Kuramı çalışmasıyla açıklamıştır. Modern toplumu eleştirmekle birlikte, dünyayı parçalara ayrılmış bir şekilde gören birçok post modern düşünürle anlaşmazlık içindedir.

Praksis Okulu

Praksis Okulu, 1960’larda Yugoslavya’da başlayan Marksist, hümanist felsefe ekolüydü ve Marksist düşünceyi, o dönemin hükümeti tarafından vurgulanan Marksist−Leninist−Stalinist düşüncenin dar sınırlarından kurtarma girişimi olarak yola çıkmıştı. Bu düşünce ekolünün başlıca simaları, 1960’larda ve 70’lerde Marksist dergi Praxis’i yayınlayan Milan Kangrga, Gajo Petroviç ve Mihailo Markoviç’ti. Bu yayın, Marksist kuramın önde gelen dergilerinden biri olduğu için uluslararası akademik Marksist toplulukta tanınmıştır.

Leninizm’in ve Stalinizm’in Marx’ın özgün çalışmalarına sadık kalmadığına ve politik amaçlar yüzünden bu çalışmaların çarpıtıldığına inanıyorlardı. Hümanizmin vurgulandığı genç Marx’ın çalışmalarının üstünde duruyor ve bunların, Marx’ın “gerçek” çalışmaları olduğuna inanıyorlardı. Mevcut komünist rejimlere karşı eleştirel tutum alıyorlardı ve Marx’ın hümanist yönlerini vurgulayarak Batı Marksizmini etkilediler.



Analitik Marksizm

“Zırva olmayan” Marksizm olarak bilinen Analitik Marksizm, Gerald Allan Cohen’in 1978 tarihli Karl Marx’ın Tarih Kuramı: Bir Savunma kitabının sonucu olarak doğan bir düşünce ekolüdür. Bu kitap, tarihsel materyalizmin geçerli bir sistem olduğuna dair modası geçmiş akademik görüşü alır, ama yapı söküm ile elde edilen teknikleri kullanarak buna yeni bir yolla bakar. Analitik Marksizm, 1980’lerde popüler bir düşünce ekolüydü ve Cohen iki kitap daha yayınladı: 1988’de Tarih, Emek ve Özgürlük ve 2000’de de Eğer Eşitlikçiyseniz Nasıl Olur da Bu Kadar Zengin Olursunuz?

Yapısal Marksizm

Yapısal Marksizm, Fransız felsefe profesörü Louis Althusser’in (1918−90) ileri sürdüğü Marksizm yaklaşımının tanımıdır. Althusser, Fransa’da büyük siyasal altüstlüklerin yaşandığı 1960’larda ve 70’lerde oldukça etkili bir isimdi. Toplumsal değişimi açıklayabilecek sabit insan doğası diye bir şeyin veya Marx’ın söylediği gibi “türsel varlığın” olduğuna inanmıyordu. Gramsci’nin fikirlerinin bir uzantısı olarak, toplumda, insanların riayet ettiği ideolojik yapılar olduğunu ileri sürdü. Ancak Gramsci’den ayrıldığı nokta şuydu; o, bu kuvvetlerin mutlaka kapitalizmin araçları olmadığına, özerk bir maddî varlığa sahip olduğuna inanıyordu.

Post modernist ve post−Marksist düşünürler şimdiye kadar özetlediğimiz ideoloji konseptini ve onunla bağlantılı olan hegemonya fikrini çok basit bularak büyük oranda reddetmektedir. Bu düşünürler post modern dünyada insanların, medyanın manipülasyonunu doğrudan görebildiğine ve medyanın ürünlerini kendi yorumları üzerinden düşünebildiğine inanır. Peki, ama post modern dünya tam olarak nedir ve Marx’ın felsefesiyle nasıl bir ilgisi vardır?

Post Modern ve Post−Marksist Düşünce

Post modernizm, çok sık kullanılan bir terimdir, fakat basit bir açıklamasını yapmak çok zordur; post modernist düşünürler olarak tarif edilen kişiler bile bu kavramın tam olarak ne anlama geldiği üzerinde anlaşamazlar. Post modernist düşüncenin temel çekirdeği, modern dünyanın karmaşıklığını kavrama girişimi olarak düşünülebilir:

Şüphecidir
Mutlak bilgi ve mutlak hakikat fikirlerini sorgular
Dünyayı “parçalanmış” olarak görür
Dilin anlamına çok güvenir

Birçok post modern düşünür, yirmi birinci yüzyılda yeni bir tür dünyada yaşadığımızı öne sürecektir. Akılcılık, nesnellik ve ilerleme inançlarına sahip aydınlanma fikirlerinden gelişen “modernist” dünya görüşünün çok ötesine geçtik.

* Kültürel bir hareket olarak modernizm, Sanayi Devriminden sonra sanat, mimari, edebiyat ve dini inanç da dâhil olmak üzere aydınlanma çağının fikir, gelenekleri ve akılcı kesinliği sorgulanmaya başladığında doğmuştur.

Yeni teknolojinin hızlı yükselişi ve çağımızın ekonomik koşulları, toplumun merkezsizleşmesi ve kitle iletişim araçlarının hâkimiyeti altına girmesi anlamına gelmektedir. Bu dünya, modernin ötesine, post modern âleme geçmiş bir dünya haline gelmiştir.

* Post modern kurama dair daha derin bir kavrayış için Post modernizmi Anlamak kitabını okumanızı tavsiye ederim.

Post modernizmi çevreleyen bütün çelişen kuramları bu bölümde ayrıntılarıyla anlatmak mümkün değil, ancak aşağıda Marx ve Marksizmin post modern dünyada nasıl algılandıklarıyla ilgili felsefecilerin bazı temel kuramlarının özetini bulacaksınız.

Jacques Derrida

(1930−2004) Fransız bir edebiyat eleştirmeni ve filozoftur. Yazıları, anlaşılmalarının zor olmasıyla tanınır ve en iyi, yapı söküm fikrini geliştirmesiyle bilinir: Felsefe, dilbilimsel ve edebi analizlerin harmanlanması. Bu, metinlerin hakiki anlamını sorgular ve onların içkin istikrarsızlığını gösterir. Dilin “hakikati” asla temsil edemeyecek kaygan ve şüpheli bir vasıta olduğuna ve ister ekonomik, ister politik isterse de felsefî olsun, hiçbir türde akademik analizde hakikatin gerçek biçiminin bulunmadığına inanır. Bütün yorumların ve anlatıların eşit geçerliliği vardır. 1994’te basılan Marx’ın Hayaletleri kitabında, Marx’ın fikirlerine bilimsel bir sistem olarak değil de ahlâkî bir sistem olarak bakılması gerektiği fikrini ileri sürmüştür.

Jean Baudrillard

(1929−2007) Fransız bir kültür kuramcısı ve filozoftur. Erken dönem çalışmaları Marx’tan çok etkilenmiştir ve temel Marksist kuramların bazılarının uzantısıdır. Kapitalizmin genişlemesinin beraberinde toplumsal değişimi getirdiğine katılır, fakat tüketim toplumunun nasıl değiştiğini hesaba katmak için Marx’ın güncelleştirilmesi gerektiğine inanır. Dünyanın artık üretimden ziyade yeniden üretim toplumu olduğuna inanır. Bunun anlamı, imge ve enformasyonun ekonomi için tıpkı metalar gibi önem taşımasıdır. Gramsci gibi o da kültürel üstyapının, ekonomik temelde gerçekleşen şeylerin bir yansıması olduğuna değil kendine ait bir gücü olduğuna inanıyordu. Bunun yanı sıra, Marx’ın üretim biçimleri ve ilişkileriyle ilgili kuramlarının, modern tüketimciliğin yükselişini göz önünde bulundurmadığı görüşündeydi.

Jean−François Lyotard

(1924−98) Fransız bir filozof ve edebiyat kuramcısıdır. 1979’da Post modern Durum: Bilgi Üzerine Bir Rapor kitabını yazmıştır. Bu kitapta, post modern dünyada kimsenin büyük anlatılara veya kimi zaman dendiği şekliyle meta anlatılara inanmadığı fikrini ileri sürmüştür. Büyük anlatılara örnekler arasında, büyük ölçekli kuramlar veya dünya felsefeleri, tarihe tutarlı bir ilerleme olarak bakılması veya bilimin her şeyi bilebileceği ya da her şeye dair büyük bir birleşik kuram formüle edebileceği bulunur. Marx’ın tarihsel materyalizmi ve ekonomik determinizmi de büyük anlatılardır ve bu sebeple, Lyotard’ın post modern dünya anlayışını kullanırsak, insanlar Marx’ın felsefesine inanıp onu takip etmeye daha az eğilim göstermektedir.

Gilles Deleuze (1925−95) ve Felix Guattari (1930−92) 1972’de bir kitap yazdılar: Anti−Oedipus: Kapitalizm ve Şizofreni. Bu kitapta kapitalizmin bireyleri baskı altında tuttuğunu ve onlara, metaların üretim ve tüketimiyle bağlantılı yanlış “dolayımlı” arzular verdiğini iddia ettiler; bu, Frankfurt Okulunun kanaatlerinin bir uzantısıdır. Her ne kadar Marksist olsalar da, işçi sınıfının farklı türde insanların değişik bir karışımı olduğuna inanarak sınıfı bir tür efsane olarak gördükleri için görüşleri, klasik Marksist görüşten farklılaşır. Devrimi gerçekleştirmek için bir araya gelecek tek tip bir işçi sınıfına inanmazlar ve klasik Marksist sınıf görüşünün yanlış olduğunu düşünürler. Klasik Marksizm’de kadınların ve etnik azınlıkların genellikle marjinalleştirildiğine inanırlar ve onlara göre sınıf mücadelesi, oldukça karmaşık olan toplumsal yapının temeli değil sadece bir akımıdır. Frankfurt Okulu düşünürleri, devleti tekil bir monolitik varlık olarak görüyor ve toplumun, pasif tüketicilerden oluşan homojen bir kitle haline geldiğine inanıyorlardı. Deleuze ve Guattari bu bakış açısına katılmıyorlardı; onlara göre toplum karmaşık bireylerin farklı bir karışımıydı ve bu çeşitliliğinden ötürü kapitalizmin istikrarsızlaştığını düşünüyorlardı. “Kendilik” görüşleri de oldukça post moderndir. Tek bir kimliğe veya sabit bir kendiliğe saplanmanın gerekli olmadığına, insanların farklı “hayatlar” yaşama ve kendilerini yeniden icat etme tercihlerinin olduğuna inanıyorlardı; insanlar sosyal “kuralları” takip etmek zorunda değillerdi.

Francis Fukuyama

(1952− ) 1992’de basılan Tarihin Sonu ve Son İnsan kitabında “tarihin sonuna” ulaştığımız fikrini ileri süren Amerikan siyaset bilimcisidir. Bu kitapta, Birleşik Devletler’de ve Britanya’da uygulanan liberal demokrasinin toplumun son biçimi olduğunu ileri sürmüştür. Bu düşüncesi, Hegel’in on dokuzuncu yüzyılda Prusya toplumuna bakışına bazı yönlerden çok benzemektedir. Fukuyama, toplumumuzu “evrensel aklın” son ürünü olarak görmez; liberal demokratik değerlere dayanan Batı medeniyetinin ekonomik anlamda insanoğlunun ihtiyaçlarını karşıladığını ve özsaygı ve tanınma ihtiyaçlarımızı tatmin ettiğini, dolayısıyla kendimizi “gerçekleştirdiğimizi” iddia eder. Beşinci bölümde gördüğümüz gibi “gerçekleştirme” genellikle yabancılaşmanın tersini belirtmek için kullanılan bir terimdir; bu yüzden Fukuyama’ya göre modern Batı toplumunda yaşamak, Marx’ın öyle olacağına inandığı gibi, bir yabancılaşma deneyimi değildir. Fukuyama’nın kuramının özünde, insan doğasına tanınma, kabul görme arzusunun hükmettiğine dair inanç yatar. Komünizmin çökmesinden ve Soğuk Savaşın bitmesinden sonra ideolojik mücadeleye ihtiyaç kalmadığına inanır. Ne var ki, bilimsel ve teknolojik değişimlerin tarihte gelişmelere yol açabileceğini yazdığından dolayı, neticede her şeyin sonu gelmiş değildir. Onun kuramını eleştirenler, Soğuk Savaş bitmiş olmasına rağmen ideolojiler arasındaki çatışmanın sonunun gelmediğine işaret ederler. Komünist Kuzey Kore ve Batı dünyası arasında yeni bir Soğuk Savaş’tan ve yeni bir nükleer silahlanma yarışından bahsedilmektedir. Şu anda bile, çok sayıda ideolojik çarpışma sürmektedir. Bunlar arasında dini gruplar arasındakiler de bulunur: Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan gruplar. Bu çarpışmalar terörist eylemlerle alevlenmektedir ve şu anda ideolojik çatışma hiç de bitiyor gibi görünmemektedir.

Post−Marksizm

Post−Marksizm, Marx’ın kuramları üzerine kendi kuramlarını inşa eden fakat çok daha ileriye giden, bu yüzden de Marksist düşünce olarak düşünülenlerin dışında veya ötesinde olan düşünürleri tarif etmek için kullanılan bir terimdir. Post−Marksistler Marx’ın çalışmalarına içkin olan ekonomik determinizmden uzaklaşmışlardır ve onun sınıf kavramına katılmazlar, ama toplumun üyeleri arasında bir dayanışma olması gerektiğine inanırlar. Ernesto Laclau (1939− ) ve Chantal Mouffe (1943− ), 1985’te Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Bir

Politikaya Doğru kitaplarının yayınlanmasının ardından en tanınan post−Marksistler haline geldiler. Bu kitapta, klasik Marksizmi analiz ettiler, fakat Derrida’nın dil ve yapı söküm kuramından yararlanıp aynı zamanda Gramsci’nin hegemonya kuramını da inceleyerek daha post modern bakış açıları getirdiler. Toplumsal çatışmaların, toplumun ve kişiliklerin karmaşıklığından ötürü anlaşılması güç olan hegemonya içindeki “antagonizmalardan” çıktığına inanıyorlardı. Post modern düşünce bireyi bir dizi anlatı olarak görür; örneğin Laclau ve Mouffe işçi sınıfından bir kişinin hiçbir zaman sadece “işçi sınıfından” bir kişi olmadığı görüşündedirler. Bu kişi aynı anda hem yalnız bir ebeveyn, hem etnik bir azınlık, hem bir kadın hem de işçi sınıfından biri olabilir. Laclau ve Mouffe’e göre kişiliğin bu farklı yönlerinin her biri antagonizma ya da çatışma içinde olabilir. Sınıf, hiç de birleştirici bir yapı değildir. Herkesin, kendi deneyimlerine dayanan öznel bir toplum görüşü vardır; sınıf kimliği bunun sadece küçük bir parçasıdır ve bu yüzden sınıfa dayalı bir devrim başarısızlığa mahkûmdur. Çatışmalar her zaman toplumun bir parçası olacaktır ve toplum da her zaman istikrarsız ve değiştirilebilir olacaktır, fakat antagonizmalara rağmen insanlar yerel düzeylerde harekete geçmek için bir araya gelebilirler. Post−Marksistler basmakalıp demokratik süreçlerin aslında birçok insanı yabancılaştırdığına ve de komünizm altında bile devletin her zaman yozlaşmaya açık olduğuna inanırlar. İnsanların kendi çıkarlarını piyasada yükseltip yerel mücadeleler için bir araya gelerek değişim sağladığı bir tür “sivil toplumu” ileri giden yol olarak görürler.

Marx nereye uygundur?

Toplumun, yeni post modern bir çağa doğru ileri mi itildiğine yoksa hâlâ modernist dünyanın bir parçası mı olduğuna dair oldukça fazla sav bulunur. Jürgen Habermas halen son aydınlanma çağında yaşadığımız fikrini ileri sürerken bazı insanlar post modern dünyanın bile bittiğini ve post−post modern bir dünyada yaşadığımızı iddia eder. Peki, tüm bunların Marx’la ilişkisi nedir?

Marx, “modernlik” hakkında yapılandırılmış bir biçimde yazan ilk kişilerden biriydi, teknolojinin yükselişini ve Sanayi Devriminin etkilerini belgeledi. Toplumun her zaman göründüğü gibi olmadığını fark etmemize de yardımcı oldu. Bu yolla post modern dünyanın pek çok düşünürüne ilham verdi, fakat bu kişilerin düşünceleri Marx’ın çok ötesine geçti ve birçoğu onun felsefesinin belli bölümlerine, özellikle de dünya tarihinin sınıflar mücadelesi tarihi olduğu yönündeki görüşüne karşı çıktı. Bugünün dünyasında sınıfların rolüne dair büyük bir tartışma vardır. Sözgelimi etnik kimlik, cinsiyet ya da yaş gibi hatlar üzerindeki diğer insan grupları da en az sınıf kadar önemli görülmektedir. Eğer Marx’ın tanımladığı şekliyle sınıf diye bir şey ve bunun başka bir sınıf tarafından ezilmesi yoksa, bunun işçi sınıfı dayanışması üzerinde nasıl bir anlamı olacaktır? Toplum, ortak değerleri olmayan çeşitli parçalanmış benliklerden meydana geliyor gibi göründüğünde devrimin gerçekleşebilmesinin bir yolu var mıdır? Dünyanın tüm sorunlarına bir çözüm getirme girişiminde bulunan bir inanç sistemiyle dünya dönüştürülebilir mi? Post modern düşünürler “her şeyin kuramı” diye bir şeyin olduğuna inanmazlar; Marksizm, dünyaya bakmanın çok sayıda farklı yolundan sadece birisidir −öznel ve büyük bir anlatıdır.

Ne var ki Radikal Marksistler buna katılmaz. Post modern kuramın sadece hegemonyanın başka bir biçimi ve insanları, geç kapitalist dünyadaki gerçek sorunlardan uzaklaştırma girişimi olduğuna inanırlar. Post modernistlerin, popüler kültürü kutsamakla ve Batı dünyasında bile halen, kapitalist sistem alaşağı edilmeden sona ermeyecek, yoksulluk içinde yaşayan birçok aile olduğunu göz ardı etmekle uğraştığına inanırlar.

Post modernizm, evrensel veya mutlak hakikatlerin olmadığı yönündeki felsefî bir inanç olan kültürel göreceliğin bir biçimi olarak görülebilir. Hakikat sadece belli bir referans sistemine −bu örnekte kültüre− göre olabilir. Bu durum adaletsizliğe karşı mücadele etmek isteyenler için bir sorun olarak görülür. Çünkü bir şeyin adaletsiz olup olmadığına nasıl karar vereceksiniz ve herhangi bir şey hakkında ahlâkî ve etik yargılara nasıl varacaksınız? İnsanlar baskıya ve sömürüye ne kadar tahammül etmeliler? Post modernizmin bu sorulara yanıtı yoktur. O, bu soruları sormaz bile.

Marksizm Yirmi Birinci Yüzyılda Geçerli Midir?

Pek çok insan, komünizmin çöküşünü Marx’ın bugünün dünyasında geçerli olmadığının bir kanıtı olarak görür. Sovyetler Birliği çöktükten ve Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra Komünist Çin, Batı’nın etkisine ve ekonomisi de özel girişime daha açık bir hale geldi. Her ne kadar Marx’ın tahayyül ettiği komünizm hiçbir zaman var olmamış olsa da, insanlar komünizmin başarısızlığını Marx’ın başarısızlığı olarak kabul ettiler.

Yirminci yüzyıl tarihinin bize gösterdiği şey, Marx’ın fikirlerinin, bütün dünyanın yoksulları ve ezilenlerinin imgelemini yakalama gücüdür. Onun veya diğer insanların inançlarının, bunlara dair yorumların dünya tarihini değiştirdiğine hiç şüphe yoktur.

Marx’ın bugünün toplumunda geçerli olup olmadığı, ateşli Marksistler, öğrenciler ve sarhoş meyhane filozoflarının yanı sıra birçok felsefeci, iktisatçı, tarihçi ve başka disiplinlerden akademisyenler tarafından düşünülüp tartışılmaktadır. Hemen herkesin, özellikle bilgi dolu olmasa da Marx’a dair bir fikri vardır. Bu konu hakkında üç temel argüman söz konusudur:

Marksizm bugün geçerli değildir, çünkü hiçbir zaman geçerli bir düşünce olmadı. Marx’ın bilimsel yöntemi kusurluydu ve ekonomi kuramı tamamen hatalıydı.
Marksizm bugün geçerli değildir, çünkü kendi zamanının bir ürünüdür. Marx’ın yazdığı dönemde var olan kapitalist toplum artık yok. Artık proletarya diye bir şey kalmadı, bu yüzden devrim de olmayacak. Bizler, on dokuzuncu yüzyıla hiç benzemeyen post modern bir dünyada yaşıyoruz. Artık sınıf diye bir şey yok; her şeyle ilgili büyük kuramlar yanlıştır.
Marksizm hâlâ geçerlidir. Komünizmin bazı ülkelerdeki başarısızlığı, Marx’ın hatalı olduğunu göstermez. Aslına bakılırsa o, kendi kuramlarından uzaklaşan bir salınım olacağını ve kapitalizmin, en sonunda bozguna uğramadan önce karşı koymaya çalışacağını öngörmüştür. Dünya değişmiş olabilir, fakat ekonomi halen kapitalist olduğuna göre onun kuramları hâlâ geçerlidir. Post modern kültür hegemonyanın bir parçasıdır ve insanları pasif, herhangi bir şeyi analiz etmekle değil de yalnızca şöhretle ilgilenen kimseler haline getirme girişimidir.

Yukarıdaki kuramlardan birincisinin yanlış olduğu çok bellidir, çünkü Marx her şey hakkında tamamen yanılmış da olsa birçok insan onun söylediği şeye göre hareket etmiştir, bu yüzden de mutlaka biraz geçerli olması gerekir. Komünizmin çökmesine rağmen halen komünist ülkelerde yaşayan milyonlarca insan vardır. Derrida, Marx’ın Hayaletleri’nde, geçmişten veya ona dair yorumlardan asla kurtulamayacağımızı, bu sebeple de Marksizmin artık bilincimizin bir parçası olduğunu yazmıştır. Derrida, Marksizmin tarihsel materyalizmine katılmasa bile, ekonomik baskıdan kaynaklanan adaletsizliğin ve yoksulluğun halen var olduğunu kabul eder. Marx, dikkatimizi buna çeken kişidir ve söz konusu sorun ortadan kalkmamıştır. Marx’ın yöntemlerinin geçerliliği hakkındaki tartışma, hiçbir şeyi çözmez.

İkinci ve üçüncü kuramların her ikisi de, Marx’ın eserinin geniş hacminden ötürü, bir ölçüde doğru olarak görülebilir; bu doğruluk, çalışmalarının hangi yönünün incelendiğine bağlıdır.

Tarih

Marx’ın tarih çalışırken kullandığı “bilimsel yöntem”, modern standartlar tarafından bilimsel olmamakla eleştirilir. Yirminci yüzyıl filozofu olan Karl Popper, düzgün bir bilimsel çalışmada yapabileceğiniz şekilde Marx’ın savlarının doğru veya yanlış olup olmadığını kanıtlamanın etkin bir yolu olmadığına inanır. Ne var ki Marx, eski toplumlar hakkında oldukça fazla veri toplayıp sınıflandırmıştır ve modern sosyal bilimler, onun tekniklerinden ortaya çıkmıştır. Marx, şeylerin sınıflandırılmasıyla ilgili kendi döneminin bilimsel yöntemlerini kullanmaya çalışarak oldukça yapılandırılmış bir şekilde yazmış ve araştırma yapmıştır.

Ekonomi

Marx, eğitim almış bir iktisatçı değildi. Ekonomiyle ilgili öngörülerinden bazılarının yanlış olduğu kanıtlandı; örneğin ücretlerin asgari geçim düzeyine düşürüleceği. Bu düşüncesinin aksine birçok insan, gerçek anlamda yüz yıl önce olduğundan çok daha iyi durumda. Marx’ın diğer savlarıysa doğrudur. Büyük şirketlerin dünya piyasalarına hâkim olacağını öngörmüştür. Yirminci yüzyılın sonunda, bankalar, yayınevleri ve bilgisayar yazılımı şirketleri de içinde, gitgide daha fazla şirket büyük şirket grupları oluşturmak için birleşiyor. Yirmi birinci yüzyılda, birbirlerini devralan, mülkleri satın alan ve küçük dükkânları iş hayatından çıkmaya zorlayan büyük süpermarket zincirleriyle bu akım devam ediyor. Marx, sanayinin teknolojiye gitgide daha fazla dayanacağını ve durgunluk dönemlerinin yaşanacağını da öngörmüştü. Bu öngörülerin her ikisi de doğru çıkmıştır.

* 2008’de başlayan son ekonomik durgunluk küresel çapta gerçekleşmiştir ve kısmen, büyük ölçekli bankacılık şirketlerini düzenlemedeki başarısızlığa atfedilmektedir.

Sınıf ve Toplum

Toplum iyiye doğru değişti; Batı dünyasında birçok eşitsizlik ortadan kalktı. Genel oy hakkı, Marx’ın zamanından bu yana toplumun yapısını değiştirdi. Britanya’da, ihtiyacı olan herkese üniversite seviyesine kadar ücretsiz eğitim ve sağlık hizmeti veriliyor. Gerçi bunu, zenginlerin daha iyi bir özel tedavinin ve eğitimin masraflarını karşılayabildiği iki kesimli bir sistem olarak görenler de var. Buna rağmen yine de bu, Viktorya çağına göre büyük bir ilerlemedir ve sonuç olarak Britanya’daki insanların çoğunun hayatları ve sağlığı daha iyi durumdadır. Feodal Lordlar Kamarası yeniden düzenlenmiştir, artık kalıtım bu kanun yapıcı organa uygun olmanın tek kıstası değildir. Bununla birlikte Marksistler “onur parası” skandalının, bir politik sistemi değiştirmek için sadece bir yasada düzenlemeler yapmanın yeterli olmadığını gösterdiğini iddia edeceklerdir.

*2006/7’de Birleşik Krallık’ta yaşanan “onur parası skandalı”, “asalet parası” skandalı olarak da bilinir. İddialara göre belli işadamları, başbakan tarafından soyluluğa aday gösterilmek karşılığında iktidardaki İşçi Partisi’ne büyük krediler açmıştır.

Her ne kadar Marx’ın tarif ettiği şekliyle bir proletarya bugün var olmasa da, insanlar hâlâ kendilerine “ücretli köleler” diyor ve kredi kartı şirketlerine borçlarını ödemek için çok fazla çalışıyorlar. Gitgide daha fazla insan kendini tüketim toplumuna kaptırdığı için Britanya’da borçlanma, büyük bir sorun haline gelmeye başladı. Marx’ın öngördüğü gibi halen evsiz ve işsizlerden oluşan büyük bir alt sınıf bulunuyor.

Felsefe

Felsefesine baktığımızda Marx, bugünün dünyasına çok daha uygun görünür. Göz önünde bulundurulması gereken iki temel felsefî nokta vardır:

İnsan doğası sabit bir şey değildir, ancak toplumsal ve ekonomik koşullara göre değişir. Bu, ekonomik sistemin değişmesiyle toplumun da değişebileceği anlamına gelir. Marx, dikkatimizi bu fikre çekmeden önce kimse bunun farkında değildi. Bununla birlikte, yirminci yüzyıl tarihi, Marx’ın gelişebileceğini düşündüğü eşitler toplumunu yaratmanın onun inandığı kadar kolay olmadığını da göstermiştir. Komünist devletlerin eşitsizliklerle dolu olması, Marx’ın tümüyle yanıldığı anlamına gelmez, ama belki de onun, insan doğasının esnekliği konusunda birçok kişiden daha iyimser olduğunu gösterir.
Marx’ın felsefesinin en önemli kısmı, özgürlüğün doğası hakkında bize kazandırdığı kavrayıştır. Kapitalizm altında özgür gibi görünebiliriz, fakat ekonomik koşullar işimizi, dinimizi, politikamızı ve fikirlerimizi kontrol ettiği için hayatlarımızı ya da toplumumuzu kontrol edemeyiz. İngiltere’de işe devamsızlığın en önemli üç nedeninden biri depresyondur. Acaba bu, yabancılaşmanın bir işareti olabilir mi? Elbette bu, kolay kanıtlanamayacak bir varsayımdır, ama NOP’nin 2006’da yürüttüğü araştırmalara göre şu anda İngilizlerin sadece yüzde 36’sı kendisini “çok mutlu” hissediyor; oysa 1957’de bu rakam yüzde 52’ydi. Maddî sahipliklerindeki artışa rağmen insanlar 50 yıl önce olduklarından daha az mutlular. Bu yabancılaşma olasılığını kabul edebiliyor olmamız bile, Marx’ın bu fikri tanıtmış olması sayesindedir. Artık insanlar, hayatlarını şekillendiren toplumsal ve ekonomik etkilerin çok daha fazla farkındadır ve bu da kısmen, dikkatimizi bu fikre ilk çeken kişi olan Marx’ın sayesindedir.

Gelecek

Sadece 100 yıl içinde dünya, Marx’ın öngöremeyeceği bir şekilde gelişmiştir. 1980’lerin başlarında çok az insan ev bilgisayarlarının, cep telefonlarının, internetin gücünün olağanüstü yükselişini, hangi teknolojik ilerlemelerin kısa sürede toplumumuzun hangi yönlerini ne kadar değiştireceğini önceden görebilmişti. Müzik sektöründe ve yayıncılıkta, insanların üretim araçlarını kendi ellerine aldıklarının işaretleri bulunuyor; Batı dünyasındaki teknoloji, hepimizin kendi müziğimizi kaydedebileceğimiz ve kendi kitabımızı hazırlayabileceğimiz anlamına geliyor. Bunlar da bir kez daha toplumun yapısını, hemen şimdiden emin olamayacağımız şekillerde etkileyecektir.

Sanayinin küreselleşmesine ve gelişmekte olan ülkelerin çalışanlarının sömürülmesine karşı da büyüyen bir hareket vardır. Kapitalizm, “dünyanın her yerine peşinden yoksulluğu götürmekle” suçlanıyor; bir ülkede işçiler adil ücret ve haklar elde eder etmez ürünlerin fiyatı hemen artmaya başlar ve bu yüzden üretim dünyanın başka bir yerine taşınır. Şu anda İngiltere’de birçok mamul ürünü Çin ve Laos’tan alıyoruz. Bu, proletaryanın bizim kültür ve toplumumuzun dışında var olduğu ve neredeyse görünmez bir hale geldiği anlamına geliyor. Birçok Marksist, dini ve ekolojik grupların da dâhil olduğu küreselleşme karşıtı kampanyaların bir parçasıdır. Bunun, uzun vadede toplumumuzu nasıl etkileyeceği belli değildir.

Önümüzdeki 100 yıl içinde Marksizmin nasıl gelişeceğine bakmaya çalışmak, bilim−kurgu egzersizi yapmak gibi olur. Teknolojinin toplumumuzu nasıl değiştireceğini öngöremeyiz. Belki teknolojik ilerlemeler sonucu çalışma ortadan kalkacak, belki de bir felaket yüzünden toplum yıkılacak ve ilkel komünizme geri döneceğiz.

Marx’ın öngördüğü devrim şimdiye dek gerçekleşmedi, ama bu hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği anlamına mı geliyor? Marksistler, nüfusun yüzde onu zenginliğin yüzde 99’una sahip olduğu sürece eşitlik diye bir şeyin olmayacağını iddia ediyor. Halen dünyada, toplum kapitalizmin egemenliği altında olduğu sürece bir devrimin zorunlu olduğuna inanan çok sayıda Marksist grup bulunuyor. Marx’ın fikirleri dünyanın dört bir tarafındaki insanların aklında hâlâ canlı kaldığı sürece, bu da bir olasılık olarak kalacaktır.

Bunları Unutmayın!!!

Yirminci yüzyılda çok sayıda Marksizm ekolü gelişmiştir.
Akademik çevrelerde Marksizm kimi zaman rağbet görmüş kimi zaman görmemiştir.
Birçok insan Marx’ın modasının geçtiğini ve bugünün post modern dünyasına uygun olmadığını düşünür.
Başkaları, toplumdaki eşitsizlikler yüzünden Marx’ın geçerli olduğuna ve devrimin hâlâ gerçekleşebileceğine inanır.
Marx’ın yaptığı en büyük katkı, insan doğasının sabit olmadığını ve insanlar özgür olduklarına inandıklarında bile çeşitli dış etkiler tarafından kontrol edildiklerini bize göstermesidir.
Toplum, Marx’ın asla öngöremeyeceği bir şekilde hızla değişmektedir ve teknolojik ilerlemeler ileride nelerin gerçekleşeceğini öngörmemizi çok zorlaştırmaktadır.
 
Üst