• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Osmanlı’da Vampir, Cadı ve Büyücüler

Almora

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
2 Ağu 2014
Konular
1,832
Mesajlar
2,642
MFC Puanı
4,340
Osmanlı’da Vampir, Cadı ve Büyücüler



cadi_buyucu_osmanli.jpg


Türk kültüründe cadı ve hortlak olarak anılan bazı doğaüstü varlıklardan bahsedilir. Bunların öldükten sonra dirildiklerine inanılırdı. Bazı bölgelerde kan içtiklerine de inanılırdı. İşte bu nedenle cadı ve hortlak adlı doğaüstü varlıkların, diğer kültürlerdeki vampir inanışlarıyla benzerlikleri üzerine bazı tartışmalar söz konusudur. Tarihi kaynaklarda ve folklor araştırmalarında konuyla ilgili pek çok bilgi vardır. Türk kültüründeki cadı ve hortlak inanışları yakın zamana kadar kendine özgü bir inanıştır. Ancak sonradan yerel kültür özelliğini kaybetmiş, genel inançların etkisiyle cin ve peri olarak adlandırılmıştır. Bu nedenle zaman içerisinde kan içme, ölünün dirilmesi gibi unsurlar ortadan kalkmıştır. Araştırmada bu değişimden ve inanışların genel yapısından bahsedilmiştir.[1]

Her konuda anlatacak bir hikâyesi olan Evliya Çelebi’nin elbette “sihir”, “büyü” ve “cadılar” hakkında da anlatacak bir şeyleri vardır. Yolculukları boyunca karşılaştığı pek çok egzotik hikâyeyi, şahit olduğu tılsım, cadı, büyü ve büyücü olaylarını ve gözlemlediği doğaüstü varlıkları eserinde anlatır.[2]

Kendinden önceki tılsım ve efsanelere atıfla tecrübe ettiği bu hadiseleri yorumlar. Hatta bilinen en eski “Vampir” hikâyelerinden birini onun naklettiği, bu yönüyle klasik “Drakula” öykülerine temel teşkil ettiği konusunda pek çok tarihçi hemfikridir. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin çeşitli bölümlerinde “harikulade hadiseler” dediği bu olaylara dair pek çok değişik anlatımlar yapar.[3]

Seyahatnâme’nin Çerkezler’e dair olan kısımda Evliya Çelebi, ayrı bir başlık halinde uzun uzadıya üzerinde durduğu “obur” denen yaratıktan, “meğer obur demek sehhâr câzûlara derlermiş” şeklinde bahsetmektedir. Bu, öldükten sonra mezarından kalkan, canlıların kanını emen bir yaratıktır. “Obur tanıtıcı” denen ihtiyarlar bunların mezarlarını tespit edebilmekte, mezarı bulunan “obur”lar göbeklerine kazık saplanarak ve daha sonra yakılarak ortadan kaldırılabilmektedir. Abaza ile Çerkez toprakları arasındaki Obur dağı bölgesinde bulunduğu esnada, Şevval ayının yirminci gecesi bizzat şahit olduğunu söylediği bir hadiseyi Evliya Çelebi hayretle anlatmaktadır. Olay, her taraflarından ateşler saçan yüzlerce Çerkez ve Abaza “obur”unun gökyüzünde uçarak birbirleriyle savaşa tutuşmalarıdır. Gün doğana dek süren savaş boyunca kulakları sağır eden bir gürültü ortalığı kaplamış, havadan yere keçe, sırık, küp, tekne vs. eşya parçaları, araba tekerlekleri, en nihayet insan ve at uzuvları düşmüştür.

Önceleri bu tür şeylere inancı olmadığını söyleyen Evliya Çelebi, Türklerde de aşağı yukarı “obur”ların yerini tutan “kara koncoloz”un varlığına işaret ederek konuyu kapatmıştır. Bu “kara koncoloz” ise, yine Evliya Çelebi’nin bir başka yerde belirttiği üzere, “câdû”nun tam kendisidir.[4]

Evliya Çelebi, meydanlarda, paşa konaklarında, ziyafet ve şenliklerde şahit olduğu sihirbazlık, hokkabazlık, madrabazlık gibi gösterilerden bahsederken bunların “temaşa” – “gösteri” yönünü vurgular. Fakat, Evliya Çelebi’nin anlattığı 3 farklı cadı, büyü ve büyücü olayı vardı ki olayları şahsi tecrübelerine dayandırarak ve gerçek ile sarmalayarak, tanıklar huzurunda ortaya koymaktadır.
Evliya Çelebi deyince aklımıza hep “damdan dama atlarken donankedi” hikâyesi gelir. Oysa Evliya Çelebi’nin "Seyahatname"sinde daha ne “tantanalı” olaylar vardır da bilinmez. "Seyahatname", bizde unutulup gitmişken; 1830’lerde Avrupalılarca keşfedilir. İlk olarak Alman tarihçi Hammer’in dikkatini çeker ve şöhret bulur. Eserden İngilizce, Almanca, Yunanca, Ermenice dillerinde seçkiler yayınlanır. Evliya Çelebi, anavatanında ise sansüre uğrar, sürmen altı edilir. Tam bir baskısının yapılması için ise 150 yıl beklemek gerekecektir.

Evliya Çelebi, 17. yüzyıl dolaylarında yani imparatorluğun en mutantan zamanında İstanbul, Unkapanı’nda dünyaya gelir. Arapça, Farsça, Rumca, Latince öğrenir, hafız olur, 25 yaşına kadar İstanbul’daki tahsil hayatı devam eder. Fakat içindeki gezip görmek tutkusuyla kıvranmaktadır. Evliya Çelebi, bu hususta “Peder ü mâder ve üstâd birader kahrından nasıl kurtulur da cihangeşt olurum” demektedir.

Böylece Evliya Çelebi’nin 70 yılı aşkın ömrünün 51 yılın geçireceği bir diyardan başka bir diyara uzanan, 257 şehir, 7 iklim 18 padişahlık tutan gezisi başlar. Bu süre zarfında evlenmeye ise vakit bulamaz. Gezip gördüklerini, başından geçen olayları ve kendisine anlatılanları akıcı dili ve ilgi çekici üslubuyla “Seyahatname” adını verdiği eserinde yazıya döker. 10 cilt ve 4.000 sayfalık eser, bütün dünya tarihinin en ilginç kaynaklarından biridir.

Evliya Çelebi, hicri 1076 şevvalinin 20. gecesi Hatukay Çerkez diyarının 300 küsur haneli Pedsi köyünde cadıların gökyüzündeki savaşına şahit olur. Zifiri karalık bir gecede yıldırımlar aniden kıyametler gibi kopmaya başlar. Ortalık, Çerkez kadınların nakış işleyebilecekleri kadar aydınlanır.

Durumdaki harikuladeliği sezen Evliya Çelebi, civardaki Çerkezlere sorup, “Vallahi yılda bir defa böyle karakoncolos gecesi olur, Çerkez oburları (cadıları) ile Abaza oburları göklere uçup ceng-i azim eder, vuruşurlar” cevabını alır. Sonrada dışarı çıkıp korkmadan seyr-i temaşa etmesi tavsiye edilir.

70-80 kişiyle birlikte dışarı çıkan Evliya Çelebi, büyük ağaçlar, küpler tekneler, hasırlar araba tekerleri, fırın söykeleri ve daha nice benzer eşyalara binmiş Abaza cadılarıyla, at ve sığır leşlerine, deve ölülerine binmiş, ellerinde yılanlar, at deve kelleleri olan Çerkez cadılarının savaşa tutuştuğunu hayerler içerisinde görür.

Tam 6 saat süren bu vuruşmada kulakları sağır eden bir gürültü ortalığı kaplar. havadan yere keçe, sırık, küp, Tekne, kapı gibi eşya parçalarıyla, araba tekerleri, en nihayet at, insan ve sair hayvan uzuvları yağmaktadır. 7 Abaza oburu ve 7 Çerkez oburuyla sarmaşıp yere düşerce, Çerkez cadıları hemen 2 Abaza cadıyı kanlarını emerek öldürür ve ölülerini ateşe atarlar. Horozların ötmesiyle biten savaşın ardından oburlar (Cadılar) da giderler.

Evliya Çelebi, böyle hikâyelere dair gayet “münkir” olduğunu fakat kendisiyle birlikte bilcümle zevatında bunu görüp hayretler içinde kaldıklarını belirterek, ahalinin de 40 – 50 yıldan beridir bu denli şedid bir “karakoncolos gecesi” görülmediklerini söyler.

Evliya Çelebi, anlatılanlara göre bu diyarda karakancolos gecelerinde ortaya çıkan ve insan kanı içen cadılar olduğunu da yazar. Halkın Evliya Çelebi’ye anlattığına göre, bazı gecelerde cadılar, musallat oldukları kişinin kanını içip hasta etmektedirler.

Eğer kanı içilenin kimsesi yoksa yatağa düşer ve ölür. Varsa, hasta yakınları bir “cadıcı” ile mezarlıkları dolanıp cadının çıktığı, toprağı eşilmiş mezarı ararlar. Bulup, mezarı kazıdıklarında adamın kanını içtiğinden gözleri kan çanağı misali “pörtlemiş” cadı leşi teşhis edilir.

Bu halde, cadı hemen mezardan çıkarılarak “göbeğine” uzunca böğürtlen kazığı çakılır. Hayattaki başka bir cadının ruhu bu bedene de hulul etmesin (geçmesin) diye de ateşte yakılır. Allah’ın emriyle cadının sihri batıl olup, kanı emilen adam tez vakitte şifa bulur.

Yine Evliya Çelebi’nin anlatılanlardan naklettiğine bu diyarlarda yaşayan cadılarda vardır ki halkın arasında gezer de bilinmez. Fakat vakti zamanı gelip kudurunca, tuttuğu birinin kulağı arkasından kadını emer. Adam, gün be gün hasta olur. Derhal akrabaları bir “cadı üstadı” bulup köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir dolanıp gözleri kan içmekten kan çanağına dönmüş cadıyı aralar ki yakalayıp zincire vuralar.

3 gün 3 gece zincire vurulan cadı, yaptığını ve cadılığını itiraf ettiğinde hemen yatırılıp göbeğine böğürtlen kazığı çakılır. Çıkan kan, kanı emilmiş adamın yüzüne gözüne sürülünce hasta derhal şifa bulur. Cadının leşi de ateşe atılıp yakılır. Bu cadılık derdi taundan (vebadan) fenadır, Moskof, Leh, Çek taraflarında hayli yaygınadır vesselam.

Dr. Stefanos Yerasimos, Evliyâ Çelebi’nin Kafkaslara dair bu anlatısında egzotizminin izlerini aramaktadır. Yerasimos’a göre Osmanlıların Kafkaslardaki hâkimiyetinin kısa sürmüş olması ve yöreye fazla ilgi göstermeyişleri burayı Osmanlılar için egzotik bir iklime büründürmüştür. Bu nedenle Yerasimos, “havalarda atlarla uçuşan cadılar” , “cesetlere saplanan kazıklar”, “zincire vurulan vampir hikâyeleri” Evliyâ’nın egzotik bir coğrafyaya doğaüstü mit ve efsaneleri yerleştirme ihtiyacından doğmuş olabileceğini sorgular.

Ancak Dr. Başak Öztürk Bitik, söz konusu eser Seyahatnâme olunca “egzotizm” seçeneğine kolaylıkla evet demenin çok da mümkün olmadığını belirterek; Evliyâ Çelebi’nin şahit olduğunu söylediği 2. cadı olayı, Osmanlılar için pek de egzotik olamayan bir mekânda, Bulgaristan’ın bir köyünde gerçekleştiğinin altını çizer.

Evliya Çelebi, Rumeli’de (Bulgaristan’da) Çalıkkavak köyünde, bir “kefere” hanesinde konaklamakta ve ateş karşısında dinlenmektedir. Kapıdan içeri saçı başı dağınık, çirkin yüzlü, yaşlı bir acuze kadın girer. Çekinmeden gelip ateşim başına oturur ve kendi dilinde küfürler savurmaya başlar.

Evliya Çelebi, önce dışarıdaki adamlarının kadını kızdırmış olabileceğini düşünür ve çağırtıp sual ettiğinde, “haşa bir şeyden haberimiz yoktur” cevabını alır. Sonra bu acuzenin etrafına kızlı erkekli 7 çocuk gelip onlar dahi ateşin etrafını saralar ve hep birlikte “çağıl” “çağıl” Bulgarca konuşmaya başlarlar. Evliya Çelebi ise “ne garip temaşadır” diyerek bunları seyre koyulur.

Gece yarısı olunca çıkan gürültü ve patırtılar Evliya Çelebi’yi uykusundan hoplatır. Evliya Çelebi, acuze kadının kapıyı açıp içeri girdiğini ve ocaktan aldığı bir avuç külü fercine sürdüğünü görür. Sonra küle bir efsun okuyarak ocak başında yatan bu 7 çocuğun üzerine saçar. Yedisi birden iri piliçlere dönüşerek “civ”, “civ”, “civ“ demeye başlarlar. Hemen elinde kalan külleri kendi başına serpince o an büyük bir tavuğa olup “guruk”, “guruk” diyerek kapıdan çıkarı çıkar. Piliçler dahi ardı sıra çıkarlar.

O an evliya, “Bre oğlan” diye feryat ettiğinde, adamları hemen koşup gelirler ve burnundan kan boşaldığını görürler. Evliya Çelebi ise onlara, “bu ne haldir bre, dışarı çıkın bakın hele bir kütürtdür kopuyor” der.

Dışarı çıkan adamlar görürler ki, tavuk ve piliçler atlar arasında gezinmekte, atlar ise birbirleri üzerine yarışıp kendilerini helak etmektedirler. Köydeki “kefereler” ise durumdan haberdar olup, gelip hemen atları bağlarlar. Cadı ve tavuklar ise bir tarafa gider. Bundan sonrasını Evliya Çelebi’nin adamı şöyle anlattır;

“Bir baktık ki bir kefere, zekerini çıkarmış tavukların üzerine sepe sepe işemektedir. O an 8 tavuk benî âdem (insan) olup biri yine o ihtiyar acuze oldu ve o işeyen kefere ve sair kefereler acuze kadını, çocukları kollarından tutup döve döve ve bir tarafa götürdüler. Ardı sıra gidip baktık ki meğer vardıkları yer kilise imiş. Hatunu papaza teslim edip papaz okuyup üfleyerek ‘afaroz-u mandolos’ eyledi.”

Evliya Çelebi, anlatısına şöyle devam eder; - Bu olay üzerine adamlarım yemin verdiler. ‘Antepli Müezzin Mehmet Efendi ve adamları, Mataracıbaşı ve adamları hepsi bu olayı görüp tavuğun insan olduğuna şahit oldular’ dediler.

O gece sabaha kadar korkumdan ya da kanımın hareketinden burnumun kanı dinmedi. Ta vakit sabah olduğunda kandan kurtuldum. Sonra müezzin ve mataracının adamlarını çağırıp sordum -Vallahi akşam tavukların üzerine o Bulgar kefere işeyince tavuklar adam oldu. İsterseniz işeyen herifi getirelim.- dediler. Ben de ‘Canım, haydi getirin.’ dedim.

Gelen Bulgar gülerek; ‘Sultanım, o karı başka soydur, yılda bir kere kış geceleri öyle karakoncolos olurdu ama bu yıl tavuk oldu, kimseye zararı yoktur.’ deyip gitti.

İşte bu hakir mezkûr Çalıkkavak’ta böyle bir temaşaya şahadet edip aklım başımdan gide yazdı ve Çalıkkavak balkanı’nın hâl‑i ahvâl‑i pûr-melâli böyledir, Hudâ hıfz ide diyerek anlatıyı noktalar.

Harap viran köyler beldeler geçip, yılan, çıyan ve kargalara mesken yıkık kaleler aşan Evliya Çelebi ve beraberindekiler bu kez Tatar vilayetinden İstanbul’a dönmektedir. Yolda, artık çarşı, pazar, dükkân ve hamamları kalmamış bir zamanların mâmur şehirlerinden geçeler. Bir su değirmeninden başka ne han ne hamam ne bağ ne de bahçelere rastlarlar.

Hâlbuki der Evliya Çelebi, “zaman-i kadimde bu vilayetler âbâd idi, ammâ şimdi harab olup akçe ve pul ve bâğ u bâğçe ve çârsû‑yı bazar ve hân u hammâm ve dahi kilise dahi kalmamıştır. Ahali ise ne kâfirdir ne müselmân.” Dedikten sonra, “Bu kalelerin bazıları zamanında değerli mücevherlerle süslenerek yapılmışlarsa da Tatar eline girdikden sonra sual ne lâzım, cevâhir mi kalır? ” diye serzenişte bulunur.

Evliya ve beraberindekiler, İstanbul yolunda Azak’tan doğru ilerleyip Kuban nehrini geçmek zorundadırlar. Gemi olmadığından nehrin kenarına varıp çadır kurmak isterler, fakat soğuktan donmuş toprağa çadır kazıklarının girmesi bile mümkün olmaz.

Bu esnada dehşetli bir rüzgâr esmeye başlar. Çadırları havaya savurup arabaları baş aşağı eder, atlar öteye beriye koşuşup ortalık bir anda “hercümerç” olur. Yanlarındaki Kırım gazileri, “eyvah” çekip “sihre uğradık” diye feryâd-ı figan ederken Mehmed Paşa mahiyetine muavvizeteyn surelerini (Felak ve Nas) okumalarını emreder ve nihayet rüzgâr sükûnet buldur. Devamını Evliya’dan dileyelim;

Ardından bir köse Kalmuk Tatarı çıka geldi ve Paşa’ya: “Paşa bana zararının dokunmayacağına yemin ver” dedi. Paşa da Kurân’a el vurup yemi etti. Bunun üzerine Kalmuk:

‘Sultanım, sizin başınıza rüzgârı, kızıl kıyameti koparan, bu kadar arabaları, çadırları yere vuran bendim ki marifetimi size izâr edeyim istedim. İmdi, eğer bu nehri aşmak niyetindeyseniz, bana bir at, bir kürk ve yüz kuruş verin. Yine kızıl kıyamet koparıp ve bu suyu dondurup, buz hâline koyayım. Cümleniz selametle karşıya geçip, maksadınıza nail olasız dedi.

Bîçare Mehmet Paşa, ‘Bre medet, öyle olsun hadi!’ deyip, Kalmuk’un istedikleri verdirtti. Kalmuk, atını alıp, bir tarafa bağladı ve orman içine doğru yürüdü.

Adamın ardından ormanın içine gizlice süzülen Evliya Çelebi, Kalmuk’un yaptıklarını gizlendiği yerden hayretle izliyordu. Kalmuk Tatarı bir ağacın dibinde def-i hacet edip kıçını yukarı çevirip kar üstünde taklalar atarak bir takım hareketler yaptı. Sonra ellerini yere koyup ayaklarını havaya kaldırıp, necasetini alnına sürerek bir müddet bu şekilde durdu.

Birden doğu, batı ve kuzey taraflarından kara bulutlar toplaşıp, gök gürlemesi ve şimşek ile bir büyük rüzgâr koptu. Kalmuk Büyücüsü, necasetinin etrafında üç dört defa dönüp, eliyle parçalar alıp havaya savurdukça yıldırımlar çakıp kıyametler kopar oldu.

Bu sırada askerler, Paşa’nın emriyle toplaşıp buz kesen nehirden karşıya geçmeye başlamışlardı. Fakat Dîvân efendisi ve mutaassıp birkaç zât ise sihir tesiriyle oluşan bu buzdan geçmeye reddetmişlerdi. Paşanın, geçmelerini emretmesiyle yine de Felak, Nas sureleri ve esmâü’l-hüsnâları okuyarak geçmeye koyuldular. Ancak okudukları dualar sihri bozduğundan buz delindi ve bir kısmı suya düşüp boğuldu.

Bu sırada hızla koşup gelen Kalmuk’lu büyücü ise sihrini bozdukları için başındaki kalpağını yere vurup feryat ü figan bağırarak Paşa’ya ve buz üstündekilere “Arapça” okumadan hızlı hızlı geçmelerini tembih etti.

Pertev Naili Boratav da Halk geleneğinde, birtakım tabiatüstü halleriyle insanların yaşamına etki eden esrarlı varlıklara inanıldığına, fakat bu varlıklar nedense hiçbir zaman iki kişi bir arada iken belirmeyip; insana hep yalnız olduğu zamanlarda, çeşitli kılıklarda göründüğüne işaret eder. Ancak, Dr. Başak Öztürk Bitik, bu durumun Evliya Çelebi anlatıları için pek de geçerli olmadığını belirtmekle birlikte üç hikâyede de kendisine bir seyirci grubunun eşlik ettiğinin altını çizer.[2]

Pertev Naili Boratav, halk geleneğinde bu gibi yaratıkların insanlara verdikleri zarara ve onlardan sakınmak için yapılması gerekenlere dair yerel inançlara yer verdiği, Türk folklorunda tabiatüstü varlıklar hakkındaki yazısına şu ifadeyle başlar:

“Halk geleneğinde, birtakım olağanüstü halleriyle insanların yaşamında etkilerini belirten esrarlı yaratıkların varlığına inanılır. Olağandışı kimi şartlar içinde onları gördüklerini ileri sürenler bile vardır, ama onlar hiçbir zaman iki kişi bir arada iken görünmezler; insana, tek başına olduğu zaman çeşitli kılıklarda kendilerini gösterirler” (74).

Ancak bu durum Evliyâ’da geçerli değildir; üç anlatıda da kendisine bir seyirci grubu eşlik eder. Üstelik oburlar da, cadı tavuk da, kimseye zarar vermedikleri gibi kendileri zarar görmüştür.[5]

Evliya’nın anlatısında, zincirlere vurulmuş cadının; “Fülân kişinin kanın ben içtim” şeklinde itirafa mecbur kalması, yahut acuze kadının sihrinin sadece “gark-gurk” sesleri çıkaran bir tavuğa dönüşmekten ibaret olması, ya da havaya sözünü geçirse bile bir Osmanlı paşası karşısında korkan Karluk’lu büyücünün Paşa’ya “Bana zararın dokunmaz değil mi?” sorusunu sorması, aslında onların insan karşısındaki acziyetini ve güçsüzlüğünü alaycı bir dille vurgulamaktadır. Bu olağan üstü varlıkların insana zarar veremedikleri gibi bilakis hep kendileri zarar görmüştür.[2]

Rumeli bölgesinde bir dönemler Selanik Sancağı’na bağlı Vodina’ya bağlı bölgelerden olan Sarıgöl’deki (Kayalar) Çor ve Kırımşah köyleriyle, yine Selanik’in Ağustos kazasında bazı cadı ve cadıcı anlatıları derlenmiştir ki aktardığı bilgiler açısından cadıcılara ilişkin en önemli çalışmalardan biridir: [1]

“Cadılar daha çok, Sarıgöl’ün Çor ve Kırımşah köylerinde görülürmüş. Cadı; topraktan, damardan, mezardan kalkarmış, ses halinde, korkunç şekilde, kendini belli eder, tahribat yaparmış. Eve, ahıra girer, küpleri devirir, hayvanların üzerine binermiş. Telaş ve ağırlıktan hayvanlar ter içinde kalırlarmış. “Gel seni, düğüne götüreyim” diye insanı evinden alır, atının arkasına biner ve o kimseye hayli eziyet yaparmış. Sarıgöl’ün Muralar köyünden Abdurrahman ve Murad kardeşler, dededen kalma, cadılarla mücadele ederlermiş. Cadıyı toprak besliyormuş, cesetteki kan besliyormuş. Cadılar cumartesi günleri mezarlarını terk edemezlermiş. O, günde gidip cadı olanın mezarı açılırmış, kızılcık sopası ile pelte biçimindeki cadının karnı orta yerinden yere mıhlanıp, kireç dökülüp yakılırmış. Tabii bu işleri cadıcılar görürmüş. Sarıgöl’ün Uçana köyünden, Mehmet Bölükbaşıların, bir Hristiyan çobanları varmış. Öldüğünde cadı olmuş. Cadı ile mücadele edilmeyince, cadı azılaşır, sömürgen yani “Vırkalak” olurmuş. Çocukları, ayaklarının altından emer öldürürmüş. Bazen insan şekline de girermiş. Bölükbaşıların Hristiyan çobanı eve gelmiş; bakırını, kebesini, değneğini almış, “Sürgüven” yaylasındaki, koyunların yanına gitmiş ve oradaki, Ali Çambar’ın İsmail Ağa’ya: “Geldim geldim” diye seslenmiş. Çobanı köpekler tanımışlar, üzerine atlamaya başlamışlar, Valibelif tarlasının üzerine çılınca “Kurtyesi” cadıyı yakalamış ve yemiş, gitmişler, bir bakmışlar ki çobanın yalnız yamçısı, bakırı ve elbisesi kalmış. Kurtyesi’ne “üşek” de denirmiş. Üşek, aynı kurt gibi üzerinde beni olan bir çiçekmiş, otmuş. …Birinci Cihan Harbi sıralarında Selanik’in Ağustos kazasında “Hâkime” isminde bir cadı türemiş ve bütün o ilçe halkını rahatsız etmiş. Ve Muralarlı Murat Ağa’yı, kasabaya çağırmışlar ve cadı öldürülmüş. Kayalarlı Uçanalı Behzat Ağa, Halis Ağa, Ağustoslu Şükrü dayılarda misafir imişler. O semtin muhtarı da Yusuf Efendi imiş. Cami’den çıkan cemaat Hâkime cadının olduğu yere toplanmış. Orada, elektrik şeraresi şeklinde bir kımıldama hareket gözüküyormuş.” [6]

Takvîm-i Vekāyi‘nin 21 Cemâziyelevvel 1249 (6 Ekim 1833) tarihli nüshasında Bulgaristan’ın Tırnova kazasında yaşanan bir cadı avı haber konusu edilmiştir. Tırnova Naibi Ahmet Şükrü Efendi tarafından merkeze iletilen haberde, bazı görünmez yaratıkların evleri basarak ortalığı karıştırdığından, insanların üzerine saldırdığından bahsedilmektedir. Olup bitenlerden dolayı korkuya kapılan Tırnovalılar’dan iki mahalle dolusu insan evlerini başka yerlere taşımak zorunda kalmışlardır. Nihayet bu görünmez yaratıkların “cadı”, ya da günümüzdeki daha popüler adıyla “hortlak” olduğuna karar verilmiş ve hortlakların yattığı yeri bulmakla meşhur Nikola denen bir gayr-i müslimin yardımına başvurulmuştur. Tırnova mezarlığında cadı avına çıkan Cadıcı Nikola’nın tespit ettiği mezarlar iki eski yeniçeriye aittir. Mezarlar açıldığında karşılaşılan manzara ise yeniçerilerin çürümemiş cesetleridir. Bedenleri büyümüş, saçları ve tırnakları uzamış, gözleri ise kan dolmuş vaziyettedir. Bütün bu alametler her iki yeniçerinin cesedinde kötü ruh barındığını ispatlamaktadır. Kötü ruhlardan kurtulmak için Nikola’nın salık verdiği ilk yöntem cesetlerin karınlarına kazık saplanıp yüreklerine kaynar su dökülmesidir. Ancak yöntem işe yaramamıştır. Bunun üzerine Cadıcı Nikola, cesetlerin ateşe verilmesi gerektiğini bildirmiştir. Şer‘an uygun olduğunun onaylanmasından sonra cesetler yakılmış ve böylelikle Tırnova halkı cadı belasından kurtulmuştur.[7]

Bu tuhaf olayın devletin resmî yayın organında kendisine yer edinebilmiş olmasını, o dönemde yaşanan siyasî ya da sosyal gelişmelerle açıklamaya çalışmak doğru bir yaklaşımdır. Nitekim önce Reşad Ekrem Koçu’nun11, ardından İlber Ortaylı’nın olaydaki iki kahramanın yeniçeri olması üzerinde önemle durarak hikâyeyi, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasının üzerinden henüz çok yıllar geçmemiş olmasına bağlamaları yersiz değildir. Hükümetin, mezarlarından hortlayarak etrafa dehşet saçan iki yeniçeri hakkındaki bu haberi yeniçeriliği karalamak için bir propaganda aracı olarak kullanmış olabileceği fikrini hepten reddedemeyiz13. Ancak haberin baştan sona hükümetin uydurması olduğunu peşinen kabul etmenin bize çok doğru görünmediğini de belirtmeliyiz.[4]

Osmanlı İmparatorluğu’na baktığımızdaysa, cadılık kavramına ilişkin neredeyse yok denecek kadar az kayda rastlanmakla beraber, büyücülükle uğraşanların şiddetle
cezalandırılmak yerine daha çok sürgün edildiklerini görüyoruz. Örneğin, Hicrî 1276 tarihinde Sadaret’ten gelen bir emirle, Bağdat ve Mağribli Kürtler’den Dersaâdet’te üfürükçülük büyücülük, falcılık gibi gereksiz işlerle meşgul olanların memleketlerine gönderilmeleri buyruluyordu.

Aksaray’da sihirbazlık yaptığı anlaşılan Bağdatlı Abdülvahab isimli sahsın, usulü dairesinde Dersaadet’ten uzaklaştırılması öngörülüyordu. Yine İstanbul Uzunçarşı’da "Lohusa Hoca" adlı kadının, sihir ve büyücülükle halk ve aydınların saflığından istifade ederek zengin olmasına ilişkin söylentinin tahkikine yönelik Yıldız Sarayı’ndan
kalma bir vesika da arşivlerde mevcuttur. Şüphesiz Loğusa Hoca da İstanbul dışına gönderilecekti.

Bir başka vesikada ise Nuruosmaniye’de üfürükçülük yaparak halkı dolandıran Cezayirli Hacı Mehmet hakkında kanuni işlem yapılması ve dolandırılanların hakkının
alınması öngörülüyordu. Dâhiliye Nezareti Muhaberât ve Tensîkât Müdüriyeti belgeleri arasında yer alan tarihsiz diğer bir vesikada da, çeşitli şekillerde falcılık ve üfürükçülük yapan bazı şahıslar hakkında tahkikat açılmasını öngörmekteydi. Hacı Fehmi adlı şahıs, tutarsız ve dengesiz kelimelerle dolu arzuhallerinin nedenini kendisine büyü yapılmasına bağlıyor ve bu büyü sebebiyle zaman zaman aklının basında olmadığını itiraf ediyordu.[8]



Kaynaklar

[1] Mehmet Berk Yaltırık, "Türk Kültüründe Hortlak-Cadı İnanışları", Tarih Okulu Dergisi, Aralık 2013, Yıl 6, Sayı XVI, ss. 187-232.
[2] B. Burhan Çağlar, "Osmanlı’da Cadılar Vampirler ve Büyücüler", Tarih ve Medeniyet Evliya
[3] Evliya
[4] Yrd. Doç. Dr. Zeynep Aycibin, "Osmanlı Devleti’nde Cadılar Üzerine Bir Değerlendirme" (makale).
[5] Başak Öztürk Bitik, "Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Cadı, Obur ve Büyücü Anlatıları ve Kurgudaki İşlevleri", Millî Folklor, 2011, Yıl 23, Sayı 92, s.70.
[6] Osman Saygı, “Sarıgöl Folklorundan: Cadılar ve Cadıcılar”, Türk Folklor Araştırmaları, Cilt 7, no. 150, Ocak 1962, s. 2606.
[7] Takvîm-i Vekāyi‘, Sayı: 68 (21 Cemâziyelevvel 1249).
[8] Öğretim Görevlisi Cem Doğan, "Osmanlı Devleti’nde Cadı Avı Var mıydı? (Karsılaştırmalı Bir İnceleme)", Tarih Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi, Vol. 2, No. 1, Mart 2013, s.235.

 
Üst