• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Pelin Buzluk: “Kadın, doğanın bir parçası olduğunu unutmayan insan türüdür.”

Üyelik Tarihi
28 Şub 2020
Konular
2,107
Mesajlar
26,098
MFC Puanı
301,150
Pelin Buzluk Kadın doğanın bir parçası olduğunu unutmayan insan türüdür

Deli Bal ve Kanatları Ölü Açıklığında kitaplarından sonra En Eski Yüz kitabıyla okurları karşısına çıkan, öykücülüğünün yanı sıra ODTÜ’lü bir Çevre Mühendisi olan sevgili Pelin Buzluk ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

  • “Gündelik yaşamın gözden kaçmış ayrıntıları…” Kanatları Ölü Açıklığında kitabınızda okuyucuyu karşılayan bir cümle. Bize bu ayrıntılardan bahseder misiniz?
Basın bültenleri, arka kapak yazıları genellikle yazardan bağımsız kaleme alınıyor. Giderek satış amacına bile hizmet etmeyen, birörnek ya da anlamsız metinlerle karşılaşır olduk. “Gündelik yaşamın gözden kaçmış ayrıntıları”, bir de “sıradan insanların sıra dışı hikâyeleri” ifadeleri arka kapak yazarlarının kopyala yapıştır listesinde başı çekiyor. Soruya dönersek, yeryüzünü, evreni, yaşamı ve bunlar karşısındaki insanı görmek sonu olmayan bir süreç. Bilmediklerimiz, gözden kaçırdıklarımız çoğunlukta zaten. Beni öykü yazmak konusunda cesaretlendiren en büyük heveslerimden biri de kurgu yoluyla insanın bilinmeyen bir tarafına eğilmek, araştırmak.

  • “Güneş iyi ki sunuyor karanlığını” diyorsunuz Deli Bal’da. Bu karanlık neler getiriyor size/bize?
Bu cümlenin “Sürek” adlı öyküdeki anlatıcı sesten alıntı olduğunu göz önünde bulundurursak, “gizlenen biri için gün ışığındansa güneş tutulmasının karanlığı yeğdir” düşüncesine tekabül ettiğini söyleyebilirim. Sonsuz ışık kaynağının getirdiği ani karanlık, aydınlatanın bu kez karartması, gizlemesi güzel bir imge olarak bu öykünün atmosferine yakışmıştı.

  • “Bütün gerçek hikâyeler gibi yarıda kesilmişti.” diyorsunuz En Eski Yüz’de. Düşündürücü, altını çizdiren bir cümle, kimisine göre de üzeri çizilebilir. Peki, neden gerçek hikâyeler yarıda kesilir?
Gerçek hikâyeler yarıda kesilir, yarıda başlar, biter, yeniden başlar. Hayat giriş, gelişme ve sonuçtan mürekkep hikâyelerden oluşmaz, diye düşünüyorum.

  • Her kitabınızda değişen ve eklenen kelimeler dikkat çekiyor. Bu da dildeki ustalığınızın kelimelere yansımış halini gösteriyor. Kelimelerin yazarıyla arasındaki bağ nasıl olmalıdır?
2002 yılında başlayıp birkaç yıl sözlük okumuştum. Bir sözcük defterim vardı. Adlarını bilmediğim nesneler, durumlar, fiilleri not ediyordum. Bu uğraştan müthiş haz alıyordum. Ayrıca yerel ağızlardan öğrendiğim sözcükleri, söyleyiş biçimlerini de yıllardır defterlerime kaydediyorum. Kullanışlı bulduklarımı gündelik dilime de dâhil ediyorum. Bütün bu sözcükleri öğrenip benimsiyorum. Yoksa öykü dilinde de, konuşma dilinde de eğreti durur zaten. Tutumlu sözcük kullanımından yana bir yazar olarak ne kadar çok sözcük bilirsem o kadar rafine bir dil kurabilirim diye düşünüyorum. Yeni sözcükler bu anlamda yazarın dilde ve imgelemde hareket alanını genişletir. Ancak soruda geçen “ustalık” sözcüğü bana uygun değil. Her öyküde yeniyi sunmaya çalıştığıma göre daima öğrenci olabilmek amacıma daha çok hizmet eder J

  • Yazı ve vicdan yan yana, iç içe… Bir yazarın, bir sanatçının vicdani zorunlulukları nelerdir?
Zorunlulukla yazılan yazılar, yapma duyarlılıklar ezbere ve çoğunlukla eşitsiz bir yaklaşım taşıdığından genellikle eğretidir. Vicdanı bir zorunluluk olarak alamayız. Aldığımızda, vicdanlı davranmaya, duyarlı olmaya gönül indirmiş oluruz. Bu da bir sanatçı olarak kendimizi olduğumuzdan yüksek düzeyde görmemize neden olur. Bir yazarın vicdanı varsa bu zaten yazdıklarına sirayet eder, konu ve imge seçimine doğallıkla etki eder.

  • Pelin Buzluk için “kadın” nedir?
Benim için “kadın”, doğanın bir parçası olduğunu unutmayan insan türüdür. Değişir, dönüşür, budanır, renklenir ama ayakta kalır. Fiziksel ve düşünsel özellikleri bana direnmeyi çağrıştırıyor.

  • “63. Sait Faik Hikâye Armağanı’nın, Türk öykü geleneğini yeniliklerle günümüze taşıyan güçlü anlatımıyla; unutulmak istenen, dile getirilmekten kaçınılan acı ve arzu yüklü yaşantıları sade bir gerçeklikle canlandıran En Eski Yüz adlı kitabıyla Pelin Buzluk’a verilmesi oy birliğiyle uygun görülmüştür.” En Eski Yüz ile size ithaf edilmiş satırlar bunlar. Ödüllere çok da yabancı değilsiniz ancak Sait Faik Abasıyanık Ödülü sizin hayatınızda nerede?
Pelin Buzluk Kadın doğanın bir parçası olduğunu unutmayan insan türüdür
İlk ödülden beri ödüllerle ilgili fikrim değişmedi aslında. Ödüller, popüler bir tür olmayan öyküyü ve girişken olmayan beni bir nebze öne çıkardı, okura sesimi duyurmama yardım etti. Bununla birlikte ödül bana bir olmuşluk hissi vermedi hiçbir zaman. Bu yanıma, daimi acemiliğime güvenerek ödüllere başvurdum. İyi okur yalnızca ödüle bakmaz, bunu kendimden biliyorum. Bu açıdan da içim hep rahattı.

Sait Faik Abasıyanık Hikâye Armağanı benim başvurabileceğim son ödüldü. Çünkü karar vermiştim, Semih Gümüş’ün jürisinde yer aldığı hiçbir yarışmaya katılmayacaktım. Biliyorsun kendisi hemen her yarışmanın jürisinde, hem de belirleyici konumda yer alıyor. Kendisinin hakkaniyetli davranmadığını düşünüyorum, hatta bundan eminim. Ona bir dosya sunmamaya karar vermiştim. Gümüş’ün jürisinde yer almadığı yarışmalardan geriye neyse ki en önemli öykü ödülü kalmıştı: Sait Faik Hikâye Armağanı. Ödülü gönül rahatlığıyla bekliyordum.

Sait Faik benim kişisel tarihimde öykünün ne olduğunu anlamamı sağlayan yazardır. Hikâye anlatmakla öykü yazmanın farkını ilk kez Sait Faik’in kitaplarında gördüm. Onun öykülerinde yıllar geçtikçe izini sürebileceğimiz yeni yaklaşımlar, dil, anlatım, üsluptaki dönüşümler, öykü kurma düşünceleri bir öykücü için çok kıymetli bir okuldur. Sait Faik Abasıyanık adına verilen bu güzel ödülü oy birliğiyle ve bu gönendirici gerekçeyle aldığıma çok sevindim.

  • Sizin roman kahramanınız kim?
Pelin Buzluk Kadın doğanın bir parçası olduğunu unutmayan insan türüdür
Bu sorunun sayısız cevabı var. Birkaç yıl önce okuduğum ve nedense bugünlerde yeniden anımsadığım, Türkiye’de pek bilinmeyen bir kitaptan ve onun başkarakterinden bahsedeceğim: Daphne du Maurier’in “Rebecca” adlı romanı. Maurier zamanında göz ardı edilmiş, azımsanmış bir kadın yazar. “Rebecca” ve önceki romanları çoksattığından yayın dünyasında ancak bir beyaz dizi yazarı kadar saygı görmüş. “Rebecca” kıskançlık ve aşk romanı olarak lanse edilmiş. Ancak Maurier çok iyi edebi altyapıya sahip, çağdaşlarına benzemeyen gotik öğeler keşfeden, gerilimi yüksek, atmosferi güçlü romanlar yazmış. Gotik yazına esrar öğesini işlemiş. Henüz okumamışlara naçizane tavsiye ederim.

  • Her röportajımda yapıyorum bunu, yazarımla öykü… Sizin bana emanet edeceğiniz sözcüklerle ben bir kısa öykü yazmak istesem kiminle, nerede olduğunuzu anlatan ipucu vereceğiniz kelimeler hangileri olurdu?
En yakın arkadaşımla, ağaç evde, yanımızda Maldoror’un Şarkıları kitabı var.

***

Elimi uzattım. Tamam, hadi, bu kadar küslük yeter, dedim. Seni duymuyorum, dermiş gibi kitabını okumaya devam etti. Hiç öyle hayal etmemiştik. Şehrin gürültüsünden, insanın sahteliğinden, havanın kirliliğinden sadece bir süre uzak kalalım istemiştik. Ağaç bir ev kiralayacak, sabahları erken kalkıp denize girecek, güneşlenecek, öğleden sonra da ormanda kaybolacaktık. Altı günün bir günü bitmişti bile. Kırılmakta haklıydı ama bu kadar da uzatılacak bir durum değildi. Sonuçta on yedi yıllık arkadaştık. Ay ama Yıldız, abartmıyor musun? Haydi, kalk denize gidelim, yürüyelim, bir şey yapalım. Bir sürü hayal kurduk, bak ağaç evdeyiz, öyle oturup kitap okumaya devam mı edeceksin? O zaman kalk, evlerimize dönelim, diye çıkıştım. Sinirlenmiş gibi yaparsam belki bir cevap verir diye düşündüm ama yine aynı tavırla kitabını okumaya devam etti. Konuşmayacağını anladım. Üstelemeyecektim. Nasıl olsa akşam yemeğine gitmek için mecburen benimle muhatap olacaktı. Arabanın anahtarı bendeydi. Anahtarı cebime koyup yürüyüşe çıktım. Döndüğümde yoktu. Kitabı, cüzdanı, çantası, eşyaları… Hepsi olduğu yerde duruyordu. Etrafı aradım, onu bulamayınca, polise haber verdim. Zaten sonrasını biliyorsun.

Üzerinden beş yıl geçmesine rağmen hiçbir saniyesini unutamadığım o günler… Yıldız’ın cesedini buldukları gün benim için de hayat bitti zannettim. Yaşıyorsun, gülüyorsun, tatile gidiyorsun, insana ve yaşamaya dair ne varsa yapıyorsun. Ama her zaman her yaptığım şeyde o var. Yani acı yüzden gitse de içte kalıyor. Bir yemeği yersin tadını almazsın sadece çiğneyip yutarsın. İşte hayat da bu benim için. Hayatın içindeyim ama içimde hayat yok. Bazen yutkunamıyorum onu hatırlayınca. Sürekli kafamda kuruyorum. Yanında kalsaydım yaşar mıydı? Onu ikna edip oradan beraber çıksaydık, tatile gitmeseydik, yani ne bileyim işte… Ama şunu da biliyorum onu o gün yalnız bıraktığım için kendimi asla affetmeyeceğim. İnanabiliyor musun biz küs ayrıldık. Bana küstü ve sonra da gitti. Bunu kabullenemiyorum. Ah Yıldız! İnsan insanın acısına katlanıyor ama nasıl, bir de ona sormak lazım. Bak odamın duvarında yazan bu söz, onun o gün okuduğu Maldoror’un Şarkıları kitabından. “Konuşmuyorduk. Birbirlerini seven yürekler ne söyleyebilir birbirine? Hiç.” Yıldız, bu cümlenin altını çizmiş. Bu cümle de o günden sonra benim hayatımın üstünü çizdi.

DEMET AKSU
 
Üst