• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Sarıkamış Harekatı'ndan bir sahne

Üyelik Tarihi
7 Mar 2013
Konular
698
Mesajlar
1,555
MFC Puanı
3,160
Geride donup kalmak sıradanlaşmıştı. Daha günün ilk saatlerinde düşüp kalanın intikal etme, kurtulma ihtimali yok gibiydi. ....
Yorgunluk, hastalık ve perişanlığın
pençesindeki askerin hareketi iyice zayıflamıştı. At sırtındaki
subaylar, intikal zamanının uzamasından endişe duyuyor, askerleri daha
hızlı hareket etmeleri konusunda uyarıyorlar ancak, gayret sınırlarını
zorlayan kimi asker düşüp kalıyordu.

Geride donup kalmak sıradanlaşmıştı. Daha
günün ilk saatlerinde düşüp kalanın intikal etme, kurtulma ihtimali yok
gibiydi. Yol uzadıkça, ayakta kalanlar düşenleri gözyaşları içinde
bırakıp yoluna devam ediyordu. Kimi dizüstü çökerek, kimi yüzükoyun
öylece kalakalıyor, bir müddet sonra da üzerleri beyaz kefenlerle
kaplanır gibi karla kaplanıyordu.

Açlık ve sefalet son haddine varmıştı.
Atların boyunlarına bağlanan yem torbalarının içinde kalan birkaç arpa,
onların umut yemeği olagelmişti. Sarıkamış yollarında askerlerin büyük
bölümü, beyaz kardelenler gibi karlar altında kalakaldılar. Dağ misali
civanlar, kara buza kesmişlerdi. Allah’ına ve vatanına yemin etmiş
binlerce askerin bedeni kardan kefenlere sarılırken, ruhları da ak
güvercinler gibi sonsuza kanatlanıyordu. Yemen yazlıklarıyla, ham
çarıklarla Allahuekber Dağları’na yönelen yiğitler, gelinlik giyer gibi
kardan kefenler giyiyorlardı. Bir hüzündü ki, bir çileydi ki, bir acıydı
ki düşman başına...

Sarıkamış’ta şiddetli çatışmalar olacaktı.
Ancak onların savaşı, şimdilik düşmanla savaşıp düşmanı imha etmek
değil, hayatta kalma savaşıydı. Etrafı kaplayan kar, bir deniz gibiydi.
Tepeler, dereler, kum fırtınaları gibi tipiyle şekillerini değiştirmiş,
dağlar geçit vermez olmuştu. Gündüz, kar tipisi göz gözü görmez hâle
getiriyor, âdeta bir kar denizi içinde menzilleri kaybolmuş halde yol
alıyorlardı. Bazen tek sıra hâlinde birbirlerinin açtıkları izlerde yol
alıyorlar, bu ilerleyiş esnasında donup kalan arkadaşlarının
yanıbaşından intikale devam ediyorlar, bu yer yer donan askerler işaret
taşları gibi diğer askerlere yol gösteriyorlardı.

Bütün bu zorluklara rağmen Hafız, birliğiyle beraber inatla yol alıyordu. Kolordu, geride nice yiğitlerini bırakmıştı.

O günkü intikalde, yine birliğinin ardında
kalmıştı Hafız. Bu kez de Ali, onu yanız bırakmadı. Bir geçitten, döne
dolaşa geçiyorlardı. Zemin sertleşmişti ve kaygandı. Onca donma
olaylarına şahit olduğu için, donmanın nasıl bir şey olduğunu iyi
biliyordu artık. Bunun er geç kendi başına da geleceğini düşünüyordu.

Donma tatlı bir uyuşukluk ve karşı
konulması güç, tatlı bir uyku hâliyle başlıyordu. Askerler bu tatlı uyku
haline karşı koymakta güçlük çekiyorlar ve bu rahatlığa kendilerini
bırakıveriyorlardı. Akşam olmak üzereydi. Konaklama yerine daha bir
hayli mesafe olduğu belliydi. Yorulmuştu Hafız. Ali’yle araları yavaş
yavaş açılmıştı. Ali, zaman zaman geriye dönüyor Hafız’ı gözden
kaybetmemeye çalışıyordu.

Hafız, birden önünde karların ortasında
masmavi bir su adacığı gördü. İçinden buharlar yükseliyordu. Bu sıcak
bir kaynak suyu olmalıydı. Etrafında çam ağaçları vardı. Hızlandı. Sert
zeminden birden ayağı kayıp düşüverdi. Düşmenin etkisiyle sanki bir
uykudan uyanır gibi oldu. Önünde ne bir su birikintisi ne buhar ne çam
ağaçları vardı.

‘’Allahu Ekber!’’ diye kendini toparladı.
Donmanın tatlı uyuşukluğuyla karşı karşıya olduğunu anlamıştı.
Vücudunun değişik yerlerini çimdiklemeye başladı. Ayaklarını sert sert
buzdan zemine vurarak uyuşukluğunu gidermeye çalıştı. Ölmek istemediğini
biliyordu. Konaklama yerine kadar direnmeyi düşündü. Az kaldığını
biliyordu. Kendi içinde çetin bir ölüm kalım mücadelesi vermeye başladı
birden. Her an düşüp kalabilirdi. Soğuğun etkisini hissetmiyordu. Tatlı
bir uyku, sürekli kendisini girdabına doğru sürüklemeye çalışıyordu.
Sanki cennet bahçesinden kendisine sunulan elmayı reddeder gibi geri
durmaya çalışıyordu uykudan. Soğuk zemin üzerinde, sıcak bir ocak başını
reddetmek gibi bir şeydi bu ama direniyordu Hafız.

Ailesini düşündü, Aslı’sını düşündü. Daha
bir gayretlendi. Önündeki arkadaşının peşinden ayrılmıyordu. Sessiz bir
ölüm kalım mücadelesine tutulmuştu Hafız. Yüksek sesle türkü söylemeye
başladı.

Allahüekber kar, boran

Tırmandık dağlara yayan

Gökten ateş dökülse de

Yılar mı hiç Hafız olan

Sesinin karşı tepelerde yansımasını
duyuyor, yaşadığından emin olmaya çalışıyordu. Ne ki her adımda sesinin
tonu biraz daha yavaşlıyor, kelimeler dudaklarından biraz daha
anlamsızca çıkmaya başlıyordu. Birden onun türküsüne önündeki ve
arkasındaki arkadaşları da katıldılar.

Allahüekber yan yatar

Kızarmış da güneş batar

Allah(hü)ekber’in döşünde

Neçe bin şehitiler yatar

Anlaşılan herkes aynı ölüm kalım
mücadelesini yaşıyordu kendi kendisiyle. Hafız, zaman zaman etrafta
bacasından dumanı tüten evler görüyor, hafif bir sendeleme sonrasında
kendine geliyordu. Havale geçiren bir hasta gibi bilinci bir yerine
geliyor, bir kayboluyordu.

Hava iyice kararmıştı. Arkadaşı Ali
gözlerden kaybolmuştu. Belki de geride kalmıştı. Hafız nihayet
kurtulduğunu düşünüyordu. Toplanma yerine gelmişti. Etrafta öbek öbek
ateşler yanıyor, sesler yükseliyordu. Sıcak çorbaların kaynadığı
kazanların buharını görebiliyordu. Birden ayağı kaydı ve bir çukura
düştü. Kendine geldi. Birisinin düştüğü çukura, tedirgin bakışlarla el
uzattığını gördü. Bu Ali’ydi. Ali’nin gözlerindeki korku, ‘’Düşen
kaldırılmayacak, herkes intikal edecek!’’ diye kesin emrin etkisindendi.
Evet, Enver Paşa’nın ve Kolordu Kumandanı Hafız Hakı’nın emriydi bu.

Hafız, Ali’nin yardımıyla yeniden
kendisine geldi ve toparlandı. Donmak üze4re olduğunu hayal gördüğünü
anlamıştı. Biraz sonra yine tatlı bir uykuya daldı.

Donmak ne acı bir haldi. Belki donan için
değildi ama geride kalan için çok acıydı. Ocaktaki alevin sıcaklığı bir
şamar gibi yansımaya başladı yüzüne bu kez.

Kendine geldiğinde arkadaşı Ali
başucundaydı. Bir yandan ayaklarını karla ovuyor, bir yandan hafifçe
şamarlıyordu kendisini. Kurtuldum, galiba diye düşünürken, böylesine
güzel bir hayalden uyanmış olmaktan dolayı da mutlu değildi.

Birden at üzerinde bir yüzbaşı geldi yanlarına. Ali’ye sert bir sesle çıkıştı:

— Enver Paşa’nın emrini bilmiyor musun asker! Bırak onu, sen kendi hayatının derdine düş. Hadi düş bakalım önüme!

Ali, korku ve endişe dolu gözlerle baktı
Hafız’a. Yavaşça doğruldu ve yola koyuldu. Hafız, ayaklarını
hissetmiyordu. Dizlerinin üzerinde doğruldu. Yarı sürünerek yarı
yürüyerek, yol almaya başladı. Etrafı gri bir karanlık kaplamıştı.

Artık yanında Ali ile Sami de yoktu. Bütün
bedenini tatlı bir uyku sardı yeniden. Ruhu sanki bu tatlı uykuya
şiddetle dalmak istiyor ama aklı uyursa öleceğini söylüyordu. Peki, canı
neden sonunda ölüm olmasına rağmen bu derece bir şiddetle uyumak
istiyordu. Hafızın dizlerinde derman kalmamıştı. Biraz sonra dizlerinin
üzerine çökerek öylece kalakaldı. Yanından birkaç asker, kendilerini
adeta sürükleyerek geçti. Kimsenin kimseye yardım edecek takati
kalmamıştı. Önden gidenler, çoktan toplama yerine varmış olmalıydılar.

Bir müddet gözlerini yere çivileyerek
öylece durdu. Neden sonra, gözlerini yerden sökerek başını hafifçe
kaldırdı. Bu kez gözlerini, önünde alabildiğince uzayıp giden dalgalı
tepelere taşıdı. Sanki binlerce kilometre uzaklara bakıyor gibiydi.
Önünde bembeyaz uzayıp giden tepelerin aşağısındaki menzile uzanmak
istedi. Ama uzanamadı. Hayalleriyle gitmek istedi, onu da başaramadı.
Üzerine çöken tatlı uykuya direnemedi, gözleri hafifçe kapandı.

Ama direnmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu
teslimiyet intihar olurdu. Yavaşça ağırlaşmış gözkapaklarını araladı.
Artık geriden gelen kimse yoktu. Diğer arkadaşları ya kendisini
geçmişler ya da işaret taşları gibi yer yer düşüp donmuşlardı.

Direndi ayaklarını sürüyerek ilerlemeye
çalıştı. Olmadı. Rüzgârın uğultusu artmıştı. Rüzgârın uğultusundan başka
hiçbir şey duymuyordu artık. Hayatın ölümü fısıldayan sesiydi artık
rüzgârın sesi. Yine tatlı bir uyku çöküverdi üzerine…

Arif Akpınar/ Kardan Kanatlar romanından
 
Üst