• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Selçuklu Devletinde mevcut olan vakıflar ve görevleri

Üyelik Tarihi
26 Eki 2016
Konular
135
Mesajlar
550
MFC Puanı
5,250
Türkiye Selçuklu Vakıfları

Türkiye Selçukluları, Anadolu'da kendilerine has bir sosyo-ekonomik yapı oluştururken İslam devletlerinden aldıkları vakıf kurma anlayışını geliştirerek iyi bir vakıf sistemi meydana getirmişler ve bunu Osmanlı vakıf anlayışına da temel yapı olarak aktarmışlardır.

Genel olarak vakıfların, şahsi servetleri sosyalleştirip kamu hizmetine sunduğu, sırf ahlaki ve insani vazife anlayışıyla topluma katkı yaptığı, bu anlayışın bir sonucu olarak, Türk-İslam toplumlarında içtimai adaleti sağladığı söylenebilir. Kişileri hayatın getirdiği her türlü olumsuzluklara karşı koruması ve iç huzuru ve asayişi sağlayarak cemiyet hayatını ahenkli hale getirici rolünden dolayı, Türk-İslam kültürü, vakıf kurulmasını "insanların en ziyade muhtaç olduğu şeyi vakfetmek, vakıfların en hayırlısıdır" inancı ile asırlar boyunca teşvik etmiştir ve on binlerce vakıf eserini ortaya çıkaran hukuki yapıyı da aynı şekilde günün şartlarına uygun olarak geliştirmiştir.

İslâmiyet'in yayıldığı sahalarda, Bizans'ın Roma Hukuku'ndan esinlenerek kurduğu Suriye ve Mısır dini irad vakıfları dikkat çekiyordu. Türkiye Selçuklularına anlayış olarak kaynaklık eden İslam medeniyeti ise bu seviyede bir vakıf anlayışının ve vakıf kurumlaşmasının ötesine geçerek, olayı sosyal ve kültürel boyutu ile ele almış, ihtiva ettiği sosyal ve ahlaki prensipler icabı, vakfın gelişimini diğer medeniyetlerdekinden daha ileri götürmüş, ona müstakil bir şahsiyet kazandırmıştır. Bilhassa hayır ve yardım amacı güden vakıfların inkişaf ve geniş bir tatbik sahası bulmasında, bu dinin tesirleri çok büyük olmuştur.

Vakıf kurumu, İslam medeniyeti içinde, Abbasiler devrinde hukuki bir yapıya kavuştu. Ebû Yusuf adlı Abbasi bilgini, İslam hukukunun tedvinine çalıştığı bir sırada vakıf müessesesinin hukuki mahiyetini, zamanın temayüllerine uygun bir şekilde ortaya çıkardı. Bunun sonucunda Abbasiler devrinde vakıf kurumunun, Türk bölgelerinde de hızla gelişme içine girdiği görülmektedir.

Sosyal yardım ve dayanışma fikri gelişmiş olan Türklerin İslam öncesi dönemden beri Türk toplumunun örf ve adetlerine göre, vakfa benzer tasarruflarda bulundukları kesindir. Nitekim Uygurlara ait bir vakfiye, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi'nde bulunmaktadır. Fakat Türk vakıflarının müstakil bir müessese halinde ortaya çıktığı dönem, Büyük Selçuklu Devleti dönemidir.

Vakıf müessesesi, İran ve Maveraünnehir'de Abbasi hilafetinden ayrılan bağımsız Türk devletlerinde de Abbasiler devrindeki yapıya benzer şekilde devam etmiştir. Selçuklu Devleti'nin kurulması ile Şark Müslümanlığının Türk hakimiyeti altına girmesi, vakıf kurumunun daha fazla gelişmesini sağladığı gibi XI-XII. asırlarda tasavvuf tarikatlarının muntazam bir içtimai teşkilat mahiyetini alması da tekkelerin ve zaviyelerin birden bire artmasına ve vakıfların her tarafta yayılmasına sebebiyet verdi.

Anadolu'nun fethinden sonra burada kurulan Selçuklular ve Danişmendliler gibi muhtelif Türk devletlerinde, dini mahiyette bir çok vakfın kurulduğu görülüyor. Danişmendlilerden Yağıbasan'a (öl. 1163) ait Sivas'taki medresenin Osmanlılar zamanında yenilenen vakfı Anadolu'da tespit edebildiğimiz ilk vakıf durumundadır. Danişmendlilerin mirasını devralıp geliştiren Türkiye Selçukluları ise XIII. yüzyılın ilk yarısından itibaren farklı sahalarda vakıflar kurmaya başlamışlar ve bunları geliştirmişlerdir.
XIII. asırda Moğol istilası, uzun bir müddet için istilaya uğrayan İslam memleketlerinde, eski içtimai ve iktisadi düzeni bozdu. Bu yapı içinde Pervane Muineddin Süleyman Devri'nden itibaren Moğollar, Anadolu Selçuklu vakıflarını mütevellilerinden alıp başka maksatlar için kullanmaya başladılar. Böylece Selçuklu vakıfları büyük ölçüde harap hale geldi. XIV. asır başında ise büyük tahribe uğramış bulunan Türkiye Selçuklu vakıfları, Müslüman Moğol hükümdarları tarafından tekrar korunmaya başlandı. Eski vakıflar, bu dönemde ihya edildiği gibi bu tarihten itibaren İlhanlı devlet ricali de Anadolu'da vakıf kurma yoluna gitti. Bu hususta İslam'a giren İlhanlı Hükümdarı Ahmet Teküdar'ın Şam'a elçi Bahaeddin Rudegerdi ile gönderdiği mektupta şu ibareler yer alır:

"Biz İslam dinini seçtik. Beldelerin imarı ve Müslümanların korunması için çaba sarf ediyoruz. Bütün ülkede vakıf ürünlerinin (mahsulat-ı evkaf) vakfedilenlere verilmesi ve vakıf gelirlerinin (müteveccihat-ı evkaf) vakfedenlerin şartlarına uygun olarak hak sahiplerine ulaştırılmasını buyurduk ki..." Türkiye Selçuklu vakıfları XIII. yüzyıl sonunda İlhanlı himayesine kavuşarak yok olmaktan kurtulmuşlardır. Gazan Han, Selçuklu şehirlerindeki vakıf temessüklerini tespit ettirerek imaret vakıflarının gelirlerinden tamga ve divani vergileri kaldırmıştır. Bu durum Gazan Han devrinden itibaren Anadolu vakıflarının artmasına yol açmıştır.

Yalnız, XIII. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu'da Moğol hakimiyetinin yerleşmesi, vakıfların niteliğinde ve vakıf yapılan sahaların yapısında da değişikliklere yol açmıştır, 1243 Kösedağ Savaşı'ndan sonra Türkiye Selçuklularında irad ve zürri-aile vakıflarında artışlar olurken kervansaray, han, medrese gibi sosyo-kültürel amaçlara yönelik vakıflarda azalmalar görülmektedir. Bu devirde Türkiye Selçuklu şehirlerinden Moğolların topladığı vergilerin ağırlığı ve Anadolu'daki ticari güvenliğin azalması gibi faktörler şehirleşmeye ve iktisadi hayata yönelik vakıfların sayısında azalmalara yol açmıştır. Moğol hakimiyetinde Zürri vakıfların artması ise emirlerin mal varlıklarını yağmalardan ve ağır vergilerden korumalarına da yardımcı olmuştur.

Uç beyliklerinin Bizans arazisinde gerçekleştirdiği fetihler de sınır bölgelerinde Türk vakıflarının çoğalmasına yardımcı olmuştur. Bu vakıflarda Osmanlı devrine geçiş olarak kabul edebileceğimiz şekilde herhangi bir arazi parçasının tamamı veya yarısı vakfedildiği gibi, bazen zeminin vakıf ve örfi vergilerinin tımar olduğu görülmektedir. Bu devirde hayır vakıflarından başka aile vakıfları da çoktur. Bunların çoğuna tam ya da kısmi vergi muafiyetleri verilmiştir. Bu aile vakıflarında vâkıf, vakfın yönetici mütevelli heyetini teşkil etme hakkına sahip olduğundan bu yöneticilerin vakıf mülkiyetini belirli ailelerin elinde tutmaları mümkün olmuştur.

I. Türkiye Selçuklu Vakıflarının Bizans Vakıfları ile İlişkisi

Anadolu'da 1071 Malazgirt Savaşı sonrasında, Türkiye Selçuklu Devleti kurulup Türkler Anadolu'ya yerleştiğinde, buralara daha önceki Türk-İslam kültür ve sosyal kurumlarının temsilcileri olarak yerleştiler. Bu tarih sürecinde Anadolu Bizans şehirlerinde dini nitelikli idari oluşumlar görülmektedir, fakat kilisenin şehirlerde ortaya koyduğu iktisadi yapılanmalara ait örnekler bulunamamakta, Anadolu Bizans şehir hayatına ait arkeolojik bilgiler genişletilememektedir.

Bu konuda Bizans şehir vakıf kurumlarının durumu da aynı çerçevede değerlendirilebilir.

Anadolu'ya yerleşmelerinden sonra Türkler ve Bizans teşkilâtı arasında, vakıf müessesesini de içine alan Bizans etkilenmesine dayalı bir kültürel alışveriş olmuş mudur?



Bu soruya şu şekilde yaklaşabiliriz:


Bizans'ın Anadolu'da uyguladığı toprak rejimi ki vakıf müessesesi, mevkuf topraklar bağlamında iyi bir toprak rejimi ile kaim olan colonların toprağa bağlanması ve toprakların aristokrasiye geçmesi Bizans devrinde vakıfların yaygınlaşmasını engellemiştir. Yine Kilisenin Bizans Devleti'nden sağladığı vergi muafiyetleri, şehirlerde kiliseye bağlı dini ve iktisadi kurumların işletilmesinde vakıf yapma gereğini ortadan kaldırmıştır. Bizans Devleti'nde Hıristiyan ahali ise gitgide fakirleşmiş, vakıf kuracak mal varlıklarını kaybetmişti. Zenginleşen toprak aristokrasisi ise vakıf yapma geleneği içinde olmamıştı. Bu iki husus, daha önceki Bizans vakıflarının, Anadolu Türk vakıflarına gerek anlayış ve gerekse yöntem olarak etkide bulunmadığını ortaya koyar.

Bizans hukuku, kilise ve manastırları, yardım ve hayır kuruluşlarını vakfa benzer hukukî bir şahsiyet olarak belirlemektedir. Bizans dini vakıflarının tesirini öne çıkaran Marcel Morand, Bizans Kilisesi'nin bu vakıf geleneğinin etkisi ile İslâm vakıf kurumunun geliştiğini savunmuş, Fuad Köprülü de bu görüşün tesiri ile İslam vakıflarının Roma-Bizans hukukundan esinlenerek kurumsallaştığını varsaymıştır. Fakat daha Abbasiler devrinde İslam vakıfları Bizans vakıflarının önüne geçerek şehirlerde taşınmaz emlak, işyeri, han, çeşme gibi emlak üzerinde vakfedilmeye başlandığı gibi kırsal kesimdeki araziler de gelirleri için vakfediliyorlardı. Yine Abbasi devrinde kilise vakıflarının sadece kiliselere nakdi yardım vakfı manasına geldiğine bakarak daha Abbasi devrinde İslam vakıf anlayışının kilise vakıf anlayışının önüne geçtiğini söyleyebiliriz.

Türkiye Selçuklu vakıflarının temel olarak Bizans tesirine dayandığını söylemek hukuki açıdan da imkansızdır. Vakıf kurumunun Bizans hukukundan etkilendiği yolundaki görüş şahsîdir. İslam hukukunda aynıyla intifa olunan vakıfların devletin kamu mallarına ait bazı kurallardan istifade ettikleri vâki ise de bu benzerliği Bizans usulünün devamı diye anlamak mümkün değildir. Gerçi Bizans'ta manastırlar için hükmî şahsiyete benzer bir durum kabul edilmiştir. Fakat mal edinme hakları sınırlandırılmıştır. Ne manastır, ne de içinde yaşayan rahipler, arazi temellük ederek vakıf yapma olayı meydana getirememişlerdir. Buradaki temel mesele, kilise ve manastırlarla, bunların içindeki malların nasıl kullanılacağı değil, gelirleri ile birlikte vakıf yapılmış aynî varlıkların isteyerek vakıf yapılmasıdır ki işte Bizans hukukunda buna örnek yoktur. Türkiye Selçukluları ise vakıf kurumunu Bizans vakıflarının ötesinde şehirleşmenin kaynağı olarak kullanmışlardır. İrad için kurulan kilise vakıfları Selçuklu devrinde de görülüyor ve Selçuklu irad vakıflarının da kilise vakıfları gibi kira sistemine dayandığı görülüyorsa da Selçuklu icare sistemi, Bizans hukukundan değil Abbasi hukukundan yararlanarak geliştirilmiştir.

II. Türkiye Selçuklu Vakıflarının Gelişimi

Türkiye Selçuklu vakıfları, özel mülkiyete konu arazi ve mallarda, bir emire temlik edilmiş arazilerde ve zilyedliği bir emirin idaresindeki ikta arazileri gibi tasarruf hakkı elde edilen arazilerde yapılabiliyordu. Moğol istilasının ikta uygulamasını yıkarak Anadolu topraklarını devlet arazilerini genelde özel mülkiyet haline getirdiği görülüyor.Özel mülkiyet biçimini daha Moğol hakimiyeti öncesinde de görmemiz mümkündür. Anadolu'da vakıf yapılabilecek özel mülkiyet arazilerine baktığımızda; kırsal kesimde emirlerin mülkiyetine aktarılmış; yani temlik edilmiş arazi bölümleri yanında köy ve kasabaların kenarlarında özel mülkiyet arazisi olan sebzelikler, bahçeler ve meyvelikler ile şehirlerde özel mülkiyete açık olan bütün mekanlar, evler, dükkanlar, verese araziler, irad olarak kiraya verilmiş mülkler serbest irade ile vakfedilebilmekte ve vakıf malı olmasıyla da kamu mülkiyeti haline dönüşmektedir. Anadolu toprakları, bütünüyle Bizans'tan alınıp yerleşim yerleri dışında miri arazi halinde kamu mülkiyeti haline getirildiğinden bu haliyle kamu mülkiyeti üzerinde vakıf kurulamıyordu. Buna karşılık XIII. yüzyılda ortaya çıkan vakıflar ve bunlara tahsis edilen arazinin tamamı özel mülktür. H. 613 tarihli Altun Aba vakfiyesinde, Şemseddin Altun Aba, vakıf olarak bağışladığı mülkün tamamının kendisinin malı olduğunu resmen bildirmektedir. Bu tür mülkler genellikle şehir merkezlerinde bulunuyorlardı. Kırsal alanlarda ise bu özel mülk olan araziler ve mallar, çoğunlukla Konya ve İç Anadolu yöresindeki köylerin yakınlarında bulunuyorlardı. Kırsal bölgelerdeki miri arazileri ise temlik şeklinde kişilerin mülkiyetine geçebilmiştir. Şehirlerdeki meskenler, işyerleri, vb. emlak, daha önceki hukuk uygulamalarından beri yine özel mülkiyet sayılmıştır.
Şehirlerdeki imaretlere konu olan ve yine irad bırakmak için ortaya konulan vakıfların devlet tarafından yaptırılması söz konusu olmamıştır. Devlet, hân, hamam, camii gibi imaretleri kendisi yaptırmıyordu. Bunları varlıklı durumdaki emirler ve devlet ricali kendi mülkleri üzerinde yaptırır ve vakfederlerdi. Bu vakıflara iradı söz konusu olan memleket arazilerinin I. Alaeddin Keykubad Devri'nde örneğine rastlandığı gibi kişilerin özel mülkiyetine devlet malını aktarma -temlik- yolu ile aktarılması Moğol valileri devrinde yaygınlaşmıştır. Bu olayın ne kadar önemli bir gelişme olduğunu anlamak için 1243 Kösedağ Savaşı sonrası hızla artan Anadolu Selçuklu vakıflarını görmek yeterli olsa gerektir.

Moğol istilası, sadece kişilere toprak dağıtma ve şahıs vakıflarını arttırmakla kalmadı. Bu dönemde Anadolu Selçuklu Devleti'ne ağır vergiler konduğu için devlet hazinesi boşaldı ve hayır kurumlarına aktarılan ödemeler kesildi. Hatta hayır kurumlarından devlet hazinesine geri ödenek aktarımı gündeme geldi. İşte o zamana değin bu kurumlar için devlet bütçesinden ayrılmış paraların artık devlet bütçesinin de tehlikeye düşmesi nedeniyle, sağlanmasını gözetmek amacı ile bir vakıf mülkü yönetimi altına girmelerinin daha uygun olacağı düşünülmüştür. İşte bu uygulama, kurumların üzerinde yapılan vakıf yapılanmasıdır.

Claude Cahen, vakfa konu olan mülkiyet çeşitleri arasında temlik ve özel mülkiyet üzerinde vakıf uygulaması yanında üçüncü bir çeşit olarak devlet adına devlet toprağını vakfetme hususunu vurguluyor. Buna örnek olarak da Anadolu Selçuklu Komutanı Mübarizüddin Er-Tokuş'un Antalya'da yapılacak bir cami ve Uluborlu'da yapılacak diğer hayır kurumları için 613/1216 (Bir görüşe göre 1214) tarihinde bazı mülkleri devletin bir valisi olarak devlet topraklarını kullanabilme yetkisine dayanarak vakıf yapmasını gösteriyor. Osman Turan bu görüşe katılmayarak bu toprakların Er-Tokuş'a temlik edildiğini belirtse de bunu kendi kanaati olarak ortaya koyar, bunu kanıtlayacak deliller ileri süremez. Bu sebeple bu üçüncü vakıf yapma usulünü bir ihtimal olarak kabul ediyoruz.

Türkiye Selçuklularında vakıfların şer'i usullere uygun olarak devletin temsilcisi durumundaki kadılar tarafından vakfiyelerle belgelenir, kişi mülkiyetinden devletin kontrolünde kamu mülkiyetine aktarılmış olurdu. Vakıflar, Emirci Sultan Zaviyesi vakfiyesinde görüldüğü gibi, satılması, bağışlanması, rehin verilmesi, mülk edinilmesi, mahiyetinin değiştirilmesi veya başka bir amaçla kiraya verilmesi söz konusu olamaz, miras olarak da intikal ettirilemezdi. Buna karşılık zürri -aile-vakıflarının iradlarından elde edilen gelirin vakıf giderlerinden arda kalan gâlle fazlası şeyhin ailesine ve evladına maaş olarak dağıtılmaktaydı. Bu durum, devlet garantisi altında gelir elde etmek isteyen zengin derviş aileleri için uygun bir yol olduğu gibi Moğol işgalinin ekonomik değerleri yağmalama haline geldiği XIII. yüzyıl sonunda yağmalardan korunmak için de bir çıkış yolu olmuştur.
Vakıf kurumu, Anadolu şehirlerinde Türkiye Selçuklularından itibaren belediye hizmetleri başta olmak üzere yerel yönetimlerin bütün idaresini üstlenmiştir. Bu gelişme içinde şehirlerdeki yerel idare yetkileri vakıflar tarafından geliştirilerek birçok kamu hizmeti sürdürülmüştür. Bu sebeple şehirleşmede, şehirlerin imarında ve şehir yerleşimlerin düzenli bir şekilde gelişmesinde büyük bir rol oynuyordu. Ayrıca şehirlerde kamu hizmeti gören vakıf mütevelli heyetlerinin güçlenmesi ile sivil toplum cemiyetlerine benzer örgütlenmeler gerçekleşiyordu.

Anadolu Selçuklu Devleti'ndeki vakıflar, genel bir gelişme çizgisi içinde varlıklarını sürdürmüş değillerdir. Bu hüküm Moğol istilasının etkisini gösterdiği XIII. yüzyılın ikinci yarısından sonrası için daha da önem kazanır. Bu devirde Anadolu Selçuklu vakıflarının gerilediği, bakımsız kaldığı ortaya çıkmaktadır. Yine vakıf yapma işi daha çok siyasi çıkarlara yönelmeye başlamıştır. Ayrıca, XIII. yüzyılın ikinci yarısında daha önceden yapılmış dini ve hayri kurumlar vakıf gelirlerinden mahrum kalmışlar ve bu nedenle bakımsız hale gelmişlerdir. Zekeriya Kazvini (öl. 1283), bu dönemde Sivas şehrine giden bir yabancının bir mescide vardığını, burada şarap fıçıları gördüğünü, bunu Sivas muhtesibine şikayet ettiğini, muhtesibin ise kendisine bu mescidin vakıf geliri olmadığı için haraba yüz tuttuğunu ve bu mescidi tamir için meyhane olarak kiraya verdiğini söylediğini kaydeder. Buradan, vakıfların, kuruluş amaçlarına aykırı olarak gelirleri için kullanıldıkları anlaşılmaktadır.

III. Kurucularına Göre TürkiyeSelçuklu Vakıfları Sultan Vakıfları

Selçuklu sultanları, Türkiye Selçuklu Devleti'nin erkinin tek temsilcileri olarak vakıf kurucuları arasında yer almışlardır. Gelirlerinin çok yüksek olması ve daha geniş sahaları temlik edebilmek imkanları sebebiyle vakıfları da büyük olmuştur. Bu konuda en çok şöhret bulmuş olan I. İzzeddin Keykavus ve onun kurduğu 615/1218 tarihli Sivas Darüşşifası vakfıdır.

Bu vakıf bir hastahane ve tıp medresesinin vakfedilmesiyle oluşur ve Türkiye Selçuklularındaki tababetin parlak durumunun bir göstergesi sayılabilir. Sivas Darüşşifası vakfiyesinde olduğu gibi sultanlar, bu şifa evlerine sürekli gelir aktaracak vakfiyeler yazdırmışlar, burada çalışmak üzere meşhur tabipler getirtmişlerdir. Bu vakfın bir özelliği de, Türkiye Selçuklu devri hastanelerine ait tek örnek olmasıdır.

Bu vakfın vakfiyesinde görülen diğer bir husus da vakıfların idaresindeki yetkinin kullanılması meselesidir. Vakfiye metninde geçtiğine göre Sultan I. İzzeddin Keykavus, bu vakfiyedeki vakıf malları ile bütün Selçuklu vakıflarının idaresine saray hazinedarı Üstadüddar Ferruh Bin Abdullah'ı mütevelli ve vekil tayin etti. Ferruh, Darüşşifa vakıflarını kendi ve yardımcısı ile idare eder. İstediğini ise görevden azleder.

Bu belgeden anlaşıldığına göre I. İzzeddin Keykavus, ilk kez bu vakıf ile, Türkiye Selçuklu vakıflarına bir statü kazandırmak istemiştir. Böylece vakıflar, bu çerçeve içinde üstaddar emrinde evkaf nezareti haline getirilmiş oluyordu. Selçuklu vakıf işletmelerinin denetiminin Selçuklu sultanınca kadıyü'l-kudata değil de saray hazinedarına bırakılması ile Selçuklu vakıflarının dini olmaktan ziyade sosyo-ekonomik yanı ön plana çıkmaktadır.


III.2. Evladlık Vakıflar (Zürri Vakıflar)

Horasan'dan Anadolu'ya gelen kolonizatör Türk derviş ve şeyhleri, Anadolu'da ulaşabildikleri en uç bölgelere aileleri ve boyları ile birlikte geldikleri yerlerin iskanını sağladıklarından dolayı devrin sultanları tarafından kendilerine bir takım imtiyazlar sağlanmıştır. Bu şeyhlere araziler temlik ediliyor ve vergilerden muaf tutuluyorlardı.Evladiyelik vakıflar, uç bölgelerinden başlamak suretiyle Anadolu'da Türkleşmenin en önemli vasıtası olmak özelliğiyle dervişlerin temlik ettikleri bu araziler üzerine kurulmuştur. Bu temlik arazi üzerinde kurulan zaviye dervişe intisab eden ailesinin ve müridlerinin yerleşim çekirdeği oluşturduğu yeni bir Türk yerleşim merkezini oluşturuyor, şeyhe verilen vakıf imtiyazının bütün gelirleri bu yerleşimin masraflarını finanse ediyordu.

Dervişlerin oturdukları zaviyeler vakfedilen bu temlik arazilerden elde edilen gelirin bir miktarıyla ayakta durur, bu gelir miktarı zaviyelerin kendi öz masraflarına ayrılır, gelirin geri kalanı zaviyeleri yöneten şeyhlerin aile üyeleri ve mütevelli tarafından tasarruf edilirdi. Bir şeyh öldükten sonra bu vakfın tasarruf hakkı mütevelli heyetinin büyük çoğunluğunu oluşturan kendi ailesine intikal eder, aile içinde en yaşlı ve ehliyetli olan erkek çocuk şeyhlik makamına oturup vakfı yönetir ve vakıf gelirlerini mütevelli arasında paylaştırırdı. Bu tür vakıflara evladlık vakıf denilmiştir. Bazen bu vakıf gelirlerinin tasarrufunda bütün mütevelli üyelerinin de aynı düzeyde hakkı bulunurdu.

Kolonizatör dervişlere temlik edilip vakfedilen bu topraklara yerleştirilen Türkmen nüfus vakıf yönetimine toprak vergisi vasıtasıyla bu dervişlerin dini kontrolleri yanında sosyo iktisadi kontrolleri altına da giriyordu. Türk-İslam kültürünün demografik tesirlerle Anadolu'nun sosyal hayatına yansıması bu şekilde sağlanmıştır.

XIII. yüzyıl ilk yarısında Cengiz istilasından Anadolu'ya kaçan şeyh ailelerine tanınan bu dini vakıf imtiyazlarına bir örnek Emirci Sultan'a verilen vakıf imtiyazıdır. Aynı şekilde dini nitelikte kurulan zürri derviş vakıflarına bir diğer örnek de heterodoks Türkmen dervişlerinden Baba İlyas'ın neslinden Elvan Çelebi'nin Çorum Mecitözü ilçesi Elvan Çelebi köyünde kurduğu Elvan Çelebi Zaviyesi vakfıdır.

Bu zaviyenin irad mevkufatından elde edilen gelirlerden bir kısmı, zaviye giderlerine aktarılmış, diğer kısmı şeyhin ailesine, zaviye şeyhi öldükten sonra ise şeyhlik makamına çıkan evladın ailesine dağıtılmaya devam edilmiştir. Bu sebeple derviş vakıfları "zürri vakıf" adı ile de anılmışlardır. Aynı yapıyı İbn-i Rahat'ın kurduğu vakıfta da görüyoruz;

İbn-i Rahat, vakfettiği iki köy, üç tuzla, bir ev, bir bostan ve bir mezraanın beşte birini oğlu Ömer ile torunu Dilşad'a ayırmıştır. Buna göre Ömer yılda 589 dirhem yazlık kışlık elbise bedeli alacaktı. Torunu Dilşad ise beş yaşına kadar yeme içme ve elbise bedeli olarak yılda 480 dirhem, on yaşına kadar 720 dirhem, on beş yaşına kadar da 1200 dirhem alacaktı. Gelirin diğer beşte biri akrabasından fakir olanlara, yaşlılara, yetimlere, ve dullara, yılda 220 dirhem ise mahpuslara ayrılmıştı.

Zürri vakıflar sadece irad için kurulan vakıflardan şu şekilde ayrılırlar ki; zürri vakıflar bir imaret binasının masraflarından sonra gelir-galle fazlasını mütevelli içindeki evlada ve evladın evladına maaş olarak bırakmışlar, gelirleri için aile tarafından vakıf üzerine ihtimam gösterilmiştir. İrad vakıflarında ise bakımı üstlenilen bir imaret binası bulunmamaktadır.


III. 3. Emir Vakıfları

Türkiye Selçuklularında idareci durumundaki emirlerin mebzul miktarda vakıflar kurduğunu görüyoruz. Emir vakıfları başlangıçta daha çok imaret kurumlarına yapılırken sonraları sadece irad için vakıf uygulamasına gidildiği ortaya çıkmaktadır. Emirler üzerinde vakıf kurdukları temellük arazilerin kahramanlıklarına binaen elde etmişlerdir. Nitekim bu usul, Anadolu'da Âmid'in fethi sırasında 579/1183 tarihinde Abbasi Halifesi tarafından uygulanmış ve bu uygulama nedeniyle daha büyük çapta yerlerin fethi başarılabilmiştir. Selçuklu emirleri, şehirlerde gayrimenkul Türk zenginleri idiler ve imaret vakıfları kurmaları bu nedenle çok kolay oluyordu. Emirler, Selçuklu Devleti'nin kendilerine tahsis ettiği ikta arazilerini de imaret vakıflarına mevkufat arazisi olarak bağlıyorlardı. Selçuklu emirleri arasında devlet adına miri toprak durumundaki ikta arazisini temellük etmeden vakıf haline getirme de görülmüştür. Bunun örneğini Mubarizeddin Ertokuş'un Batı Anadolu'da yaptığı vakıf muamelesinde görürüz. Esasen bu uygulama ile devlet arazisinin statü farklılığı söz konusu olmuş olamaz. Devlet toprağı miri arazi olduğu için kamu malı niteliğindedir. Vakıf yapılması ile yine kamu malı halinde kalmış olur.

Torumtay Vakfiyesi'nde olduğu gibi bu vakıfların bazısı, vakıf tevliyetini kendi soyuna bağlamak suretiyle hem evlatlık vakıf özelliği kazanmış oluyor, hem de zenginleşen emirlere daha sonraki zamanlarda gelebilecek devlet müsaderesine karşı bir mal güvencesi sağlamış oluyordu.

Türkiye Selçuklularında vakıfların çoğu emirler tarafından tesis edilmiştir denilebilir. Bir araştırmaya göre geliri yüksek olan idareci durumundaki emirlerden başka sivil halkın kalıcı vakıf eserlerinin yani imaret vakıflarının inşası için maddi imkanlarının yeterli olmadığı, emirlerin şehir zenginlerine göre gelirlerinin çok yüksek olduğu anlaşılmaktadır.

IV. Kuruluş Amaçlarına Göre Türkiye Selçuklu Vakıfları

IV.1. İmaret Vakıfları

Türkiye Selçuklu şehirlerinde gayr-i menkul halinde mukassefat vakıf binaları yapan kişiler Türkiye Selçuklularında imaret adıyla bütün topluma hizmet veren hayır kurumları tesis etmiş oluyorlar ve bu imaretlerinin sürekli ayakta kalabilmesi için varlıklarından bir kısmını imaret vakfı haline getiriyorlardı. Ayrıca şehir dışında da imaretlere benzer hayrat hizmeti veren vakıf eserleri bulunuyordu ve kurulan bu vakıf binaları etrafında bir yerleşimin temelleri oluşmuş oluyordu.

Türkiye Selçuklularında cami, medrese, darüşşifa, darüzziyafe, hamam vb. imaret kurumlarının hizmet verebilmeleri için aynı zamanda iyi bir işletmeciliğe de ihtiyaç vardı. İmaret binalarını inşa ettiren vâkıflar, imaretlerin işletilmesi için menkul ve gayr-i menkul mal varlıklarını da bu vakıfların içine irad kaynağı olarak koyuyorlardı. XIII. yüzyıl içinde Türkiye'deki iktisadi yükselişin devam ettiği ve şehir kurumlarının gelişimini sürdürdüğü dönemde imaret kurumlarının irad mevkufatı olarak şehirlerde iktisadi hayata yönelik gelir getirici kurumlar; hanlar, işyerleri kiraya verilirken daha sonraki devirde Rahatoğlu Daru'r-rahası'nda olduğu gibi kurulan imaret vakıflarında gelir kaynağı olarak şehir dışında gelir getirici kaynaklar; tuzla gelirleri, arazinin işletilmesiyle elde edilen gelirler vb. kaynak olarak vakfedilmiştir.
İmaret vakıfları, şehir imaret kurumlarının sosyal görevlerini ücretsiz
yerine getirebilmesi için bu şekilde her yıl gelen vakıf irad ve akaratına sahip oluyorlar ve belediyeciliği ait temel fonksiyonları bu kaynaktan sağlanmış oluyordu. Bu yönüyle imaret vakıflarının Selçuklu şehirlerinde belediye hizmetleri başta olmak üzere yerel yönetimin bütün idaresini üstlendiği ortaya çıkmaktadır.
Türkiye Selçuklularında imaret vakıfları genellikle yarı zürri vakıf statüsünde görülüyor; Bu vakıflar aile vakfı olarak kurulmamışlardır. İmaret vakıflarının asıl amacı, imaret binasının bakımı, görevlilerin ücretlerinin verilmesi, imaretin sosyal hizmetlerinin masraflarının karşılanması vb. imaretin giderleri için yapılmış olmasıdır. Fakat imaret banileri, iki yolla bu vakıflardan ailelerine de gelir sağlıyorlardı;

Bunlar, Darurraha vakfında olduğu gibi, vakıf gelirlerinin bir kısmını evladına ve ailelere ayırmaları ve aile üyelerini mütevelli üyesi yapılarak vakıf gelirlerinden onlara maaş bağlamalarıydı. Sultan vakıflarında ve Sahip Ata'nın vakfında olduğu gibi ileri düzeyde gelir sahibi emirlerin imaret vakıflarında ise vakıf gelirlerinden aile bireylerine herhangi bir pay ayrılmamıştır.

İmaret vakıflarının gelirlerinde XIII. yüzyılın ikinci yarısında Moğol istilasının iktisadi tesiriyle azalmalar yaşanırken Gazan Han'ın yeni düzenlemesiyle şehir imaret vakıflarının gelirlerinden tamga ve divani vergilerin alınmaması sonucu, imaret vakıflarının Türkiye Selçuklu Devleti'nin yıkılış döneminde ayakta kalması mümkün olmuştur.

İlhanlılar Selçuklu şehirlerinde imaret vakıflarının durumunu düzeltme yanında kendileri de imaret vakıfları kurmuşlardır. Buna örnek olarak İlhanlı veziri Reşideddin'in Sivas'ta kurduğu İlhanlı yönetim evi diyebileceğimiz Darussiyade'ye tesis ettiği bir vakfı vardır. Bu vakfın gelirleri Darussiyade'nin barınma yiyecek ve teşrifat masraflarına ayrılmıştır. Reşideddin, Darussiyade için Sivas'ta yaptırdığı dört kariz (su kanalı), hamam, dükkanlar, fırın ve değirmenlerin gelirleri bu vakfın içindedir.

IV. 2. İrad Vakıfları

Türkiye Selçuklularında sadece gelirleri için kurulmuş irad vakıfları da bulunmaktadır. Bu vakıfların gelirleri mütevelliye, memurlara, fakirlere ve vâkıfın ailesine sarf edilirken imaret eserlerinin bakımına sarf edilmemektedir veya sarf edildiği mekanlar vakfiyelerde yer almamaktadır ki bu ikinci ihtimali zayıf görüyoruz. İmaret vakıflarının masrafları için de arazilerin vakfedildiği görülüyorsa da bu başlık altında ele aldığımız irad vakıfları sadece geliri için genellikle zürri yapıda tesis edilmiş vakıflardır. İrad vakıflarına gelir getiren vakıflar manasına vakf-ı avarız da denilmekteydi.

XIII. yüzyılda yapılan irad vakıflarına baktığımızda; Selçuklu şehirlerinde iktisadi hayata yönelik olarak kâr getiren yatırımların irad vakfı olarak kaydedildiği görülüyor. Şehirlerde işyeri olarak kullanılan mekanların gelirleri irad vakfı olarak işletildiği gibi bu devirde şehir yerleşim mekanı içinde seyrek olarak yer alan evlerin arasındaki araziler de irad vakfı olarak kiraya verilebilmekteydi. Bunun yanında şehirlerin iktisadi hayatına hizmet veren şehir kurumları da irad vakfı olarak irad vakfı olarak kullanılabilmiştir. Çünkü şehir kurumları bütünüyle özel teşebbüs tarafından işletildiği için bu tesislerin gelir getiren bir vakıf olarak kullanılması da sakınca doğurmuyordu. Bunlar arasında çarşılardaki dükkanlar, hanlar, hatta mescidler bile bulunabilmiştir. Bu husus XIII. yüzyıl sonunda şehir kurumlarının istismar edilerek gelirleri için vakıf işletmesine açıldığını da göstermektedir.
İrad vakıfları XIII. yüzyılda ticari hayata yönelik işletmelerden oluşurken Türkiye Selçuklu Devleti'nin yıkılarak Anadolu'da istikrarın bozulduğu XIV. yüzyıl başından itibaren irad vakıflarının tarım işletmeciliğine kaydığını görüyoruz.

Moğol hakimiyeti devrinde İlhanlılar tarafından Selçuklu şehirlerinde imaret vakıfları tesisi yanında Anadolu'da kendilerine temlik ettikleri araziler üzerinde irad vakıları da görülüyor. Bunlara örnek vermemiz gerekirse; Gazan Han'a ait olarak vakfedilmiş Reşideddin'in oğlu Celal yönetiminde elli feddan genişliğindeki bir vakıf irad arazisi ile Reşideddin'in Kaz Ovası'nda üç yüz feddan genişliğinde vakıf irad arazisi bulunmaktadır. Reşideddin, vakıf arazilerinin işletmesini vakıf mutemedi Mevlana İmadeddin Ahmed Sivasi'ye bırakmıştır.

Son söz olarak belirtmemiz gerekirse, Türkiye Selçuklu Devleti'nde sosyo-iktisadi amaçlara yönelen vakıf kurumu, XIII. yüzyılda iyi bir gelişme devresi geçirmiş, Moğol istilasıyla dağılma sürecine girmişse de gerek İlhanlı hükümdarlarının Anadolu vakıflarını ihya etme çabaları ve gerekse yeni vakıfların ortaya çıkardığı arazi işletmeciliği ile ayakta kalmayı başarabilmiştir.
 
Üst