• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Türkülerimizin Hikayeleri

Painfully

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
23 Kas 2013
Konular
176
Mesajlar
574
MFC Puanı
160
Bodrum Hakimi (I)

Bodrum Hakimi (I)

Yıl 1965 Düziçi İlköğretmen Okulundan yeni mezun olmuş çiçeği burnunda bir öğretmendim. İlk atamam Kastamonu'nun Azdavay ilçesinin Çengel köyüne çıktı. 27 Temmuz'da 1965 tarihinde göreve başladım.

Çengel Adana'ya oldukça uzaktı. İklimi ayrı gelenekleri ayrı. Biri Akdeniz öbürü Karadeniz. Yaşayış da çok farklı. Yollar sarp köy hayli uzaktı. İşte Bodrum Hâkimi'yle de Çengel köyünde ilkokul öğretmenliği yaptığım sırada tanıştım.

Çengel; Batı Karadeniz Dağları üzerinde bir orman içi köyü. Sahilden Cide'ye ( Karadenize) uzaklığı 70–80 kilometre. Bu kadar yakın olmasına rağmen İstanbul'a gitmeyenler denizi hâlâ görmemiş.

Okulun bulunduğu Şatır Köyü iki dağın arasında. Diğer mezraların da merkezi. Onun için cami ve okul buraya yapılmış.

İstanbul; Anadolu'nun olduğu gibi Çengellilerin de ekmek kapısı olmuş. Her evden İstanbul'da bir çalışan vardı. Ekmek parası gurbetle özdeşleşmişti Çengel'de. Gurbet; ekmek ve su gibi. Onun için İstanbul'a müthiş bir göç vardı. Yeşilköy ve civarı Çengellilerin yoğun olarak bulundukları semtlerden biriydi.

Haftada pazar günleri İstanbul'dan Pınarbaşı'na (Eski adı Zarı Pazarı olan nahiye merkezi) bir otobüs geliryolcusu olan sevinçle nahiye merkezinin yolunu tutardı. O gün Pınarbaşı'nın pazarı olduğundan otobüsün gelişi de buna göre ayarlanmıştı. Nahiye merkezine ulaşım katır ve atla yapılıyordu. Köyle nahiye merkezinin yolu patika ve de oldukça zorlu bir yoldu. Pınarbaşı'na giden yol okulun dibinden geçerdi. Gidenlere sigara ısmarlar postaneye uğramalarını tembihler memleketten bir haber getirirler umuduyla pazarcıların dönüşlerini hacıyolu gibi beklerdim.

Çengel halkı müthiş rakı içerdi. Ben de rakı içmeye burada başlamıştım. Kastamonu ve Azdavay'ın o yıllarda rakı tüketiminde Türkiye 'de ilk sıraya girdiği söyleniyordu.

Köye okul yeni yapılmış kumu çakılı ve sair malzemesi de hayvan sırtında taşınmıştı. Ben okulun ilk öğretmeniydim. 5 parçadan oluşan Çengel'in en büyük parçası Gere idi. Gere Zaim Köyü Verve ve Çengel mezralarındaki öğrenciler Şatır Köyüne geliyorlardı. Okula en yakın mezra Çengel ve Zaim Köyü idi.

Çengel; ilçe merkezine pek uzak değildi ama ulaşım oldukça zordu. İlçenin yolu Pınarbaşı'ndan geçi yordu. İlçeye gitmek için nahiye merkezine (Pınarbaşı) atla veya yaya sonra da Faiklerin minibüsüyle Azdavay’a ulaşmak gerekirdi. Minibüsü kaçırdığınız zaman kazaya gidememe gaygısı dolardı içinize. Ya ikinci kez minibüsün dolmasını bekleyeceksin ya özel tutacaksın ya da bir sonraki günü bekleyeceksin. Bu sıkıntılar yaşandıkça gurbet

denilen mefhum çekilmez olurdu Pınarbaşı'nda. Gırtlağında gözyaşları düğüm düğüm. Ağlayamazsın. Yarını veya bir sonraki arabayı beklemekten başka çare yoktur artık. Onun için her araba sesi yeniden bir umut ışığı olurdu.

Azdavay'la Pınarbaşı 25–30 Çengel-Pınarbaşı yaklaşık 10–15 Azdavay'ın Kastamonu'ya uzaklığı da 70 kilometreydi. O yıllarda ilçenin nüfusu ise 2–3 bin civarındaydı. Hiçbir sosyal aktivitesi yoktu. Bir sinema vardı. O da haftanın belirli günlerinde çalışıyordu. O sinemada filim seyretmek nasip olmadı. Fakat bir Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında bağlama çaldım. Büyük sükse toplamıştı. Ondan sonra adım sazcı öğretmene çıktı. Azdavay ilçe merkezine bağlı öğretmenlerin hepsi tanımıştı. Adanalı Sazcı Öğretmen dendiğinde herkes bilirdi.

Çengel'de zamandan gayrı bol bir şey yoktu. Bakkal ve kahvehane memlekette kalmıştı. Temel ihtiyaç maddelerini nahiye doktor ve sağlık hizmetlerini ise ilçe merkezinden temin etmek gerekirdi. İhtiyaçları zamanında gidermezseniz haliniz perişan olur umutlar pazara kalırdı. Çengel 'de park bayram yeri çarşı pazar yoktu. Yok yoka karışmış "Tuz yok sabun yoktu". Ama havası ve suyu güzel doğayı tarif etmek imkânsızdı. Görevin dışında nasıl vakit geçireceğimin hesabını yapar köy eşrafından Niyazi Efendi (Niyazi Şen) ile nereye gidersek günü daha iyi değerlendiririz diye düşünür dururdum. Zaman akmayan bir sel bense onun deryasında boğulan bir Halil Atılgandım.

O yıllar iletişim araçlarının az 45’lik plâkların yaygın olduğu dönemlerdi. Televizyon ise hiç yoktu. Uzun dalga Ankara Radyosu ile Mamak Muhabere Meteoroloji ve Polis Radyoları da kısa dalgadan yayın yapan istasyonlardı. Bunları dinlemekte oldukça güçtü. Sonra her radyoda bu istasyonları çekmezdi. Adana Erzurum İstanbul Radyoları ise ancak hitap ettiği bölgelerden dinlenilebiliyordu. Tek yoldaşım dayımın öğretmen okulunda 35 liraya aldığı bağlama ile demirbaş dostum pikaplı radyoydu. Niyazi Efendi ile bir yere gitmemişsek ya radyo dinler ya da evde bağlama çalardım. Bağlama çalmak Düziçi İlk Öğretmen Okulunun bir armağanıydı. Bu armağan zaman içinde çocuklarla ve köylüyle ilişkilerimi sıcak tutan en önemli bir araç olmuştu.

Şatır Köyü iki dağın arasında okul ise hemen alt başta Pınarbaşı'na giden yolun üstündeydi. Gün batımından önce her taraf yemyeşil gök masmavi olur. Güneş kaybolunca yeşiller bir yağmur bulutu gibi çökerdi okulun üstüne. İt havlaması at kişnemesine karışır hindiler biz de buradayız dercesine töm töm ederek koşar garip ötüşleriyle akşamın sessizliğini bozarlardı. Okulla lojman arasındaki antene küçük bir kuş konar tarifi mümkün olmayan hareketler yaparak gözden kaybolurdu. Bu ise hüzünlü bir Çengel akşamının ayak sesleriydi.

Okulun önünde üç büyük çam ağacı vardı. Hüzünlü akşamın gelişiyle onlara da bir sessizlik çökerdi. Akşam rüzgârıyla bozulan sessizlik bir uğultuya dönüşür içimi burkar sebepsiz bir korku sarardı her yanımı. Tarifsiz duygular içinde sancılı kadınlar gibi kıvranırdım. Yalnızlık kara bulut gibi çökerdi üstüme. Yalnızlığımı paylaşan tek dostum Niyazi Amca ve onun Çakır adındaki köpeği idi. Çakırla dost olmuştuk. İyi bakardım ona. Ekmek verir yemeğimi paylaşırdım. O beni ben onu çok sevmiştik. Çakır evinde konaklamaz

hep benimle yalnızlığımı paylaşırdı. Ayak sesimden geldiğimi bilir Çakır dediğimde üstüme atlar gece geç gelişlerime kızar gibi bir tavır takınırdı. Gözümün içine bakar başını bir o tarafa bir bu tarafa çevirir. Nerde kaldın diye beni sorguya çekerdi sanki. Lojmanının küçük bir girişi vardı. Duldaydı. Oraya bir çul sermiştim. En soğuk günlerde dahi orda sabahlar beni yalnız bırakmazdı. Çok sadıktı. Geceleri bazen ulurdu. Uluması içimi ürpertir çiğrirdim. Kalkıp sus artık dediğimde; ağlamaklı bir ses çıkartır kuyruğunu tap tap vurur. Başını ön ayaklarının üstüne koyar gözümün içine bakar mahcup tavırlar içinde sanki benden özür dilerdi.

Yalnız gecelerim bitmek bilmezdi Çengel'de. Çam ağacından ve mezarlıktan gelen baykuş sesleri bazen Çakır'ın sesini bastırır beni ürkütürdü. Lâmbanın titrek ışığı pat pat ederek ürkütmelere ortak olur gazın bittiğini ritmik bir ölçüyle haber verir üstelik camı da kirletirdi.

Önce de söylediğim gibi Çengel'de zamanı değerlendirme araçlarım radyo plâk bağlamaydı. Bağlamanın ayrı bir yeri ve değeri vardı. O benim için anaydı babaydı. Gözyaşlarıma mendil gurbet türkülerinin çilekeş dostuydu. Onda dile gelirdi "Gurbet yolu gariplerin yoludur" türküsü. Bildiğim öğrendiğim türküleri öğrencilere ve köylüye çalar söylerdim. Köylüler çok sevmiş bağrına basmıştı beni. Bir dediğimi iki etmezlerdi. Kısa dalgadan dinlediğim plâkları İstanbul'da çalışan Çengel köylüleri vasıtasıyla temin ederdim. Onun için hayli plâk repertuvarım olmuştu.

Bir gün kısa dalgadan yayın yapan Sofya Radyosu'ndan Bodrum Hâkimini dinledim. Sözler beni çok etkilemişti. Hemen getirteceğim plâklar arasına not ettim.

Plâkları bize İstanbul'dan Papaz'ın Oğlu Mustafa (Eski Muhtar İbrahim Kuru'nun oğlu) temin ederdi. Birinde hayli kalabalık bir liste göndermiştim. Onu dahi zorsunmadan temin edip yolladı. Gelen on beş yirmi plak’ın içinde ilk döndürdüğüm Bodrum Hâkimi oldu. Plâk klasik sazlarla çalınıyor Nazmi Yükselen tarafından da okunuyordu. Ön plândaki klârnet sesi sözlerle bütünleşerek yürek dağlıyordu. Plâk dönüyor bense sözleri türkü defterime kaydediyordum.

"Bodrumlular erken biçer ekini
Feleğe kurban mı gittin Bodrum Hâkimi
Nasıl attın Mefharet Hanım ipe de kendini
Altın makas gümüş bıçak ile doğradılar tenini

Hâkim hanımın memleketi Kütahya Tavşan
Hâkim hanım sen eyledin bizleri perişan
Nasıl attın Mefharet Hanım ipe de kendini
Çifte doktorlar doğradı o beyaz tenini "

Sözler açık seçik bir hadiseyi anlatıyordu. O zamanlar Bodrum bu kadar popüler değildi. Veya popülerdi de ben bilmiyordum. Bodrum'u ve Tavşanlı'yı bu plâkla duyuyor Mefharet Hanım'ın Bodrum Hâkimi memleketinin de Kütahya'nın Tavşanlı ilçesi olduğunu

anlıyordum. Parçayı dinleyen herkes de aynı şeyleri tespit edebilirdi.

Bodrum Hâkim; bekâr odamın dip köşesine yerleşmiş masadaki pikaptaydı. Şanslıydı. Hiçbir pikapta dönmemişti bu kadar. Döne döne müzik kulağıma yerleşmiş sözlerini ezberlemiş bağlamaya da dökmüştüm. Dilimize tespih olan türkü artık repertuarımıza girmiş Çengel gecelerinin de popüler türküsü olmuştu. Her içki masasında Niyazi Efendi ya plâğı çaldırtır ya da bana söylettirirdi. İşte Bodrum Hâkimi'yle böyle tanışmıştım.

Yıllar bizi acısıyla tatlısıyla hamur gibi yoğurdu. Az gittik uz gittik. Kendimizi halk müziği ve folklor camiasının içinde bulduk. Bu camia beni bilimsel çalışmalara sürükledi. Yaptığımız araştırmaları derlediğimiz türküleri yayımlama fırsatı verdi. Bu çalışmaları sürdürürken aklımda hep Kütahyalı Bodrum Hâkim vardı. Acaba bir gün; Çengel gecelerimi süsleyen havasında katre katre gezinen yalnız gecelerime fon müziği olan Bodrum Hâkimi'ni araştırabilecek miyim diye düşünürdüm...

Aradan 31 yıl geçtikten sonra böyle ezgileri çalmayan TRT Bodrum Hâkimi'ni yeniden gündeme getirdi. 1965–66 yılında çok popüler olan Bodrum Hâkim 1997 yılında TRT kurumunun Radyo Sanatçıları Halk Müziği Programında İzmir Radyosu sanatçılarından Mustafa Özcan tarafından okundu. Beste olan Bodrum Hâkim anonimleşmiş olacak ki TRT repertuar kurulundan geçerek yayın hakkını kazanmıştı. Ancak TRT den önceTolga Çandar Yatağanlı Mahmet Topçu ve Muğlalı Memiş Günüç Bodrum Hâkimini kasetlere okumuşMemiş Günüç kasetine Bodrum Hâkim adını bile vermişti. Böylece Çengel'deki yalnız gecelerimin baş plâğı yıllardan sonra yeniden gündeme geldi. Doğrusu gönlümdeki geçmiş günlerimin gösterime girmesi beniaşka inandığım şiirler yazdığım mektup gelmedi diye kahrımdan rakı içip sarhoş olduğum yalnız gecelerime ***ürdü. Yavuklumdan gelen aşk mektuplarını yastığımın altına koyup her fırsatta tekrar tekrar okuduğum günlerimi hatırlattı.

Yine TRT deki bir başka programda bu sefer Bodrum Hâkim Nazmi Yükselen tarafından okunuyor hem de derleyicisi ve kaynak kişisi olarak tanıtılıyordu. Bense türküyü Nazmi Yükselen'in bestesi olarak biliyor bir televizyon veya radyo programı yaparak konuyla ilgili gerçeklerin ortaya çıkmasını arzu ediyordum. Çok istememe rağmen arzum gerçekleşmedi. Ama Bodrum Hâkim içimde hep uhde olarak kalmış onu araştırıp höççetini öğrenmek ise benim için bir amaç olmuştu.

Amacım 1990 yılında Kültür Bakanlığı'na geçtikten sonra gerçekleşti. Kültür Bakanlığı HAGEM Şube Müdürlerinden Sn. Ahmet Çakır'la birlikte 1996 ve 1998 yılında olmak üzere iki defa Bodrum'a gittik. Bu gidişler Ahmet Çakır'la birlikte hazırladığımız Bodrum Türküleri ve Oyunları kitabının hazırlanmasına vesile oldu. Türküleri ben Sn. Çakır ise oyunları araştırdı.

Bodrum türkülerini araştırırken bende yıllardır esrarını koruyan Bodrum Hâkim perdesi de aralanmış oldu. Türkünün kaynağına ulaştık. Nasıl yakıldığını tespit ettik. Böylece içimdeki bilmece çözüldü. Sabırla koruk helva oldu. Gerçekleri öğrenmek ise beni çok mutlu etti. Bu mutluluğu gelecek sayıda sizlerle paylaşmak ve Bodrum Hâkim ile ilgili tespitlerimizi aktarmak dileğiyle...



Bodrum Hakimi (II)


Bodrum; üç tarafı denizle çevrili karadan Milas Yatağan ve Ula ilçe sınırlarına komşu tabii güzellikleriyle deniziyle milletlerarası üne sahip turistik bir yöremizdir. Eski adı Halikarnas olan Bodrum'un il merkezine uzaklığı 90km Muğla'nın diğer ilçelerine göre zengin ve de farklı bir halk müziği yapısına sahiptir. AydınDenizli Burdur illerinin Acıpayam ve Fethiye ilçesinin halk müziği özelliklerinden etkilenmiştir. İlçe merkezi olarak zengin bir repertuara sahip olan Bodrum'un türkü karakterinde zeybek tavrının ve üslûbunun hâkim olduğu görülür. Araştırmalarımız esnasında kaynak kişilerin genelde bütün ezgilere ve bölge oyunlarına zeybek demesi de bu Hâkimiyetin bir ifadesidir. Ayrıca; Evlerinin Önü adlı ezgiye Dirmil Havası demeleri de komşularından oldukça etkilendiğinin bir kanıtıdır. Ancak; çevreden her ne kadar etkilenmiş olsa datürküsüne Dirmil Havası dese de Burdur Dirmil ve Fethiye’deki Teke Zotlamalarından hiç etkilenmediği bir gerçektir.

Şimdiye kadar Bodrum ve çevresinden 12 türküyü TRT 37 türküyü de Kültür Bakanlığı Halk Kültürleri Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü ( HAGEM ) derlemiş. HAGEM tarafından derlenen türkülerin 18 tanesi Repertuar Kurulu tarafından bazı türkülerin benzeri varyantı olduğu gerekçesiyle değerlendirilmemişdeğerlendirilenler ise 19 tane olup ses kayıtları adı geçen genel müdürlük arşivinde bulunmaktadır. İncelenen ezgilerin içinde sözsüz parçaların olmayışı da Bodrum Halk Müziğinin ayrı bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bodrum'a ilk gidişimizde yörenin mahalli sanatçılarıyla görüşmüştük. Bunlardan ilki Mehmet Topçu diğeri Rasim Eriş'ti. Mehmet Topçu Yatağanlı Rasim Eriş Bodrum’luydu. Önce Mehmet Topçu ile Yatağan'da sonra da Bodrum'da Rasim Eriş'le görüştük. Rasim Eriş; yörenin halk müziği özelliklerini bilen ve de keman çalan iyi bir kaynak kişiydi. Bodrum Hâkim türküsünün Yeniköy'den (Karaova-Mumcular beldesi) lakabı Çelik olan Mustafa Bacaksız'a ait olduğunu ifade etmişti. Çelik'in cümbüş çaldığını Hayıtlı'dan Çıktım ve Karaova Düğünü Gece Kurulur adlı türkülerin de ona ait olduğunu ısrarla söylemiş Bodrum Hâkim türküsünün hikâyesini anlatmıştı. Bodrum türkülerini bilen emekli öğretmen Mehmet Uslu'da türkünün söz ve müziğinin Çelik'e ait olduğunu söyleyerek Rasim Eriş'i doğrulamıştı.

Bodrum'a ilk gidişimizde görev süremiz bittiğinden Bodrum Hâkimi türküsünün sahibine ulaşamadan Ankara'ya dönmüştük. Ama yörenin bütün türkülerini tespit etmiş olanların hikâyelerini derlemiş hazırladığımız Bodrum Türküleri ve Oyunları kitabında yayınlamak üzere beklemeye almıştık.

Derlediğimiz hikâyeler arasında biri vardı ki yürek yakıcıydı. Yürek yakıcılığı kadar da yanlış bilgilerle bezenmiş kaynak kişisi ve hikâyesi hakkında ise değişik bilgiler veriliyordu. İşte bu türkü Bodrum Hâkim'i idi. Türkü; bütün yanlışlıklara rağmen zaman içinde hiç değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmişpopüler olmuş çeşitli yayın organları vasıtasıyla çalınıp söylenmeye başlamıştı. Biz araştırma eksikliklerini tamamlamak ve Bodrum Hâkimiyle ilgili gerçekleri ortaya koymak amacıyla tekrar Bodrum'a gitmeye karar verdik.

Bu düşüncemiz 28.4.1998 tarihinde gerçekleşti. İkinci gidişimizde eksiklerimizi tamamlayıp Bodrum Hâkimi türküsüyle ilgili kapsamlı bir çalışma gerçekleştirdik. Yöredeki kaynak kişilerin çoğuna ulaştık. Doğruyu bulabilmek için kaynaklardan aldığımız bilgilerin müşterek olanlarını tespit ettik. Tespitlerimize göre: Üstüne türküler yakılan hâkime hanımın adı Mefharet Tüzün Kütahya'nın Tavşanlı ilçesinden. 24 Eylül 1951 yılında Bodrum'a tayin olmuş. Bodrum'a gelen ilk Bayan Hâkimlerden. 1954 yılında da intihar etmiş.

Anlatılanlara göre intihar sebebi birkaç tane. Kaynakların en çok aktardığı; nişanlısının ölümünden sonra kendisini öldürmesi. Bir başka sebep: Hâkim Hanım Bodrumlu bir gence idam cezası verir. Ceza alan kişinin abisi Hâkim Hanımı Çatal Adaları'na kaçırarak tecavüz eder. Tecavüzden sonra meseleyi hazmedemeyen Mefharet Hanım kendisini öldürür. (Bodrum Hâkim filminin konusu da buna yakın. Hatırlanacağı üzere filimde Hâkim Hanım sevdiği gence ölüm cezası verecektir. Sevdiği gence ölüm cezasını veremeyince Bodrum Hâkim ikinci yolu seçmiş aşkına yenik düşmüş kendisini öldürmüştür) . Diğer bir sebepte: Âşık olduğu Bodrum Savcısının kendisini terk etmesidir.

Bu konuyla ilgili de çeşitli söylentiler tespit ettik. Ama maalesef kesin bir sonuca ulaşamadık. Zira Hâkim Hanım Bodrumluların sevgisiyle efsaneleşmiş anlatılan her hadise de artık bir rivayet olmuştu. Ama gerçek olan Hâkim Hanımın büyük aşkının hüsranla bitmesi ve Bodrumluların onu çok sevmesi destanlaşan bu sevginin de Bodrum'da İz Bırakanlar takvimiyle gündeme gelip günümüze kadar ulaşmasıydı. Bulabildiğimiz tek yazılı kaynakta 1996 yılında yayınlanan bu takvimdi. Takvim: Bodrum Çökertme Gazetesi'nin sahibi Miyase Kalan tarafından yayınlanmış. Kasım ve aralık ayları da Mefharet Hanıma ayrılmış. Bodrum'da İz Bırakanlar takviminin Mefharet Hanıma ayrılan yapraktaki hüzünlü resminin altında ise:


Mefharet Tüzün
Tavşanlı 1906 – 1954 Bodrum

"Türkiye'nin ilk kadın hâkimlerinden olan Tüzün 24 Eylül 1951 yılında Bodrum'da göreve başladı. Keşiflere at sırtında gidip gelen Hâkime Hanım cesurluğu ve girişimciliği ile kısa zamanda yöre halkının sevgisini kazanmıştı. 1954 yılında kaybettiği nişanlısının ardından Tüzün’ün de beklenmedik ölümü Bodrum'da büyük bir üzüntü yarattı. Bodrumlular Hâkime Hanıma olan sevgilerini adına türkü yakarak yaşatmaya çalıştı" satırları yer almaktaydı. Ama bu satırlar bize yetmiyordu. Biz; bir akşam Karaova (Mumcular) bölgesine gidip Bodrum Hâkim'i türküsünün yakımcısı Mustafa Bacaksız'ı ( Çelik'i ) Yeniköy'de bulacak konuyla ilgili bilgiler alacaktık.

Amacımızı Rasim Eriş Ahmet Çakır Erol Köse ile birlikte 29. 4. 1998 tarihinde gerçekleştirdik. Akşam ezanı okunurken Yeniköy'e ulaştık. Çelik amca'nın evi tarif ettiklerine göre hemen yolun kenarındaydı. Biraz gittikten sonra arabamız durdu. Araba sesine yaşlıca biri kapıya çıktı. Merakı her halinden belliydi. "Dar akşam kim acaba bunlar" dercesine karşıladı bizleri. Ben bu Çelik amca olmalı diye düşündüm. Yanılmamışım. Hoşbeş ettikten sonra meramımızı anlattık. Çelik amca gönülsüz olsa da evine davet etti. Buna rağmen geriden geriden duruyorbir şeyler söylemeyeceğini davranışlarıyla belli ediyor Ankara'dan Kültür Bakanlığı'ndan geldiğimizi söylememize rağmen "Bu işleri bıraktım ben de bir şey kalmadı. Daha dün bir bayan geldi. Yalvardı yakardı. Ona da söylemedim" diyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse umutlarımız kırılmış onca yolu boşuna tepmişüstelik Rasim Eriş'i de işinden gücünden ettiğimizin suçluluğu üstümüze karakuş gibi çökmeye başlamıştı. Zira Çelik amca kararlıydı. Hal hatır ederken kahvelerimiz geldi. Yudumlarken Rasim Eriş Çelik amcayla koyu bir sohbet başlatmış yöre insanı olmanın verdiği avantajı kullanmaya çalışıyor boş dönmemek için elinden gelen gayreti gösteriyordu. Biz türkünün nasıl yakıldığını kaç türkü yaktığını öğrenmeye çalışıyor onu konuşturmak için dil döküyorduk. Sonuçta kararlı tavrımız galip geldi. Çelik amca bizimle röportaj yapmaya karar verdi. Ahmet Çakır hemen sohbete başladı. Çelik amca kendini tanıttıktan sonra Bodrum Hâkimi türküsünü nasıl yaktığını anlatmaya başladı.

"1950’li yıllarda benim çok hızlı olduğum cümbüş çalıp düğünlere gittiğim dönemlerdi. Bodrum'a bir Bayan Hâkim geldiğini duydum. O zamana kadar Bodrum'a bayan hâkim gelmemişti. Hâkim Hanım'ın halkla iç içe olması at sırtında keşiflere gitmesi kısa zamanda dillere destan olmasını ve de Bodrum'da çok sevilmesini sağlamıştı. Anlatılanlarla bizim de gönlümüze taht kurdu. Efsaneleşti Hâkim Hanım. Bir gün duyduk ki Hâkim Hanım ölmüş. Nişanlısının ölümünden sonra kendisi de intihar etmiş. Cenazesine katılamadım ama bütün Bodrum halkının arkasından ağladığını adının Mefharet memleketinin de Kütahya' Tavşanlı olduğunu öğrenmiştim

Hâkim Hanım'ın intihar etmesi beni çok etkiledi. Duygularımı dile getirmek Hâkim Hanımı da Bodrumluların gönlünde ilelebet yaşatmak istiyordum. Bunun da çaresi türkü yakmaktı. Düşün- düğümü uyguladım. Kısa bir müddet sonra türküyü besteledim. Kendi aramızda türkü çalınıp söyleniyordu. Milaslı Nazmi Yükselen Bodrum Hâkimine yaktığım türküyü duymuş olacak ki benden aldı ve plâğa okudu. Plâk çok tutuldu. Nazmi Yükselen altın plâk kazandı. Bana telif hakkı ödemediği için mahkemeye vermek istedim. Ama yöremizin insanı olduğundan çevrem ve arkadaşlarım buna mâni oldular. Hâsılı altın plâk kazanan eserimden beş kuruş boğazıma geçmedi. Adım dahi söylenmiyordu. Türkü dillere destan oldu. Filmi çevrildi Bodrum ise efsaneleşti.

Türkünün popüler olduğu dönemde köye iki jandarma geldi. Beni aldılar ***ürdüler Bodrum'a. Niye ***ürdüklerini de bilmiyordum. Adliyeye vardığımızda mahşeri bir kalabalık vardı. Kalabalık da neyin nesi diye düşündüm. Jandarmalar kalabalığı yararak mahkemeye çıkardılar. Beni görenler işte türküyü besteleyen budur diye bağırıyorlardı. Ne türküsü ne bestesi dediğim de: ‘Bodrum Hâkimi Bodrum Hâkim'i’ diye bir alkış tufanı koptu. O zaman anladım ki Bodrum Hâkimine türkü yakmam suç olmuştu. Mahkemeye çıktım. Hâkim; şahsımla ilgili bilgileri aldıktan sonra ‘Sen kim oluyorsun da devletin Hâkimine türkü besteliyorsun? Mefharet Hanım'a yaktığın türkü herkesin dilinde bu ne demek oluyor’ diye ifademi almaya başladı. Şimdi meseleyi daha iyi anlamıştım. Hâkim Hanım'a türkü yaktığım için devlet beni mahkemeye vermiş tazminat davası açmış ciddi ciddi de ifadem alınıyordu. Doğrusu mahkemeye düşeceğim hiç aklıma gelmemişti. Hâkim tekrar sordu. ’Niye türkü besteledin. Sen kimsin? Devletin Hâkimine nasıl türkü yakarsın’ dedi. Sinirimden ne diyeceğimi şaşırmıştım. Hâkim biraz daha sert sorunca. Dayanamadım. Hâkim bey elini kaldır sana da türkü yakayım dedim. Bu cevap Hâkimin hoşuna gitmiş olmalı ki beni serbest bıraktı. Adliyeden çıktığımda mahşeri kalabalık hâlâ beni bekliyordu. Halk beni sokaklarda omuzun da taşıdı. ‘Yaşa Çelik varol Çelik’ diye inlettiler Bodrum sokaklarını."

Hava yumuşamış Çelik amca da konuya kaptırmıştı kendisini. Ben; Çelik amca her ne kadar da çalmayı söylemeyi bırakmışsa da birlikte olmayı arzu ediyordum. Rica ettik. Sağ olsun kırmadı bizleri. Köyün alt başındaki lokantaya gittik. Çelik amca da cümbüşünü getirdi. Bizimle oturdu masaya. O çaldı biz dinledik. Bodrum Hâkimini Kara Ova Düğününü Hayıtlı'dan Çıktım adlı parçalarını kendi sesinden kayıt ettik. Yeni parçalar da okudu. Okuduğu türkülerin hikâyelerini de bir bir anlattı...

Gece hayli ilerlemiş gitme zamanı da gelmişti. Evli evine köylü köyüne hesabı. Onlar evlerine biz Bodrum'a hareket ettik. Sn. Rasim Eriş ve Erol Köse dostlarımızın gayretleriyle verimli bir çalışmanın huzuruyla türkü çığıra çığıra kayıt cihazımızdan Çelik amcayı dinleye dinleye Bodrum'a ulaştık. Saat 02 00 olmasına rağmen Bodrum sokakları hâlâ hareketliliğini koruyordu. Otelimize ulaştığımızda Çelik amcanın sesi kulaklarımızdaydı.

Ertesi gün sabah çorbalarımızı içtikten sonra Yatağan'a ulaştık. Yatağanlı mahalli sanatçı Mehmet Topçu ile ilgili çalışmalarımızı da tamamladıktan sonra Ankara'ya döndük.

Böylece Bodrum çalışmaları sona ermiş Hâkim Hanım türküsünün Bodrum perdesi de aralanmıştı. Ama bunun bir de Kütahya'sı vardı. Çünkü kaynakların verdikleri bilgiler ve türkü sözlerinden anladığımız kadarıyla Hâkim Hanım Kütahya'nın Tavşanlı ilçesindendi. Doğrusu bu perdeyi de aralamak gerekirdi. Konuyla ilgili bilgileri almak için Tavşanlı Kaymakamlığı'na mektup yazma telefon etme gibi çareler üretirken 28. 6. 1998 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı'nın Kütahya'da yapacağı Liseler Arası Halk Müziği Türkiye Finali yarışmalarında seçici kurul üyesi olarak görevlendirilmem "körün taşı" gibi rast geldi. Gökte ararken yerde bulmuştum. Bu vesileyle Tavşanlı'ya kadar gider konuyu orada sorar soruştururum diye plân yaptım.

27 Haziran 1998 tarihinde Kütahya'da idim. Öğretme nevine yerleştikten sonra Bodrum Hâkim'i ile ilgili çalışmaları gerçekleştirmek için araştırmaya başladım. Tavşanlı eski Halk Eğitimi Merkezi Müdürü Sn. Coşkun'un bu konuda bilgisi olduğunu tespit ettim. Sn. Coşkun'la telefonla görüşerek 29 Haziran 1998 tarihinde Tavşanlı'da buluşmak üzere randevulaştım. Mefharet Hanım'la ilgili de bazı bilgiler aldım. Mefharet Hanım'ın Tavşanlı halkı tarafından çok sevildiğini Balıkesir Balyalı ilk görev yerinin Tavşanlı olduğunuBodrum'a tayini çıktığında büyük bir uğurlama töreni yapıldığını yöre halkının arkasından günlerce gözyaşı döktüğünü öğrendim. Ayrıca Hisarlı Ahmet'in Kasetini Kütahya Türküleri kitabını da temin ettim. Yöre sanatçılarının kasetlerini aldım. Çok kârlı bir gün geçirdim. Hele 29. 6. 1998 tarihindeki randevu işin en kârlısıydı.

28.6.1998 tarihinde Kültür Merkezi Salonu'nda Liseler Arası Halk Müziği yarışmaları yapıldı. Sonuçlar da hemen açıklandı. Solo ve koro olarak yarışan ekiplerin ilk üçe girenlerine ödülleri verildi. Ödül törenin ardından topluca akşam yemeğine gittik. Fakat 19 00 haberlerinde duyduğum Adana depremi perişan etti beni. Lokmam boğazımda kaldı. Apıştım. *****laştım. Ne yapacağımı şaşırdım. Zira ben de Adanalı idim. Benden gayrı (eşim hariç ) herkes Adana'da idi. Hemen telefona sarıldım. Ama telefonlar kilitlenmiş Adana ve

ilçeleriyle hatta Mersinle dahi görüşmek mümkün değildi. Uzun bir telefon mücadelesinden sonra aklıma Ankara'dan eşimi aramak geldi. Belki Adana'dan onu aramışlardır diye düşündüm. Yanılmamışım. Eşimle görüştüğümde kesin olmamakla beraber bizimkilerde ölü ve yaralı olmadığını öğrendim. Aldığım bilgiler az da olsa yüreğime bir su serpti.

Deprem haberini öğrenince randevuyu iptal edip o gece Ankara'ya döndüm. Düşlediğim çalışma da depremin kurbanı oldu. Ama Hâkim Hanım'ın Balıkesir Balyalı olduğunu öğrenmiştim. Tavşanlı araştırmasını yapamadık amma Balya olur diyerek konuyu beklemeye aldım. Balıkesir Bigadiç'te bu işlere aşina ve de türkü sevdalısı bir dostum vardı. Savcı Gökhan Göktaş. Hem onu ziyaret eder oradan da Balya'ya geçerim diye düşünüyordum. Düşüncemi 1998’zi 99’za bağlıyan yılın başında gerçekleştirdim. Hem ziyaret hem ticaret açısından eşimle Balıkesir Bigadiç'e gittik. Çok arzu etmeme rağmen maalesef Bigadiç'ten Balya'ya yol düşüremedik. Ama işin peşini de bırakmadık. Savcı dostum Gökhan Göktaş konuyla ilgili bilgileri muhakkak bana ulaştıracağına dair söz verdi.

Gerçekten de dost Gökhan Göktaş sözünü tuttu. Olağan üstü gayretiyle Balyalı Mefharet Tüzün'le ilgili gerekli bilgilerin bana ulaşmasını ve Balya Belediye Başkanı Sn. Zekâi Bayram'la görüşmemi sağladı. Erdek Nüfus İdaresi'nden temin ettiği nüfus kayıtlarını bana ulaştırdı.
Sn. Zekâyi Bayram'dan gönderdiği veraset ilâmından Erdek Nüfus Kütüğü kayıtlarından tespit ettiklerimize göre işte Bodrum Hâkim Mefharet Hanım'ın kısa hayat hikâyesi.
 

Painfully

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
23 Kas 2013
Konular
176
Mesajlar
574
MFC Puanı
160
Bir Yıldız Doğdu Yüceden

Bir yaz mevsimi koyunculuk yapan bir grup yaylaya çıkar. Bu grup içinde sözlü olan iki de genç vardır. Gençler yaylada rahatça buluşabilecekleri için seviniyorlardı. Çünkü köyde evleri yakın olduğu için komşuların görme tehlikesi vardı. Bir gün iki sevgili gündüzden bir buluşma yeri tespit ederler ve derler ki; bu gece şu kayanın dibinde buluşalım. Gece olur ve oğlan erken saatte kayanın dibinde ayın inmesini ve sevgilisinin gelmesini bekler. Şans bu ya; ay iner inmez arkasından yörede "Sarı Yıldız" adı verilen Şafak Yıldızı doğar ve ay ışığından hiç de farkı olmayan yıldızın şavkı her yeri aydınlatır. Bu yüzden kız da kendisini bir gören olur diye sevgilisinin yanına gelemez. Oğlan da o gece sevgilisi ile buluşmasına engel olan sarı yıldıza bu türküyü söyler.


Kaynaklar:
ONGAN Halit Niğde Halk Türküleri s.28Niğde Vilayet Mat.Niğde1937

Öğrt. Gör. Hakan Tatyüz
 

Painfully

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
23 Kas 2013
Konular
176
Mesajlar
574
MFC Puanı
160
Anakara'da Yedik Taze Meyvayı

Anakara'nın keskin ilçesinin cin ali köyünde 1924 yılında Sefer adında bir erkek çocuk doğar. İlkokulu köyünde okuyan Sefer 15 yaşından sonra ailesinin tüm rençberlik işlerine yardım eder yürütür. Güçlüdür kuvvetlidir Sefer. Köyde herkes tarafından sevilir. 20 yaşına gelince de Seyfli köyünden Hatice yi istetir. Söz kesilir düğün olur evlenirler.

Aradan üç ay geçince Sefer ince hastalık denilen vereme tutulur. Doktorlar bir çare bulamazlar. Taa Ankara lara ***ürülür ve 20 Haziran 1944 te garip Sefer ölür. Aşağıdaki türkü Sefer için yakılmıştır.



Ankara'da Yedik Taze Meyvayı
Boşa Çiğnemişim Yalan Dünyayı
Keskin'den De Sildirmeyin Künyeyi
Söyleyin Anama Anam Ağlasın
Anamdan Başkası Yalan Ağlasın

Ankara'yla Şu Keskin'in Arası
Arasına Kara Duman Durası
Çok Doktorlar Gezdim Yokmuş Çaresi
Söyleyin Anneme Annem Ağlasın
Babamın Oğlu Var Beni Neylesin

Trene Bindim De Tren Salladı
Zalim Doktor Ciğerimi Elledi
İy- olursun Dedi Geri Yolladı
Söyleyin Anama Anam Ağlasın
Anamdan Başkası Yalan Ağlasın

Benzim İçtim Ciğerlerim Tutuşur
Ağlama Hatice Sefer Yetişir
Söyleyin Anneme Çalsın Nennimi
Kim Alırsa Alsın Nazlı Gelini

Binmiş Taksiye De Sefer Geliyor
Annesinin Ciğerini Deliyor
Gelin Hatice'yi Eller Alıyor
Söyleyin Anama Anam Ağlasın
Gelin Hatice'yi Kimler Eylesin

Mezarımı Derin Kazın Dar Olsun
Edirafı Lale Sümbül Bağ Olsun
Ben Ölüyom Ahbaplarım Sağ Olsun
Söylen Kardaşıma Çalsın Sazımı
Kadir Mevlam Böyle Yazmış Yazımı


Kaynak:
Ahmet Günday
Bağlama Metodu
Notaları ile Halk Türküleri
ve Türkü Hikayeleri Nisan 1977
 

Painfully

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
23 Kas 2013
Konular
176
Mesajlar
574
MFC Puanı
160
Ağgül Seni Cemekanda Görmüşler


Ağgül'e varıp sorsalar; deseler ki "Söyle terk edermisin? Yıllardır yavuklu bildiğin Mustafa'nı terek edermisin ?" Ne der acep Ağgül. Terkederim dermi ki hiç seven sevdiğini terk edermi? Ama töreler gelenekler ana babanın baskısı koparıp ***ürür seveni sevdiğinden. Geride kalan derdini türkülere döker. Türkülere sığınır içini türkülere boşaltır. Giden gittiğini bilir içine atar dertlenir kaygulanır o kadar.

Derler ki Ağgül köyün varsıllarından Mürsel ağanın kızıdır. Güzel mi güzel simsiyah saçlar kestane rengi gözler salına salına yürüyüşü yürekleri yakarmış. Köy gençlerinin gözü Ağgül’de ama kimse de yan gözle bakamazmış. Nedeni de Mustafa. Herkes sayar severmiş Mustafa 'yı. Yoksul bir ailenin çocuğu olan Mustafa babası öldükten sonra evin bütün sorumluluğunu yüklenmiş anasını ele muhtaç bırakmamış. Alnının teriyle geçimini sağlıyor. Bazen zorlansa da yakınmıyor Mustafa. Ağgül'üne de kavuşursa tasası kalmayacak. Gel gör ki Ağgül'ün babası verimkâr değil. "Mustafa kim oluyor ki bizden kız isteyecek o ilkin karnını doyursun" diyormuş. İyi hoş ama Ağgül öyle demiyor. "Bir lokma bir hırka olsun yeter artığını istemem" diyor diyor ya dinleyen kim. Babası tam bir şehirli düşkünüymüş "Şehirli köylüden daha iyidir bizim Şefketgil şehire gitti de eli yüzü açıldı temiz yiyor temiz giyiniyorlar benim kızım da şehirliye layık" diyor da başka birşey demiyormuş. Onlar böyle diye dursun Mustafa ile Ağgül sık sık buluşup akşam karanlığı çöküp el ayak çekildi mi soluğu Ağgül'lerin bahçesindeki ceviz ağacının altında alırlar ve "Yarın son olsun kaçıp gidelim burdan" diye kavilleşip ayrılırlarmış. Üç gün beş gün üç ay beş ay hep kavilleşiyorlar hep yarına bırakıyorlarmış. Sözün kısası altı ay geçiyor aradan.

Günlerden bir gün Mustafa yine gelip cevizin altında beklemiş. Ay tepede ay tepeyi aşıyor ay kayboluyor Ağgül yok ortada. Cevizin altında uyuyup kalıyor. Mustafa sabahın ilk ışıklarıyla uyanıyor; gördüğü düşleri hayıra yormaya çalışıyor. Daha sonra kalkıp köyün kahvesine gitmiş. Dalgın dalgın çayını içerken çocukluk arkadaşı Zamir gelmiş kahveye. Varıp Mustafa'nın yanına yavaştan "Seninkini akşam vermişler lokumu dağıttılar elini çabuk tut kaçır yoksa havanı alırsın" demiş. Mustafa ayıkmış birden "Demek işin içinde iş varmış demek onun için gelmemiş Ağgül" diye konuşmaya başlamış kendi kendine. "Şehirden bir tanıdıklarının oğluna vermişler. Keleşzadeler'in oğluymuş. Zengin adamdırlar konakları dillere destan saray gibi. Elini tez tut yoksa gitti gider Ağgül" deyince yüreği bir ateş harmanına dönmüş Mustafa'nın. Yan babam yan. Akşamı zor etmiş Mustafa. Hemen koşmuş ceviz ağacının altına sabahı etmiş ertesi akşamı etimiş yok. "Daha kaçgün oldu kavilleşeli ne çabuk sözünden döndü" diye içi içini yemeye başlamış. Bir yandan da umudunu yitirmiyor "Ağgül bensiz olmaz döner gelir bir gün" deyip ceviz ağacına gidiyormuş sık sık. Derken düğün günü gelip çatıyor Keleşzadeler'in düğünü de şanına uygun davullar çifter çifter kazanlar kaynıyor. Düğün üç gün üç gece sürmüş. Mustafa da daha fazla dayanamıyıp köyden kaçıp dağlara gitmiş. Ama uzaklaşamıyor gözü ceviz ağacındadır hep. Dönüp dolaşıp düğünün son günü köye geri gelmiş. Ağgül’ü arabaya bindirmişler araba ağır ağır yola düşmüş. Mustafa da köyün en yüksek tepesi olan Kırlangıçtepe'ye tırmanmış. Şehre inen yol ayaklar altında düğün alayını gözden kaybolana dek seyretmiş. Mustafa artık kolu kanadı kırık deli gibidir ne yapacağını bilemez. "Ben Ağgül'süz nasıl yaşarım ama döner bir gün mutlaka kaçar gelir bana" deyip umutlanır. Günler günleri eskitir aylar ayları. Hiçbir haber yoktur. Tek haber arada şehre inenlerden yolu düşüp konağın önünden geçenlerden gelirmiş. Ağgül'ü yüzünü cama dayamış dalgın dalgın düşünürken görürlermiş. Mustafa'yı da en son elinde bir ceviz fidanıyla Kırlangıçtepe'ye tırmanırken görmüşler. Tepenin en görünür yerine diker fidanı sonra da yanık sesiyle bir türkü tutturmuş. O günden sonra kimse bilmez Mustafa'ya ne olduğunu. Kimi Çukurova'ya yerleşti der kimi ‘canına kıydı’ der. Ama Mustafa'nın son gün söylediği türkü kimsenin dilinden düşmemiş. Köyün de sınırlarını aşıp yankılanmış.


Kaynak:
Yaşar Özürküt
Öyküleriyle Türküler 1
İstanbul 1999
 

Painfully

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
23 Kas 2013
Konular
176
Mesajlar
574
MFC Puanı
160
Ayran Türküsü

Gurbet ellerinde eğlendim kaldım
Güzel cemalini görünce durdum
Gelin bu ayranı taze mi yaydın
Hüdanın aşkına doldur ayranı
Canım ayranı güzel ayranı

İyi hoş doldursun ayranı ya sen kimsin? Köylük yerde bir genç kız her isteyene bir tas ayranı uzatırsa ne oluradı nereye çıkar? Demezler mi; falancanın kızını gördüm bir yabancıya tası doldurup ayran verdi. Aralarında bir şey var elin yabancısına yoksa verir mi ayranı? Hem köyün geleneklerine de ters düşmez mi? Hem de genç bir kız! Yok canım bu işin içinde bir iş var mutlaka.

Cemile güzelliği dillere destan bir kız Aziz köyün yakışıklı gençlerinden. Eh göz görüp gönül de sevince her şey tamam gerisi büyüklerin bileceği iş. Üç-beş emmi dayı; köyün muhtarı imamı bir de Aziz’in babası varıp istemişler Cemile’yi. Kız evi nazevi derler olacak o kadar naz. Araya bir kaç görüşme daha girer sonunda iş tamam. İş tamam da daha askerliğini yapmamış Aziz. Bugün yarın derken nişanlarının haftası askerlik çağrısı gelmiş. Aman yaman daha yeni nişanlandım hiç olmazsa bir iki ay geçsin dese kimse dinlemez. Günü gelince vurmuş sırtına çantasını dost ahbap helâlleşmiş varmış Cemile’nin yanına. “Üç yıl çabuk geçer bak. Büyük seli hatırla beş yıl oldu dün olmuş gibi. Esat emmi öleli dört yıl oldu. Demem şu ki günler tez geçiyor; bir göz açıp kapayınca burdayım gönlünü ferah tut” demiş. Bekleyeceklerine söz verip ayrılmış Cemile ile Aziz. Kara trenin düdüğü ile ilk kez köyünden ayrılmış Aziz. Sık sık mektup yazmış köyüne içindekileri dökmüş mektuplarına. Anasına babasına dolaylı olarak da nişanlısına selamlarını özlemlerini iletmiş.

Aziz askerdeyken kötü bir haber yayılmış asker ocağına; “Uzakdoğu’da savaş patlamış bizi de savaşa çağırıyorlarmış”. Kimi “Yok canım yalan söylüyorlar dünyanın bir ucundaki kavgadan bize ne” dese de “Bizim sözümüz varmış onlar savaşa girerse biz yardım edeceğiz biz girersek onlar yardıma gelecekmiş. NATO mu ne diyorlar işte onun için” diyormuş kimileri. . Derken Aziz’in kura günü gelip çatmış. Adı cepheye gidecekler arasındaymış. Bir yandan üzülür ölürse yaban ellerde ölecek hem ne için savaştığını da bilmeyecek. “Yurduma düşman saldırmadı arıma namusuma dil uzatan olmadı peki bu savaştan bize ne” der “Acep oraların havası nasıl olur kaç gün de gidilir” diye kendi kendine düşünür durur. Çok geçmeden de cephede bulur kendini. Gecesi gündüzü yok savaşın Aziz gününü ayını şaşırıyor tek amacı ölmemek ve bir an önce Cemile’sine kavuşmak.

Demokrat Partinin “Altın çağı” denilen bu dönem 1947 de ki yabancı sermayeyi teşvik kanunu 1951 de sermaye bölüşümünü daha da kolaylaştırıcı doğrultuda yapılan değişiklik ve Kore savaşına bir tugay asker göndermesiydi. ABD’nin isteği ve NATO’ya üye olmak için Tuğgeneral Tahsin Yazıcı emrinde 5 bin asker Kore’ye gönderilmişti. Türkiye savaşı standart 5 bin kişiyle sürdüreceğine söz verdiği için eksilmeler oldukça asker göndermeye devam etmiş ve savaşın Türkiye’ye faturası 717 ölü 5247 yaralı 229 esir 167 kayıp olmuştu. Bu da ABD’den sonra en fazla kayıp veren ülkenin Türkiye olduğunun göstergesiydi.

Her taraftan ateş yağmakta tam bir cehennem misâli. Bu arada şarapnel parçalarından biri de gelip Aziz’i buluyor ki hem de yapayalnız. Düştüğü yerde kalıyor. Aziz eli yüzü paramparça esir kampına ***ürülür. Canı kurtuluyor kurtulmasına ya Aziz eski Aziz değildir artık. Radyo bültenlerinde kayıp listeleri okunur birliğine gelemeyenler arasında Aziz’in de adı vardır. Cemile vurulmuşa döner. Herkes birbirini avutmaya çalışsa da Aziz’in artık dönmeyeceğine çünkü onun öldüğüne inanırlar. Ama Cemile hiç ümidini kesmemiştir “Aziz ölmedi ölse künyesi bulunurdu” diye diye aradan yıllar geçer ve tek bir haber çıkmamıştır Aziz’den. Günlerden bir gün Cemile çeşme başında yayığı almış önüne ayran yapıyormuş. Başını kaldırdığında bir atlının yoldan sapıp çeşmeye doğru geldiğini görmüş. Cemile kafasını önüne eğip göz ucuyla da yabancıya bakmış. Yüzü gözü yara bere içinde olan yabancı Cemile’den bir tas ayran istemiş. Cemile de yabancıyı terslemiş çünkü yabancı ayranı sözle değil türkü çağırarak istemiş. Cemile de ayran vermek istemediğini yine türkü ile yanıtlamış. Karşılıklı türkü düeti başlamış. Türkünün sonunda yabancının Aziz olduğunu anlamış Cemile. Anlıyor da ayran yayığını bir yana bakracı bir yana atıp boynuna sarılmış Aziz’in. Yılların özlemini bir türküyle dillendirip iki sevgilinin kavuştuğu bu türkünün sözlerine bakalım...

Ayran Türküsü

Aziz:
Uzak yollardan da kıvrandım geldim
Tatlı dillerine eğlendim kaldım
Gelin bu ayranı tazemi yaydın
Hüda’nın aşkına doldur ayranı
Cemile:
Uzak yolların vefası mısın
Ak alnımın da sen cefası mısın
Yaydığım ayranın kahyası mısın
Anamdan habersiz vermem ayranı
Aziz:
Bunca yıldır gurbet elde dururum
Çeker silahımı seni vururum
Ya ayranı alırım ya da ölürüm
Gel kız kerem eyle doldur ayranı
Cemile:
Ayranı atlarıma yüklerim
***ürür de dağ başına dökerim
Gurbet elde yârim vardır beklerim
Ondan başkasına vermem ayranı
Aziz:
O nedir ki yer altında paslanmaz
O nedir ki suya düşer ıslanmaz
O nedir ki etin kessen seslenmez
Ya bunun cevabın ya da ayranın
Cemile:
O altındır yer altında paslanmaz
O güneştir su altında ıslanmaz
O ölüdür etin kessen seslenmez
Bilirim bunları vermem ayranı
Aziz:
Tepsiye koydum da binliği tozu
Ortadan kaldırdık hele Aziz’i
Bir kaşık ayranı ver hala kızı
Hüda’ nın aşkına doldur ayranı
Cemile:
Tepsiye koydum binliği tozu
Ortadan kaldırdım hele Aziz’i
Sana feda ettim iki ala gözü
Getir kabını da doldur ayranı


Kaynak:
Yaşar Özürküt
Öyküleriyle Türküler 3
İstanbul 2002
 

Painfully

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
23 Kas 2013
Konular
176
Mesajlar
574
MFC Puanı
160
EZO GELİN

"Gaziantep" dendi mi ne düşer aklınıza? Yiğitlik mi Antep fıstığı mı baklava mı?

Bana bunların yanısıra folkloru anımsatır bu sevilesi ilimiz. Kızlı-erkekli halk oyunları gelir gözümün önüne; dizgisi de ezgisi de sağlam türküleri gelip konar dilimin ucuna. Dalar gider; Antep türkülerinde Muzaffer Akgün'ü Lohan'lı Ökkeş'i Şerif Akbağ'ı dinler gibi oluyorum: "Antep'in etrafı gül ile dikenayrılıktır benim belimi büken" ya da anlı-şanlı "Karayılan". Sonra öyküye sığmayıp türküleşen; ağzınıza layık bir çorbaya bile ad olan "Ezo Gelin" Antep yöresinde anıldığı adıyle "Özey Gelin".

Bu ünlü ve paylaşılamayan halk türkümüzün öyküsünü kalemimin döndüğünce özetlemek istiyorum size. Hemen belirteyim: Bu konudaki bilgileri Kilis'li folklor uzmanı dostumuz Mazlum N. Kılıçkıran'la birlikte taradığımız Barak ovası köylülerinden; Gaziantep kültürünün rakipsiz avukatı Cemil Cahit Güzelbey'den; Gaziantep Kültür Derneği Başkanı Hulusi Yetkin'den ve Gaziantep folkloru konusunda çok değerli yapıtlar ortaya koyan Mehmet Solmaz'ın "Ezo Gelin" adlı kitabından aldım.

Asıl adı "Zöhre" olan Ezo Gelin 1909'da Oğuzeli ilçesinin Uruş köyünde doğdu. Babası Bozgeyikli oymağından Emir Dede anası Elif'tir. Nüfus kaydında halen bekar görünen Ezo'nun üçü erkek üçü kızaltı kardeşi daha vardır.

Ezo erken gençliğinden itibaren güzelliğiyle dikkatleri üstünde topluyordu. O kadar ki; düğünlerde gözlergelinden çok onun üzerinde gezinirdi. Ezo'yu birçok zenginin yanısıra (o zamanki) Halep (ilimiz)in Carablus ilçesinin Kozbaş köyünde oturan teyz'oğlu Memey (Mehmet) istiyordu. Takdirde yazılan tedbirde bozulmazmış; Ezo'nun ilk evliliği ne bu ağalardan biriyle oldu ne de teyz'oğluyla...

Anlatanlar Ezo'nun güzelliğini nereye koyacaklarını bilemiyorlar. Öykümüze geçmeden Ezo'nun güzelliği üstüne dillerde dolaşanları özetlemeye çalışalım:

-Öylesine güzelmiş ki Ezo; görenler iki yanağına birer elma oturtulmuş sanırlarmış.
-Öyle güzelmiş ki Ezo bakanlar bakmaya doyamazlarmış.
-Öyle güzelmiş ki bir yaz günü kapısını çalıp bir kap ayran isteyen gurbetçi bir çerçi Ezo'nun güzelliği karşısında şaşalayıp Ezo'nun uzattığı ayran tasını yere düşürüp kırmış.
-Öyle güzelmiş ki Ezo; gülümseyerek bakmasıyla düşmanları barıştırırmış
-Öylesine güzelmiş ki Ezo; olursa o kadar olurmuş...

Ezo'nun güzelliği söyleyen dillere söylence (efsane) olurken Barak ovasında bir genç adamın adı dillerde dolaşır olmuştu. Bu komşu Beledin köyünden "Şitto" Hanefi Açıkgöz'dü. Şitto'nun bağlaması akarsulara "Siz şırıldamayın ben şırıldayım"; sesi de bülbüllere "Siz şakımayın ben şakıyayım" diyen cinstendi. Tekmil Barak ovasında düğünler kambersiz oluyordu da Şitto Hanefi'siz olmuyordu. O sıralar Hanefi 30; ay'a "Sen doğma ben doğayım" diyen güzeller güzeli Ezo da 20 yaşlarındaydı.

Gün o idi ki; Uruş köyünde Hacı Mamuş'un düğünü vardı. Düğüne Zöhre (Ezo) de Şitto da çağrılıydılar elbet. Düğünde tüm gözler gelini de güveyiyi de unutup Ezo ile Şitto'yu izledi. Şitto Ezo'ya gönlünü kaptırdı. Şitto Hanefi'nin gönlüyle kafası aynı telden çalıyordu. Bu nedenle Ezo'ya dünür yolladı.
Hanefi ala ala "Düşünelim"cevabı aldı.

Araya acımasız zaman girdi. Bu ara Şitto kendi köyü Beledinden Mehmet Örtürk'le yörenin töresi olan "Değişik" uygulamaya karar verdi. (Bu töreye göre bir erkekhısımlarından bir kızı bir arkadaşına verirarkadaşının hısımı bir kızı alır. Böylece iki tarafta çevrede "Kalın" diye anılan başlıktan kurtulmuş olur.) Şitto halası Hazik'i (Hatice'yi) Mehmet'e verecek; buna karşılık Mehmed'in kızkardeşi Selvi'yi alacaktı. Araya girenler girdi; bu "Değişik" gerçekleşemedi. Öyle ki; Şitto Hanefi eş-dostla acı-yüz (yani onların yüzüne bakamaz) oldu.

Derler ya; "İnsan sarayda olmamalı. Saray insanda olmalı..." Şitto'nun doğru dürüst evi bile yoktu amayüreğinde Ezo geziniyordu. Eşin dostun araya girmesiyle Ezo Şitto'ya çatıldı. "Ele gelin gelir bize kalın gelir" demişler. Bu evlenmede Şitto'ya kalın (başlık) da gelmeyecekti. Çünkü Şitto Ezo'yu almasına karşılıkEzo'nun ağabeyi Zeynel'e halası Hazik'i verecekti. Alan razı veren razı....

Güzün ortanca ayında iki düğün birden kuruldu. Şitto'yla Ezo'nun düğünü Beledin köyünde; Zeynel'le Hazik'in düğünü Uruş'ta kuruldu. Zurna öttü davul vuruldu... Alındı verildi; iki köyde gerdeğe girildi. Sen sağ ben selamet. Bu demektir ki iki köy de iki mutlu yuva kuruldu.

Şitto ile Ezo sizlere layık bir mutlu yaşamı sürdürüyordu. Ağızlarının tadı yerindeydi yani. Gel gelelimmutlulukları göze geldi.

Daha doğrusu aralarına arabozucular girdi. Yemediler - içmediler dedikodu yaptılar. Atalarımız "Söz taşımataş taşı" demiş ama bazı kendini bilmezler söz taşıdılar. Hatta kendileri söz uydurup getirdiler götürdüler...

Bir harman sonu evlenmişlerdi; ikinci harman sonuna dek birlikte yaşayamadı Şitto ile Ezo Şitto öykülerini bir cümlede özetler. "Kötü talih geç buldum; tez yitirdim..."

ŞittoEzo'yu boşayınca "Değişik" töresince halasıHazik de geri döndü. Şitto Hanefibu acı ayrılışı da yarısının ağzından şöyle anlatır; "Bizim böyle olmamız dostlarımızı acındırıyordüşmanlarımızı sevindiriyordu."

Efsanesel güzel Ezo Şitto Hanefi (Açıkgöz) den ayrıldıktan sonra altı yıl dul kaldı. Yörenin ağızbirliği etmişcesine anlattıklarına göre Ezo bu süre içinde daha bir serpildi daha bir güzelleşti. Öyle ki; görenin gözü kalırdı. Nasıl anlatmalı; O bir ışıktı da tüm erkekler onun çevresinde pervane kesilmişlerdi.

Genç-yaşlı zengin-fakir nice talibi çıktı Ezo'nun. Her talibi tek tüy isteyen Hz. Süleyman'ın önünde tüm tüylerini döküverdiği söylenen yarasa örneği neyi var neyi yoksa önüne seriyorlardı Ezo'nun. Ezo tam altı yıl evlenme önerilerini geri çevirdi.

Sonunda ailesinin de ısrarı üzerine kendisine genç kızlığından beri talip olan Teyz'oğlu Memeyle evlenmeye yanaştı. Türkmen oymağından olan Memey Suriye'nin Carablus ilçesinin Türkiye sınırına yakın Kozbaş köyünde oturuyordu.

Ezo 1936 yılının güzünde Uruş'tan Kozbaş'a gelin gitti. Bu evliliği de değişik töresine göre olmuş; onu alan Memey bacısı Selvi'yi Ezo'nun ağabeyi Zeynel Bozgedik'e vermişti.

Ezo'yla Meme'yin iki kızları oldu. İlki fazla yaşamadan öldü. "Celile" adlı ikinci kızları halen sağdır ve Suriye'de yaşamaktadır.

Ezo'nun ikinci kocasıyla geçimi yerindeydi. Ne var ki; "Gurbet" denilen bir ateş yüreğini yakıyordu da. Türk köylüsü "Çalının ardı gurbet" der. Ezo da Kozbaş'tan Türkiye'yi Uruş'u görüyordu. Hatta ara sıra doğduğu köye gidip geliyordu ama bunlar özlemini azaltmıyor pekiştiriyor dayanılmaz hale getiriyordu. Yakınları onun "Vara öleyim tek yurdumda kalaydım" dediğini anlatırlar.

Ezo bir de "Göreceksiniz gurbetlik beni öldürecek" der ve öldüğünde hiç olmazsa Türkiye'yi; Uruş köyünü görecek bir yere gömülmesini dilerdi.

Dediği de oldu. Suriye'ye gidişinin yirminci yılında 1956 güzünde Ezo yatağa düştü. Hastalığının ince hastalık (verem) olduğunu herkes gibi kendisi de biliyordu. Ezo kızı Celile'yi yatağının başından ayırmak istemiyordu. Ecelle kavil gününün gelip çattığını anlıyor tek avuntuyu güzel kızı Celile'de buluyordu.

Ve Ezo Gelin güz yağmurlarının düştüğü bir cuma yatsı vakti son soluğunu soludu.

Eşi ve yakınları vasiyetini dikkate alarak onu; arasıra tepesine çıkıp yaşlı gözlerle Türkiye'yi seyrettiği Bozhöyük'ün en yüksek noktasına gömdüler.

Mezarı oradadır şimdi... O kum ülkesinde.

Kaynak: Öyküleriyle Halk Türküleri (Notalı) - Hamdi Tanses


Cemil Cahit Güzelbay
Gaziantep



Ezo Gelin 1

Ezo gelin benim olsan seni vermem feleğe
Güzel yosmam başın için salma beni dileğe
Anası huridir de kendi benzer de meleğe
Nenneyle de ah bahtı karam nenneyle

Çık Suriye dağlarına bizim ele eleyle
Gel bahtı karam gel sıladan ayrı yazılım gel

Ezo gelin çık Suriye dağlarının başına
Güneş vursun da kemerinin kaşına kaşına
Bizi kınayanın bu ayrılık gelsin başına başına
Nenneyle de ah bahtı karam nenneyle

Çık Suriye dağlarına bizim ele eleyle
Gel bahtı karam gel sıladan ayrı yazılım gel

(ALINTI)
 

Painfully

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
23 Kas 2013
Konular
176
Mesajlar
574
MFC Puanı
160
Aşar gelir bir gözleri sürmeli - Kırşehir yöresi

19. yüzyılın güçlü ozanlarından olan Aşık Sülük Hüseyin'in doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte1838 kıtlığına söylediği bir destan onun 1815-1820 yıllarında doğmuş olabileceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir.

Elli dört senesi bahar ayları
Hep kurudu dereleri çayları
Açlık sardı şehir ile köyleri
Aman Allah ne olacak halimiz.

Aşık Sülük Hüseyin'in doğum tarihi gibi ölüm tarihi de bütün araştırmalarımıza rağmen şimdilik bilinmezliğini korumaktadır.

Etem Paşa orduların başında
Erzel Paşa gezer düşman peşinde
Gündüz hayalimde gece düşümde

Yatın dağlar geçeceğim ardına
Evelallah güveniyom orduma.

Tarihçi Yılmaz Öztuna'nın bildirdiğine göre Müşir Edhem Paşa komutasındaki orduda görev yapan Kırım ve 93 Harblerine katılan ve Aşığın dizelerinde adı geçen Erzel Paşa 18 Nisan 1897 Türk Yunan savaşında şehit düşmüştür. Bu savaşa bir destan söyleyen dolayısıyla 1897'de hayatta olan Aşık Hüseyin'in 1900'lerin başındatahminen 85 yaşlarında vefat ettiğini söyleyebiliriz.

Turnam giderseniz bizim yaylaya
Bir aşık Urumda yasta di n'olur
Engizekte yerişirsen obaya
Sıtmaya tutuldu hasta di n'olur.

Yukarıdaki dörtlüğünde ve muhtelif şiirlerinde de dile getirdiği gibi kışın Anadolu'da yazın Toroslardaki yaylalarda yaşayan doğum yeri ise kesin olarak bilinmeyen ozanın son ikamet ettiği yer; Kırşehir MucurKüçük Kavak köyü Cilt. 37 Hane 22 numarada Bozbıyıkoğlu Hüseyin olarak Mucur Nüfus Müdürlüğünde kayıtlıdır. Yine aynı nüfus kayıtlarında hanımının adı Ümüş olan Aşık bir şiiriyle de bunu doğrulamaktadır:

Hüseyin'im nettik Kadir Mevlaya
Bizi hasret koydu bağa harmana
Kaderimiz buymuş Ümüş ağlama
Baharımız kara geldi bu sene.

Bozbıyıkoğulları namıyla anıldıklarını bir şiirinin son dörtlüğünde Aşık Sülük Hüseyin şöyle dile getirmektedir:

Devran dönsün poyrazınan eseyim
Ferman padişahın kime küseyim
Yurt tuttu Acıöz'ü Sülük Hüseyin
Dedem Bozbıyık Türkmen değil mi?

Bu dizelerden de belirtildiği gibi nüfus kayıtlarında Bozbıyıkoğul1arı namıyla anılan ozan o bölge halkı tarafından Aşık Sülükoğulları veya Aşık Sülükler olarak bilinmektedir.

Mezarımı yol üstüne kazsınlar
Baş taşıma Aşık Sülük yazsınlar
Gelen geçen öldüğümü duysunlar
Gelin dostlar helallaşmak günümdür.

diyen Aşık Sülük Hüseyin bu dörtlüğüyle de o yörede kendilerine Aşık Sülükler denildiğini kanıtlamaktadır.

Zorladılar yesir gittik Uruma
İskan olduk Acı suyun kıyına
Alışmadık ivezine şoruna
Sinekte sıtmada yatılmaz oldu.

Dörtlüğünde belirttiği üzere Aşık Hüseyin ve ailesi de diğer Türkmen aşiretleri gibi devlet tarafından zor kullanılarak Toroslar dan Orta Anadolu'ya iskan edilmişlerdir. Bir Türkmen aileye mensup olan ozanın ilk önce Mucur'a bağlı Aydoğmuş ile Karacalı köyleri arasında kalan Sülüklü Bel denilen bir yerde oturduğunufakat Kırıklı köyünden veli adlı bir eşkıyanın zoruyla yakınlardaki Aflak (Altınyazı) köyüne göç ettiklerini ozanın kendisinden dinleyelim:

Bizim meskenimiz Sülüklü Beli
Eser sam yelleri soldurur gülü
Bize kan kusturdu Kırıklı Veli
Isıtmalı sıracalı maççalı.

Hüseyin'im gene kalktı göçümüz
Gurbet elde kaldı Haçça bacımız
Başa bela haramzede piçiniz
Isıtmalı sıracalı maççalı.

Yukarıda da belirtildiği gibi. Aşık Sülük Hüseyin'in iskan olayından sonra bir zamanlar Mucur'a bağlı Aflak (Altınyazı) köyünde oturduğu yakın zamana kadar evlerinin yerinin dahi belli 61duğu söylenmektedir. Yine o köydeki bir ine (mağara) Aşık Sülük Hüseyin'in ini dendiğini otuz yıl önce o bölgede imamlık yaptığım dönemler ahbabım ve büyüğüm Hacı Sadık'tan ve o köyde yaşayan diğer yaşlı insanlardan defalarca dinlemişimdir. Aflaklı Hacı Sadık'tan Aşık Sülük Hüseyin'in birkaç şiirini dinlemiş olmama rağmen bu şiirleri bir tarafa not etmediğim için şu anda belleğimde hiçbirisi kalmamıştır . Yine ozanın şu mısraları bu köyde oturduğunun bir ka nıtı olsa gerektir:

Bunca emeğimiz boşuna zayil
Kader böyle imiş Allah'a kayil
Dayırn Necip ile emmim İsmayil
Arzı mekan etti Aflak'ta kaldı.

Aşık Hüseyin'in Aflak köyünden göç etme nedenlerini şimdilik bilemiyoruz. Bir müddet sonra Aflak'tan göç eden Ozan Mucur Küçük Kavak köyüne bağlı Çömelek Cavlak (Yeniköy) üçgenindeki Acısu'yun kenarına gelip yerleşmiştir. Ozan'ın şu şiiri bu göç olayını bize şöyle açıklamaktadır:

Acısu'dur obamızın otağı
Eksilmez yoğurdu balı kaymağı
Ulu yoldur şekerkuyu sapağı
Eğlenip orada kalın turnalar.

Aşık Sülük Hüseyin'in kapısında birkaç sürüsü yayılan ve geniş arazilere sahip varlıklı hanesi ve sofrası açık cömert bir kimse olduğunu araştırmalarımız sırasında o bölge halkından öğrenmiş bulunuyoruz. Aşağıda bir dörtlüğünü verdiğimiz vasiyet adlı şiiri de halkın anlattığı bu bilgileri doğrulamaktadır.

Taş Konağın kapısını örtmeyin
Uluyol' un ırızgını kesmeyin
Emmiye dayıya kirtip küsmeyin
Gelin dostlar helallaşmak günümdür.

Aşık Hüseyin tarafından söylenen şu dizeler de onun medrese görmüş okumuş bilgili bir kimse olduğunu kanıtlamaktadır:

Biz de gittik bir zamanlar hocaya
Aşinayız elif ile heceye
Seni ısmarladım Gani yüceye
Huzuru mahşerde dilin lal olsun.

Diğer yandan Aşık Hüseyin'in Mehmet Süleyman ve Osman adlı üç oğlu ile Hatice adlı bir kızı olduğu Mucur nüfus kayıtlarında yazılıdır.

Halk arasında (kel kız Haçça) olarak bilinen Aşığın kızı Hatice (1859-1931) o yörede cömertliğiyle ve hayırseverliğiyle tanınmaktadır. Acıöz'deki evlerinin önünde geçen Uluyol'un kenarına babası tarafından kazılan su kuyusunun başına yolcuların yemesi içmesi için her gün helkelerle yoğurt ve ayran çıkartan bu kadınbabasının başlattığı geleneği ölünceye kadar devam ettirmiştir.
 

Painfully

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
23 Kas 2013
Konular
176
Mesajlar
574
MFC Puanı
160
Abdal Musa - Anadolu yöresi

Kaygusuz Abdal'in asil adi Alâeddin Gaybî'dir. Padisah II. Murat (1421-1451) döneminde ve 1341-1444 yillari arasinda yasadigi babasinin Hüsameddin Mahmud oldugu söyleniyor. Dogdugu öldügü yer ve yil kesin olarak bilinmiyor. Menkibeye göre yasami söyle: Gaybî Alaiye (Alanya) Beyi'nin oglu imis. Iyi bir ögrenim görmüs. Bir gün yaraladigi bir geyigi kovalarken Abdal Musa'nin Elmali'daki dergahina varmis. Dervislerden geyigi sormus. Abdal Musa koltugunun altina saplanan oku göstererek ``Ogul attigin ok bu mudur?'' diye sormus. Sasirip üzülen Gaybî onun ayaklarina kapanmis tekkesine kul olup Kaygusuz adini almis. Kirk yil orada hizmet etmis. Bektasiligin ululari arasina girmis. 1424-1430 yillarinda Rumeli'yi dolasmis. EdirneYanbolu Filibe ve Manastir'da bulunmus. Daha sonra Hacca gitmis. Misir'a gönderilerek kurdugu tekkeye seyh olmus. Ünü Islam dünyasina yayilmis. Ölünce Mukattam daginda bir magaraya gömülmüs...

Abdal Musa gibi halifesi Kaygusuz Abdal da Bektasi edebiyatinin kurucularindan sayilir. Yunus Emre'nin açtigi yolda yürümüstür. Hem aruz hem de heceyle yazmistir. Tasavvuf felsefesine yaslanan siirlerinde ince bir alay görülür. Yobazlikla hem sofulugu nükteli bir anlatimla taslar. Tekerlemelerle beslenen temiz bir dili ve kivrak özgün bir deyisi vardir. Birkaç siirinde Serâyi Miskin Serâyi tatli Kul Kaygusuz ya da Miskin Kaygusuz mahlasini kullanmistir.
 

Painfully

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
23 Kas 2013
Konular
176
Mesajlar
574
MFC Puanı
160
Acem Kızı - Orta Anadolu yöresi

1960’lı yıllardan itibaren ismi bağlama ile birlikte anılan sadece geniş halk kesimlerinde değil ciddi musiki çevrelerinde de taktir ve hayranlıkla dinlenen Neşet Ertaş’ı farklı bir bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Çünkü o da aslında tam bir yöre sanatçısı yani mahalli bir sanatçı olmasına rağmen yaygın şöhreti ve söylediği türkülerin popülaritesi ile ülke genelinde tanınan biri olarak diğerlerinden ayrılır.

İşte Neşet Ertaş Orta Anadolu bozkırlarının tam göbeğinde “ay dost deyince yeri göğü inleten” gönül delisi bir babanın evladı olarak 1938’de Kırtıllar’da dünyaya gelir. Hiç çocuk sahibi olamadığı ilk karısı Hatice’yi genç yaşında kaybeden Muharrem Ertaş ikinci evliliğini Kırtıllar köyünden Döne ile yapar ve bu evlilikten Necati Neşet Ayşe Nadiye ve muhterem adında beş çocuğu olur. Kırtıllar nüfusunun tamamı abdallardan ibaret olan bir aşiret köyüdür. Köyün çevrede “abdallar” adıyla anılması da bundan olsa gerek. Daha altı yedi yaşlarında iken kendisini yöre düğünlerinin aranılan sanatçı babası Muharrem Ertaş’ın sazı önünde oynarken bulan Neşet Ertaş hayatını bir nevi hayat destanı diyebilceğimiz 1960’lı yıllarda yazdığı uzun bir şiirinde şöyle anlatır.

TÜRKÜ BABANIN HAYAT DESTANI ŞİİRİ

Bin dokuzyüz otuzsekiz cihana
Kırtıllar köyünde geldin dediler
Babama Muharrem anama Döne
Dediysen Ata’yı bildin dediler


Dizinde sızıydı anamın derdi
Tokacı saz yaptı elime verdi
Yeni bitirmiştim üç ile dördü
Baban gibi sazcı oldun dediler


O zaman babamdan öğrendim sazı
Engin gönül ile Hakk’a niyazı
O yaşımda yaktı bir ahu gözü
Mecnun gibi çölde kaldın dediler


Zalım kader devranını dönderdi
Tuttu bizi İbikli’ye gönderdi
Babam saz çalarken bana zil verdi
Oynadım meydanda köçek dediler



Anam Döne İbikli’de ölünce
Tam beş tane öksüz yetim kalınca
Beşimiz de Perişan olunca
Babamgile burdan göçek dediler



Yürüdü göçümüz Tefleğe doğru
Bu hali görenin yanıyor bağrı
Üç aylık çoçuğun çekilmez kahrı
Bunlara bir ana bulun dediler


Yozgat’ın Kırıksoku Köyü’ne vardık
Bize ana yok mu diyerek sorduk
Adı Arzu dediler bir ana bulduk
İşte bu anadır buldun dediler



En küçük kardaşı kayıp eyledik
Onun için gizli gizli ağladık
Üstelik babamı asker eyledik
Yine öksüz yetim kaldın dediler


Zalım kader tebdilimi şaşırttı
Heybe verdi dalımıza devşirtti
Yardım etti Yerköy’üne göçürttü
Biraz da burada kalın dediler


Yerköy’den Kırıkkale’ye geldik
Babam saz çalarken biz çümbüş aldık
Kırşehir’e varınca kemanı çaldık
Aferin arkadaş çaldın dediler


Yarin aşkı ile arttı hep derdim
Babamı bir yere dünür gönderdim
Başlık çok istemişler haberin aldım
İstemiyor yarin seni dediler


Kırşehir’de yedi sene kalınca
Düğün düzgün hepsi bize gelince
Burada herkese yer daralınca
Ankara’ya gider yolun dediler


Ankara’da (sünnetçi) Veysel Usta’yı buldum
Epeyce eğleştim evinde kaldım
Yüz lirayı verip bir yatak aldım
Etti isen böyle buldun dediler


Bir ev kiraladım münasip yerde
Kaldı kavim kardaş hep Kırşehir’de
Bu aşk hançerini vurdu derinde
Çaresini bulamazsan ölün dediler


Yarin aşkı ile döndüm şaşkına
Arada içerdim yarin aşkına
Canan acımaz mı garip dostuna
Buna da içeriye alın dediler

Bu hasretlik duygusu Türkü babanın sanatına olumlu etki yaparak memleketin taşına toprağına insanına hasret ve özlemle dolu pek çok türkünün doğmasına sebep oldu.

Ana vatanımsın baba yurdumsun
Ozanlar diyarı şirin Kırşehir
Uzak kaldım gurbet elde derdimsin
Hasretin bağrımda derin Kırşehir.
Feleğin yazdığı kara yazıynan
Çok yürüdüm bağrımdaki sızıynan
Kara kaşlarıynan kara gözüynen
Aşık etti beni birin Kırşehir


Gerçekten de “gönül” kelimesinin Ertaş’ın şahsi lügatinde çok özel bir yeri var. O adeta tıpkı Yunus gibiHacı Bektaş-i veli gibi kendisini”gönüller yapmaya” adamış biri... “gönül”ün geçmediği türküsü yok dense yeri...

Şu garip halimden bilen işveli nazlım
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen
Tatlı dillim güler yüzlüm ey ceylan gözlüm
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen

Bir başka türküsünde:

Küstürdüm gönlümü güldüremedim
Baharım güz oldu yazım kış oldu
Gönüle yarini bulduramadım
Baharım güz oldu yazım kış oldu
 

Painfully

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
23 Kas 2013
Konular
176
Mesajlar
574
MFC Puanı
160
Açılın Kapılar Şah'a Gidelim - Sivas yöresi

Pir Sultan Abdal Alevi toplumunun bagrından cikan en büyük halk ozanlarindan biridir.Yasami boyunca haksizliklara karsi mücadele etmis hatta asilacagini bile bile bu tutumundan vazgecmemistir. Siirleri ve direnisci tutumuyla nice kusaklara örnek olmustur. Pir Sultan’in siirleri ve deyisleri hala dilden dile ve agizdan agiza dolasiyor. Bu büyük insanin hayatina bakmakta yarar var.

Pir Sultan Abdal’in 1510/14 -1589/90 yillar arasinda yasadigi tahmin ediliyor. Öz adi Haydar olmasina karsi siirlerinde Pir Sultan mahlasini kullanir. Kendisi Sivas’in Yildizeli ilcesinin Circir bucagina bagli Banaz köyünde dünyaya gelmistir. Yirmi yasina bastiginda Seyit Ali Sultan Dede’nin dergahina baglanir ve ikrarini verir. Tam bes yil gece-gündüz demeyip o dostluk ve muhabbet kapisina eli erdigince gücü yettigince katkida bulunur. Odun tasir su getirir hasat kaldirir konuklar agirlar ac doyurur harama el sürmez ve dergaha bir tek haram lokma getirmez. Eline diline beline sahip olmak; onun da diger canlar gibi hic aklindan cikarmadigi bir temel ilke olur. Haydar dergaha ve dolasiyla halka hizmeti Hakk’a hizmet sayar. Makamlari adim adim alir ve sonunda „Pir" makamina erisir. Pir Sultan Abdal Seyit Ali Sultan Dede’den dedelik hirkasini ve Pirlik nisanini aldiktan sonra canlari tek tek dolasir ve dertlerini dinler. O günlerde Andadolu’da kötülük kol geziyor zalim esen rüzgar ölüm türküleri söylüyordu.

Rüsvetci kadilar yobaz müftüler zalim pasalar ve niceleri halkin alin terine bakmadan insanlarin hayatini ceheneme dönüstürüyorlardi. Özellikle Alevi toplumunu kafirlikle imansizlikla ve zindiklikla sucluyorlardi. gerek Selcuklu gerekse Osmanli döneminde irili ufakli pek cok ayaklanma girisimi olmus fakat hepsi basarisizlikla sonuclanmisti.Pir Sultan Abdal zalimlere ezenlere karsi siirlerini bir silah olarak kullandiömrünün sonuna dek türkülerini hem de yüksek sesle söylemekten kacinmadi. Anadolu Alevilerinin zulme karsi baskaldirmalarina önderlik eden Pir Sultan Hizir Pasa tarafindan asilmistir. Yine söylentilere göre Pir Sultan Abdal’in Seyyid Ali Pir Muhammed ve Er Gayib adli üc oglu ile Sinem adli bir de kizi vardi.
 

Painfully

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
23 Kas 2013
Konular
176
Mesajlar
574
MFC Puanı
160
Ağ Gelin Türküsü - Kırşehir yöresi

1960’lı yıllardan itibaren ismi bağlama ile birlikte anılan sadece geniş halk kesimlerinde değil ciddi musiki çevrelerinde de taktir ve hayranlıkla dinlenen Neşet Ertaş’ı farklı bir bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Çünkü o da aslında tam bir yöre sanatçısı yani mahalli bir sanatçı olmasına rağmen yaygın şöhreti ve söylediği türkülerin popülaritesi ile ülke genelinde tanınan biri olarak diğerlerinden ayrılır.

İşte Neşet Ertaş Orta Anadolu bozkırlarının tam göbeğinde “ay dost deyince yeri göğü inleten” gönül delisi bir babanın evladı olarak 1938’de Kırtıllar’da dünyaya gelir. Hiç çocuk sahibi olamadığı ilk karısı Hatice’yi genç yaşında kaybeden Muharrem Ertaş ikinci evliliğini Kırtıllar köyünden Döne ile yapar ve bu evlilikten Necati Neşet Ayşe Nadiye ve muhterem adında beş çocuğu olur. Kırtıllar nüfusunun tamamı abdallardan ibaret olan bir aşiret köyüdür. Köyün çevrede “abdallar” adıyla anılması da bundan olsa gerek. Daha altı yedi yaşlarında iken kendisini yöre düğünlerinin aranılan sanatçı babası Muharrem Ertaş’ın sazı önünde oynarken bulan Neşet Ertaş hayatını bir nevi hayat destanı diyebilceğimiz 1960’lı yıllarda yazdığı uzun bir şiirinde şöyle anlatır.

TÜRKÜ BABANIN HAYAT DESTANI ŞİİRİ

Bin dokuzyüz otuzsekiz cihana
Kırtıllar köyünde geldin dediler
Babama Muharrem anama Döne
Dediysen Ata’yı bildin dediler


Dizinde sızıydı anamın derdi
Tokacı saz yaptı elime verdi
Yeni bitirmiştim üç ile dördü
Baban gibi sazcı oldun dediler


O zaman babamdan öğrendim sazı
Engin gönül ile Hakk’a niyazı
O yaşımda yaktı bir ahu gözü
Mecnun gibi çölde kaldın dediler


Zalım kader devranını dönderdi
Tuttu bizi İbikli’ye gönderdi
Babam saz çalarken bana zil verdi
Oynadım meydanda köçek dediler



Anam Döne İbikli’de ölünce
Tam beş tane öksüz yetim kalınca
Beşimiz de Perişan olunca
Babamgile burdan göçek dediler



Yürüdü göçümüz Tefleğe doğru
Bu hali görenin yanıyor bağrı
Üç aylık çoçuğun çekilmez kahrı
Bunlara bir ana bulun dediler


Yozgat’ın Kırıksoku Köyü’ne vardık
Bize ana yok mu diyerek sorduk
Adı Arzu dediler bir ana bulduk
İşte bu anadır buldun dediler



En küçük kardaşı kayıp eyledik
Onun için gizli gizli ağladık
Üstelik babamı asker eyledik
Yine öksüz yetim kaldın dediler


Zalım kader tebdilimi şaşırttı
Heybe verdi dalımıza devşirtti
Yardım etti Yerköy’üne göçürttü
Biraz da burada kalın dediler


Yerköy’den Kırıkkale’ye geldik
Babam saz çalarken biz çümbüş aldık
Kırşehir’e varınca kemanı çaldık
Aferin arkadaş çaldın dediler


Yarin aşkı ile arttı hep derdim
Babamı bir yere dünür gönderdim
Başlık çok istemişler haberin aldım
İstemiyor yarin seni dediler


Kırşehir’de yedi sene kalınca
Düğün düzgün hepsi bize gelince
Burada herkese yer daralınca
Ankara’ya gider yolun dediler


Ankara’da (sünnetçi) Veysel Usta’yı buldum
Epeyce eğleştim evinde kaldım
Yüz lirayı verip bir yatak aldım
Etti isen böyle buldun dediler


Bir ev kiraladım münasip yerde
Kaldı kavim kardaş hep Kırşehir’de
Bu aşk hançerini vurdu derinde
Çaresini bulamazsan ölün dediler


Yarin aşkı ile döndüm şaşkına
Arada içerdim yarin aşkına
Canan acımaz mı garip dostuna
Buna da içeriye alın dediler

Bu hasretlik duygusu Türkü babanın sanatına olumlu etki yaparak memleketin taşına toprağına insanına hasret ve özlemle dolu pek çok türkünün doğmasına sebep oldu.

Ana vatanımsın baba yurdumsun
Ozanlar diyarı şirin Kırşehir
Uzak kaldım gurbet elde derdimsin
Hasretin bağrımda derin Kırşehir.
Feleğin yazdığı kara yazıynan
Çok yürüdüm bağrımdaki sızıynan
Kara kaşlarıynan kara gözüynen
Aşık etti beni birin Kırşehir


Gerçekten de “gönül” kelimesinin Ertaş’ın şahsi lügatinde çok özel bir yeri var. O adeta tıpkı Yunus gibiHacı Bektaş-i veli gibi kendisini”gönüller yapmaya” adamış biri... “gönül”ün geçmediği türküsü yok dense yeri...

Şu garip halimden bilen işveli nazlım
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen
Tatlı dillim güler yüzlüm ey ceylan gözlüm
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen

Bir başka türküsünde:

Küstürdüm gönlümü güldüremedim
Baharım güz oldu yazım kış oldu
Gönüle yarini bulduramadım
Baharım güz oldu yazım kış oldu

(Kırşehir abdalları sayesinde adı Kırşehir’le anılan “ağ gelin türküsü de” Dadaloğlu'nundur.)
 

Painfully

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
23 Kas 2013
Konular
176
Mesajlar
574
MFC Puanı
160
Ağacın iyisi özünden olur - Çukurova yöresi

Büyük bir halk şairi olan Karacaoğlan'ın hayatı üzerine yapılan araştırmalarda kesin bir bilgi yoktur. Son yıllarda yapılan araştırmalarda ve şiirlerinde yapılan incelemelerden onun 1606 da doğmuş 1670 yılında ölmüş olduğu tahmin edilmektedir. Her nekadar doğduğu yer bilinmiyorsa da öldüğü ve mezarının bulunduğu yer bellidir. Kendisinin Güney Anadolu'da yaşayan Türkmen aşiretinden olduğu daha doğrusu İçel'li olduğu muhakkaktır.Şiirlerinden anlaşıldığı kadarıyla kendisi pek çok yer gezmişaşkı ve tabiat sevgisini yaşadığı hayatı çağının konuşma dili ile öz türkçe olarak işlemiş ve anlatmış bir halk şairidir.
Bugün kesin olarak bilinen bir şey varsa o da mezarının İçel'in Mut İlçesi'ne bağlı Karacaoğlan Köyü'ndeki Karacaoğlan tepesinde Karacakız tepesi ile karşı karşıya olduğudur.
Mezar 1997 yılında anıt mezar haline getirilerek Kültür Bakanı İstemihan Talay tarafından ziyarete açılmıştır. Karacaoğlan aynı zamanda tarihte heykeli dikilen bilinen ilk ozandır. İçel'in Mut İlçesine Heykeltraş Prof.Hüseyin GEZER tarafından yapılan heykeli 8 haziran 1973 günü dikilmiştir.Yörede onun şiirlerinden pek çoğu halk arasında söylenir bazıları türküleştirilmiştir.

Çeşitli kaynaklara göre Kozana bağlı Feke İlçesi'nin "Gökçe" köyünde "Mamalı" da "Binbuğa"da"Erzurum"da "Zobular"da "Varsak da hatta "Belgrad"da doğduğu öne sürülmüştür. Fakat kanımızca en sağlam ve eski kaynak Akşehirli Ahmet Hamdi Efendi'nin hatıra defteri olup inandırıcı delillere da-yanmaktadır. Hamdi Efendi Varsak köyünde 1876 da hatıra defterine şu satırları kaydetmiştir: "Malum ola ki Karacaoğlan Varsak karyesinde dünyaya gelüp babası Türkmen aşiretinden Kara İlyas fakir-el hal olmağla sayd-ü şikarla taayyuş eder olup 1013 (M .1604) tarihinde Kozan dere-beylerinden Hüsa m Beyin sayıl namıyle tut-kap asker devşirdiği hengamda İlyas dahi tutulup götürülerek orada gaip olduğu için lakapları Sayıloğlu kaldığı ve el- yevm karyei mezbur hanedanı Sayılzade Mehmet Efendi'den anlaşılmıştır. Karacaoğlan'ın ismi Hasan olup öksüz büyümüş. Vechen karayağız ve fakir çocuğu olduğu için buna Karacaoğlan denülüp böylece anıldığı. Karacaoğlan delikanlı iken munis ve zeyrekliği hasebiyle ol vaktin karye ağalarından serdengeçti Osman Ağa Karaca Oğlan'ı evlatlık şekliyle diğer fakir bir aile kızıyle teehhül ettirmiş ise de kız hor ve çirkin olduğundan Kara caoğlan babası gibi Sayıl askerliğine tutulacağını anlayup yirmi dört yaşında Varsak'tan firar-la mekanın gaip ederek encam Maraş'ta Zülgaroğlu (Zülkadir olacak) Hüsam Bey' in himayesinde altı sene teehhül ümidiyle kalıp teehhül ümidi münkesir olunca ora-dan müfarekatla yine geşt-i diyara başlayıp on dokuz sene sonra vatanına gelmişse de fazla barınamayıp elli beş yaşında Tarsus tarikıyla tekrar geşt-i diyara der-ban oldu-ğu (1)" vermedikleri için kızın arkasından da Karacaoğlan'ın Kırklar mağarasına bazı kaynaklara göre de Eshab-ı Kehf Mağarasına çekilerek orada öldüğü rivayet olunur. İshak Refet Işıtman ise1933 yılında yayınladığı Karacaoğlan adlı eserinin 33. sayfasında "Şairin menkıbeleri arasında Karaca Kız adlı birisini sevdiği söylenir ve ölünceye kadar bu sevginin devam ettiği fakat birbirlerine kavuşamadıkları en sonunda Karacaoğlan'ın bir tepeye demektedir. Bizim görüşümüze göre buradaki Çukurova'dan Çukur Köyü'nün anlaşılması gerekir. Zira Çukur köyü (şimdi Karacaoğlan) Karaca Kız ve Karacaoğlan Tepeleri'nin düzlüğündedir. Fuat Köprülü'nün araştırma yaptığı dönemlerdeki ulaşım imkanları dikkate alınırsasuyunu içtikten sonra dönmektedir o Bundan sonra sadece yazları oturulan eski Çukur su kaynağına yakın yerde yeniden iskân sahası haline getirilir. Köy devamlılık kazandıktan sonra halk Karacaoğlan mezarını adeta ziyaretgâh haline getirmiş ona evliyalık izafe etmiş "Gökçeli"de kayıtlıdır. Han Mahmut adli halk hikayesinde ve diğer bazı anlatımlarda Karacaoğlan'ın Tarsus'ta Karaca Kız adındaki bir yörük beyi'nin kızına aşık olduğu Karaca Kız'ın da onun karşısındaki bir tepeye gömüldükleri anlatılır. Bu tepeler Çukurovada imiş" Mut İlçesi dahi belli çevre dışında bilinmezken Çukur köyünün bir araştırmacı için bilinmesi elbette mümkün değildir. Esasen şimdiki Çukur (Karacaoğlan) köyü 1286 yıllarında Sarıkavak beylerinden Hacı Kadir ağa zamanında eski yerinden nakledilmiştir. Karacaoğlan tepesinin birkaç kilometre kuzey batısına düşen eski Çukur içme ve kullanma sularını sarnıçlardan sağlayan bir kıraç yayladır. Sarıkavak beylerinin yaylası olan bu köyün 8 kilometre kadar doğuya nakledilmesinin bir de hikâyesi vardır. Rivayete göre köyün çobanı sürünün içinden bir tekenin sık sık ayrılarak sakalı ıslanmış şekilde geriye döndüğünü görür ve merakla takip eder. Görür ki şimdiki köyün hemen yakınında bir kaynak vardır ve teke tesadüfen bulduğu bu kaynaktan iç güdüsüyle şaşırmadan gidip tepenin adına zamanla Erenler Tepesi de denmeye başlanmıştır.
 

Painfully

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
23 Kas 2013
Konular
176
Mesajlar
574
MFC Puanı
160
Ağıt - Doğu Anadolu yöresi

Dadaloğlu'nun hayatı hakkında bilgiler tahminlere dayalıdır. Bazı bilgilere şiirlerindeki ipuçlarından ulaşılmıştır. Dadaloğlu'nun konar göçer olması bazı bilgilere ulaşmamıza engel olmuştur. Dadaloğlu Avşar boyuna mensuptur. Ailesi hakkında bazı bilgileri Mene-mencioğlu Ahmet Beyin kendi aşireti tarihinde buluyoruz. Dadaloğlu bir şiirinde soyunu Nadir Şah'a kadar uzatır. Dadaloğlu'nun doğum tarihi bilinmemektedir. Tahmini doğum tarihi 1785-1790 yılları arasıdır. Dadaloğlu'nun babası da âşıktır. Şiirlerinden yola çıkarak Dadaloğlu'nun belli bir eğitimden geçmediğini anlıyoruz. Âşığın adı da tam olarak bilinmemektedir kaynaklarda Mustafa Ali Veli adları geçmektedir. Dadaloğlu'nun hayatı gibi ölümü de bilinmezliklerle doludur. Çeşitli kaynaklarda verilen tarihler tahminidir. Âşığın ölüm tarihi yaklaşık 19. yy.'ın ikinci yarısı olmalıdır.(25) 19. yy.'da Çukurova'da Fırka-i İslahiye birliğinin göçebe zümreleri yerleşik hayata mecbur etmesiyle konar göçerlerle yer yer çatışmalar olmuş yeni yaşama biçimine geçmek istemeyen aşiretlerin direnmeleri âşıkların şiirlerine konu olmuştur

Dadaloğlu'nun yaklaşık olarak 130 şiiri tesbit edilmiştir. Pek çoğu ağızdan derlenen bu şiirlerin kaçının âşığın olduğunu bilemiyoruz. Âşıkların yazıya geçmeyen şiirlerinin başka bir âşığa bağlanmasını Dadaloğlu şiirlerinde de görüyoruz. Bunların sağlıklı tespiti dönemine yakın yazılı kaynak olmadığı için zordur. Dadaloğlu'nun şiirleri sanat endişesinden uzak şiirlerdir. Şiirlerindeki yalınlık içtenlik onu büyük bir âşık yapmıştır. Dadaloğlu'nun aruzla yazılmış şiiri yoktur. Koşma varsağı destan türünde şiirler söylemiştir. Onun şiirleri konu ve içerik bakımından üç bölümde incelenebilir.

1) Kavga Kahramanlık ve İskân İle İlgili Şiirleri Dadaloğlu'nun bu tür şiirlerinde temel konu kavga ve kahramanlıktır. O aşireti adına şiir söyler. İskân şiirlerindeki duyguları Avşar'larm duygularıdır. Bu şiirlerindeki söyleyiş korkusuz ve yiğitçedir. Dadaloğlu'nun koçaklamalarında epik bir söyleyiş göze çarpar. O 19 yy. âşıkları içinde konar göçer Türkmen aşiretlerinin geleneksel dünyasını törelerini yansıtan şiirleriyle etkinlesin Âşık yiğitlik soyluluk dayanışma gibi değerlerin değişmeğe başladığı bir çağda bu değerleri savunan bir aşiret âşığı olarak öne çıkar. Dadaloğlu'nun şiirlerinde zorunlu iskânı kabullenememe ve toprağa bağlı yaşama uyum gösterememe iki önemli olgudur. Kavga şiirlerindeki epik söyleyiş iskân sonrası şiirlerde yerini lirizme ve bazen de duygusal bir içlenmeye bırakır.

2) Yurt Güzellemeleri ve Sosyal Konulan İçeren Şiirleri
Dadaloğlu'nun yurdu konup göçtüğü yerlerdir. Yaşadığı olayları ve gezip gördüğü yerleri içten duygularla anlatır.

3) Sevda Şiirleri
Dadaloğlu'nun güzelleri düşsel değil içimizden biridir.
Dadaloğlu şehir kültüründen ve divan edebiyatından etkilenmemiştir. Dadaloğlu Karacaoğlan'm li-rizmiyleKöroğlu'nun yiğit edayla epik söyleyişini kaynaştırmıştır. Konar göçer yaşama biçiminin kuvvetli izleri şiirinde görülür. Tabiat ve sevgi şiirlerinde güzelliğe tutkusunu kavga şiirlerinde göçerlikten yerleşik düzene geçerken yaşanan acıları duyulan tepkileri yalın duygulu ve vurgulu bir dille anlatır. Özellikle kavga şiirleriyle ün salmıştır.
 

Painfully

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
23 Kas 2013
Konular
176
Mesajlar
574
MFC Puanı
160
Ak Taş Diye Belediğim

Dünyanın her yerinde çocuk bir ailenin devam etmesi için şarttır. Özellikle Türklerde erkek çocuk soyun devamı için çok önemlidir.

Yıllar önce Anadoluda yaşayan yiğit bir beyoğlu severek güzel mi güzel bir kızla evlenmiş. Kırk gün kırk gece düğün yapılmış. Uzun zaman çok mutlu yaşamışlar. Fakat genç gelinin bebeği olmuyormuş. Hekimlere gitmişler hocalara danışmışlar fakat kadir mevlam vermeyince vermiyor. Beylik üstünde kara bulutlar gibi söylentiler dolaşmaya başlamış. “ Eğer Beyimizin oğlunun bir erkek evladı olmazsa ocak sönüp gidecek biz başsız dağılacağız. Beyoğlu eşinin üstüne bir eş daha almalı ki kendisine döl versin” Bu dayatmalar karşısında halkın isteğine boynu kıldan ince Beyoğlu güzel eşine danışarak ikinci bir eş daha getirmiş ocağına. Bir yıl sonra da topaç gibi bir oğlan çocuğunu almış kucağına.
Ama ilk gelin kumalığa dayanamamış sevdasını paylaşamamış vurmuş kendini dağlara.. Bir aktaş bulmuş onu kucağına alarak mintanıyla sararak türkü çığırıp erenlere karışmış..
 

Painfully

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
23 Kas 2013
Konular
176
Mesajlar
574
MFC Puanı
160
Akça kızlar göç eyledi yurdundan - Çukurova yöresi

Büyük bir halk şairi olan Karacaoğlan'ın hayatı üzerine yapılan araştırmalarda kesin bir bilgi yoktur. Son yıllarda yapılan araştırmalarda ve şiirlerinde yapılan incelemelerden onun 1606 da doğmuş 1670 yılında ölmüş olduğu tahmin edilmektedir. Her nekadar doğduğu yer bilinmiyorsa da öldüğü ve mezarının bulunduğu yer bellidir. Kendisinin Güney Anadolu'da yaşayan Türkmen aşiretinden olduğu daha doğrusu İçel'li olduğu muhakkaktır.Şiirlerinden anlaşıldığı kadarıyla kendisi pek çok yer gezmişaşkı ve tabiat sevgisini yaşadığı hayatı çağının konuşma dili ile öz türkçe olarak işlemiş ve anlatmış bir halk şairidir.
Bugün kesin olarak bilinen bir şey varsa o da mezarının İçel'in Mut İlçesi'ne bağlı Karacaoğlan Köyü'ndeki Karacaoğlan tepesinde Karacakız tepesi ile karşı karşıya olduğudur.
Mezar 1997 yılında anıt mezar haline getirilerek Kültür Bakanı İstemihan Talay tarafından ziyarete açılmıştır. Karacaoğlan aynı zamanda tarihte heykeli dikilen bilinen ilk ozandır. İçel'in Mut İlçesine Heykeltraş Prof.Hüseyin GEZER tarafından yapılan heykeli 8 haziran 1973 günü dikilmiştir.Yörede onun şiirlerinden pek çoğu halk arasında söylenir bazıları türküleştirilmiştir.

Çeşitli kaynaklara göre Kozana bağlı Feke İlçesi'nin "Gökçe" köyünde "Mamalı" da "Binbuğa"da"Erzurum"da "Zobular"da "Varsak da hatta "Belgrad"da doğduğu öne sürülmüştür. Fakat kanımızca en sağlam ve eski kaynak Akşehirli Ahmet Hamdi Efendi'nin hatıra defteri olup inandırıcı delillere da-yanmaktadır. Hamdi Efendi Varsak köyünde 1876 da hatıra defterine şu satırları kaydetmiştir: "Malum ola ki Karacaoğlan Varsak karyesinde dünyaya gelüp babası Türkmen aşiretinden Kara İlyas fakir-el hal olmağla sayd-ü şikarla taayyuş eder olup 1013 (M .1604) tarihinde Kozan dere-beylerinden Hüsa m Beyin sayıl namıyle tut-kap asker devşirdiği hengamda İlyas dahi tutulup götürülerek orada gaip olduğu için lakapları Sayıloğlu kaldığı ve el- yevm karyei mezbur hanedanı Sayılzade Mehmet Efendi'den anlaşılmıştır. Karacaoğlan'ın ismi Hasan olup öksüz büyümüş. Vechen karayağız ve fakir çocuğu olduğu için buna Karacaoğlan denülüp böylece anıldığı. Karacaoğlan delikanlı iken munis ve zeyrekliği hasebiyle ol vaktin karye ağalarından serdengeçti Osman Ağa Karaca Oğlan'ı evlatlık şekliyle diğer fakir bir aile kızıyle teehhül ettirmiş ise de kız hor ve çirkin olduğundan Kara caoğlan babası gibi Sayıl askerliğine tutulacağını anlayup yirmi dört yaşında Varsak'tan firar-la mekanın gaip ederek encam Maraş'ta Zülgaroğlu (Zülkadir olacak) Hüsam Bey' in himayesinde altı sene teehhül ümidiyle kalıp teehhül ümidi münkesir olunca ora-dan müfarekatla yine geşt-i diyara başlayıp on dokuz sene sonra vatanına gelmişse de fazla barınamayıp elli beş yaşında Tarsus tarikıyla tekrar geşt-i diyara der-ban oldu-ğu (1)" vermedikleri için kızın arkasından da Karacaoğlan'ın Kırklar mağarasına bazı kaynaklara göre de Eshab-ı Kehf Mağarasına çekilerek orada öldüğü rivayet olunur. İshak Refet Işıtman ise1933 yılında yayınladığı Karacaoğlan adlı eserinin 33. sayfasında "Şairin menkıbeleri arasında Karaca Kız adlı birisini sevdiği söylenir ve ölünceye kadar bu sevginin devam ettiği fakat birbirlerine kavuşamadıkları en sonunda Karacaoğlan'ın bir tepeye demektedir. Bizim görüşümüze göre buradaki Çukurova'dan Çukur Köyü'nün anlaşılması gerekir. Zira Çukur köyü (şimdi Karacaoğlan) Karaca Kız ve Karacaoğlan Tepeleri'nin düzlüğündedir. Fuat Köprülü'nün araştırma yaptığı dönemlerdeki ulaşım imkanları dikkate alınırsasuyunu içtikten sonra dönmektedir o Bundan sonra sadece yazları oturulan eski Çukur su kaynağına yakın yerde yeniden iskân sahası haline getirilir. Köy devamlılık kazandıktan sonra halk Karacaoğlan mezarını adeta ziyaretgâh haline getirmiş ona evliyalık izafe etmiş "Gökçeli"de kayıtlıdır. Han Mahmut adli halk hikayesinde ve diğer bazı anlatımlarda Karacaoğlan'ın Tarsus'ta Karaca Kız adındaki bir yörük beyi'nin kızına aşık olduğu Karaca Kız'ın da onun karşısındaki bir tepeye gömüldükleri anlatılır. Bu tepeler Çukurovada imiş" Mut İlçesi dahi belli çevre dışında bilinmezken Çukur köyünün bir araştırmacı için bilinmesi elbette mümkün değildir. Esasen şimdiki Çukur (Karacaoğlan) köyü 1286 yıllarında Sarıkavak beylerinden Hacı Kadir ağa zamanında eski yerinden nakledilmiştir. Karacaoğlan tepesinin birkaç kilometre kuzey batısına düşen eski Çukur içme ve kullanma sularını sarnıçlardan sağlayan bir kıraç yayladır. Sarıkavak beylerinin yaylası olan bu köyün 8 kilometre kadar doğuya nakledilmesinin bir de hikâyesi vardır. Rivayete göre köyün çobanı sürünün içinden bir tekenin sık sık ayrılarak sakalı ıslanmış şekilde geriye döndüğünü görür ve merakla takip eder. Görür ki şimdiki köyün hemen yakınında bir kaynak vardır ve teke tesadüfen bulduğu bu kaynaktan iç güdüsüyle şaşırmadan gidip tepenin adına zamanla Erenler Tepesi de denmeye başlanmıştır.
 
Üst