• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Yıldız İlhan: “Uzun Sürmüş bir Merakın Hevesidir Üzgün Ömrüm”

Üyelik Tarihi
28 Şub 2020
Konular
2,107
Mesajlar
26,098
MFC Puanı
301,150
Yıldız İlhan Uzun Sürmüş bir Merakın Hevesidir Üzgün Ömrüm

İnsan değerini insandan alır. Değerlidir insan. Değer onun kimliğidir yine kendisini yansıtan. “Ben bir öğrenme meraklısıyım. Öte yandan ne kırların bana öğreteceği bir şey vardır ne de ağaçların; bunu yapsa yapsa şehirdeki insanlar yapar.” der Platon. Tam da böyledir Yıldız İlhan, bir şehrin öğrenme meraklısı. Mendil satan İbo, mızıka çalan Hüseyin, meyhane köşelerinde sabahlayan diğerleri… hepsine bir “merhaba”nız varsa, o kenti çoktan sırtlamışsınız demektir. Sokaktakilerin Yıldız ablası, bazılarının merhabası, kiminin öğretmeni, kimininse öykücüsü. Yıldız İlhan ile hayatın edebiyata dokunuşunu konuştuk.



“Bir kentte doğmak, yaşamak, kocamak iyidir. Öyle olunca, bir kenti kendi kamburunla birlikte sırtında taşımak zulümdür.” diyorsunuz Yangın Merdiveni’nde. Kitabınızdaki kentte dolaşıyorum bir başıma. Sırtınızdaki kentte de yan yana dolaşabilir miyiz?

Sırtımdaki kent deyince yazdığım ve düşündüğüme yabancılaştım sanki bir an. Ne tuhaf. Oysa yıllardır hem gerçeklikte hem de kurguda bu kentle el ele yürüdüm ben. Gördüğümde, duyduğumda, anladığımda, şaşırdığımda, kabul ettiğimde, reddettiğimde ben ve kent yan yanaydık. İç içeydik bir biçimde. Şimdi ben mi taşıdım yahu bu kenti sırtımda derken biraz fazla iddia sezdim cümlelerimde. Abartı biraz, ne bileyim böbürlenme hali. Ben, ben diyenlere mi döndüm, dedim kendime. Uzatmazsak, evet bir kenti neredeyse tepe tepe yaşamak, hem de uzun yıllar boyu, bir yere taşınmak, kaçmak istemeden, biraz gönüllü tutsaklık. Biraz teslimiyet. Hele son yıllarda uzunca (ki birkaç haftayı geçmiyor) gidersem yıkılırmış gibi geliyor -şaire selam olsun- insanlarıma, sokaklarıma, evlere, yollara, sinemalara, ağaçlara, kuşlara, taşlara bir şey olacak o şey de bensiz olacak. Tam da acı bir gülüşle buraya gelmişken konu, kentime zaten çok şey oluyor. Başımı çeviriyorum bir ağacın daha gölgesi eksilmiş. Bir sinema daha kapanmış, yok bu naif bir yaklaşım elbet, sonuncusu kapanmasın diye kendimizce nöbetteyiz. Yol diye diye yollar bir kez daha yürüyene örtmüş kendini. Kemeraltı’na gidiyorum üç tuhafiyeci daha yok yerinde ama tuhaf gelmiyor kimseye. Yerlerinde Çin’ci var. Gazi Bulvarı’nda akşam üzerleri kuş sesi şakırtısından çalışamazdık, dallarına kondukları çınarlar nerede? Kaç yıl oldu sübye içmeyeli? Boyozların çikolatalısı çıktı. Cumhuriyet Meydanı’nda bin kişilik iftar yemeği veriliyor. Karşı çıkışlarımız elli bilemedin yüz kişilik. Sevinç’ten Gündoğdu’ya bile yürüyemiyoruz, izinsiziz artık. Alsancak Stadı yıkılmış denmesin diye dolmuşların, otobüslerin güzergâhı değişti, sorsanız başka sebepleri vardır elbet. Keseyim, nerede o eski Ramazanlar gibi oldu sanki.

Sevdiklerim ölüyor, bir yılda kaç insanımı uğurluyorum Hocazade’den. Namazlarını başkalarının kıldığı, bizim bir kenarda anılara boğulduğumuz, üç beş kırık alkışla uğurluyoruz onları.

Bir kenti sırtında taşımak mı dedin Demet, işte böyle böyle. Kendi kamburuma hiç girmeyeyim.

“yerin mi var

yurdun mu var

evin mi var

emin misin” hayata çığlık atan cümleleriniz ardı ardına geliyor. Norveçli ressam Edvard Munch’ın Çığlık tablosu geldi aklıma. Varoluşsal bir endişe bu da. Ya sizin çığlığınız?


Mültecilerle ilgili iki öykü geliyor bu dörtlüğün arkasından. Yakın Lan Şu Sobayı ve Karasüt. Öyküler içimdeki çığlığı yeterince duyurabiliyorlar mı bilmem ama bölüm başına koyduğum bu dörtlüğü hayli acılı ve suskun bir sitemle söyledim ben. Varoluştan beri yer kabuğunun üstündeki insan yer değiştiriyor. Coğrafyalar, ülkeler hatta kıtalar arası bir hareket bu. Ulus, dil, din, ırk ürküten aidiyetler. İltica, göç, mübadele, mülteci yangınlı sözcükler. Yerleşen bir sonrakine isteksiz. Önce gelen sonradan gelene tahammülsüz. Sosyal medya kışkırtıcı bir kirli bilgiyle çalkalanıyor, nefret körükleniyor ülkemde. İzmir gibi ışıldadığı düşünülen son kale bile mülteci yanlarından ağrıyor. Şefkat, çocuklara bile karış hatta parmak ölçüsüyle sunuluyor. Acıma tiksintiye sarılırken merhametin yerini alıyor. Hatırlatmak istedim. Kendimizi gerçekten ve kalben sahici, ötekinin yerine koyabilmeyi. Hatırlatırken de sordum, sesimi çığlık kılmadan, fısıltıyla hatta. Emin misin?

PekiHayatımdaki tüm mağlup meleklere …” diye başladığınız Hiç Kuşu’nuz?

Biraz İzmir, çokça dünya. Mekânlar değişir, sokaklar, masalar birbirine benzer. İsimler değişir, ruhlar birbirini andırır. Başka başka hayatlar yaşanırken dertler kendini çeşitler. Ölümdür, zulümdür, aşktır, ayrılıktır, hüzündür. Yazı dediğin romandır, şiirdir, öyküdür, ama hikâyedir sonuçta. Var olanın, var olduğunu sandığımızın, rüyanın, kalbin, nefesin hikâyesi.

Nur hâlâ adımlarınızın yakınında, Kartal Abi peki, hiç yaşadı mı bu kentte. Yoldaş Osman öldü, bir ani Melek yaşıyor mu. Köpek öldürenler hâlâ havlıyorlar mı siyah poşette. Gökyüzünde donup kalmış parmak şakırtıları çözülüp döndü mü sahiplerine. Beyba, pişmandır da rüyalarında bari af diliyor mudur, onyüzbin basamakta ömrünün acısını kovalayan, büyümeyen çocuktan. Bu cümlelerin sonunda soru işareti yok, bakın. Ben sormuyorum, siz sorarsanız eğer keyfiniz bilir.

Hiç Kuşu anlattı ve uçup gitti. Usta, Abidin’e sorarken bin yıllık bir ironiyi başlatmadı, susulacak noktayı koydu bence.

Mağlup meleklerime her gün yenileri ekleniyor. Hikâye ayağımızın altına yuvarlanmayı sürdürüyor, onu yerden alıp minnak bir kedi yavrusu gibi, öperek okşayarak yazı masasına taşımak düşüyor bize. Tek umudum kadim söz.

Yıldız İlhan; ilk kitabı Sussesi ile şair, daha sonra oyun ve çocuk kitapları yazarı. Sonra da iki öykü kitabıyla karşımızda. Bu sürecin hikâyesine hangi cümleler tanıklık eder?


İlk sorudaki “kendi kamburumun” açılımlarından biri bu işte, hayatımın bir parçası yazmak, sadece bir parçası. Zamanın çoğu meraka, sevmeye ve ayakta kalmaya harcandı.

Radyo oyunları yazdıklarımı sunduğum ilk biçim. Özlüyorum o yılları. Yazdığının dillendirilmesi, müzikle efekte buluşması mucizeydi adeta. Bir tür görmeyenler için çekilmiş filmler gibi.

Çocuk kitapları bambaşka bir alan, şu niteliğin az olduğu ortamda peşine düşülesi ama, işte! Belli mi olur belki yeniden.

“Uzun sürmüş bir merakın / Hevesidir üzgün ömrüm” dedim Sussesi’nde. Söz hükmü olan bende, dize kalbim. Tek bir şiir yazabilseydim eğer kalbimi şımartacak (bir zirveden söz ediyorum elbet) daha ne isterdim hayattan, ne?

Öykü, işte eleğin üstünde kalabilmiş olanlardan iki kitap. Hiç Kuşu, Yangın Merdiveni. Az yazan yazdığından da az yayınlayan biriyim ben. Yaşamayı yazıya tercih edenlerden. Hani yaşamak dediğim de tropikal ada gibi algılanmasın, o ayrı.

Öykü, edebiyatımızın neresinde?

Günümüzden söz ediyorsak, okumayanı kadar seveni de takip edeni de çok. Her yıl pek çok yeni öykücü katılıyor kitaplığıma ve zihnime kitaplarıyla. Yayınevlerinin tercihi roman, sanırım satış talepleri doğrultusunda. Yazanların çoğu öyküyü romana geçiş, bir basamak olarak bakıyorlar. Bence tam da bu nedenle ne öykücüler telef oldu roman diye diye, derim hep, tekrarlamış olayım.

Sokaklara gelelim. Hüseyin Rahmi’dir onu Türk edebiyatına taşıyan. Onun eserlerine yansıyan sokakta yaşayan alelade insanlardır. Sizin de öykülerinizin bir köşesinde hep sokak izi, insan izi… Yıldız İlhan “sokak”ı nedir?

Binalardan arta kalan esas boşluk. Gerçek yaşam alanı. Kendinizi kapamadan, saklamadan önce var olduğunuz yer. Verili hayatın görünür olduğumuz tozlu sahnesi.

Sokaklar, Zaman Usta’nın hikâyesini sızdırır bize.

Sokaklar, insan hayatlarından aşikâre sızanın saklandığı zarflar.

“Geceyi dinle, yürüyen tatlı geceyi.” der Baudelaire. Bunu tam da kendisine söyler çünkü Baudelaire’e göre şiir, yazarını anlatmalıdır. Sizin kitaplarınızda da gece eşlik eder bize. Sizde “gece” ye ne eşlik ediyor peki?


Uykusuzluk ve endişe. Uyku ve rüya. Bazı kitapların vakti. Rüyada yazarken uyanıp sözcükleri, cümleleri yakalama telaşı. Bir de Deniz’in rahmetli konuşan siyah kedisi.

Yıldız İlhan Uzun Sürmüş bir Merakın Hevesidir Üzgün Ömrüm
Yıldız İlhan, Demet Aksu
İzmir’de yedi yıldır süren aylık okuma grubunuz var. Edebiyat içi böylesi çalışmaların sürekliliğinin zor olduğunu biliyoruz. Aynı havayı soluduğumuz ama farklı renkte olduğumuz, aynı düşünüp farklı konuştuğumuz, farklı düşünüp aynı sonuca vardığımız o kadar çok insan vardır ki, topluluğu zorlaştıran temel de budur aslında. Yani topluluğu bir arada tutmak çaba gerektirir. Bu çabanın arkasındaki Yıldız İlhan’ı nasıl tanımlarsınız?

Kendiliğindenlik bu. Ben zaten grubun kolaylaştırıcısı olarak adlandırıyorum kendimi. “Hayatın muhteşem örgütlülüğü” derdi rastlantı olarak adlandırdığımız mucizeler için bir arkadaşım. Çok iyi niyetli, güzel kalpli, yetenekli, dostum kalacak insanlar tanıdım bu grup sayesinde. Kitap seçimlerinin isabeti de artırdı yakınlığımızı. Yakın Kitabevi’nin yakınlığına da teşekkürlerimiz baki elbet.

Yıldız İlhan’ın roman kahramanı kim?

Bizde pek bilinmeyen İspanyol yazar Luis Landero’nun Geçkin Yaş Oyunları adlı romanı, ismiyle bir kavram olarak dilime takılıp kalmışken kahramanı Gregorio Olias’la ayrı bir özdeşleştiririm kendimi. Gençliğinde şiir yazan ileride büyük şair olacağını düşleyen Gregorio’nun yaşamı hiç de düşlediği gibi gerçekleşmez. Evlenmiştir. Masa başı önemsiz bir işi vardır. Günün birinde yanlış telefon açan birine kendini şair olarak tanıtır ve olanlar olur. Bir düşün peşinde sıradan ve sakin bir hayat şansını bile elinden kaçırır. Evliliği, parası, işi kayıp gider ellerinden. Yazın serüvenimi ve yaşamımın buna bağlı yanını Gregorio’yla yatıştırdım.

Hanidir yapıyorum bunu… Yazarımla öykü! Sizin bana emanet edeceğiniz sözcüklerle ben bir kısa öykü yazsam? Kiminle, nerede olduğunuzu anlatan bana ipucu vereceğiniz kelimeler hangileri olurdu?

“Telefondayım, Ayla Kutlu’yla konuşuyorum, Jean Rhys – Geniş Geniş Bir Deniz kitabı eşlik ediyor bize.”

***

Telefonu çaldırdım, çaldırdım açmadı. Yine yanına almayı unutmuştur, belki de uyuyordur, diye geçirdim içimden. Oysa ne çok ihtiyacım vardı şu an ona. Kendi kendime söylenme vakti… Ara ara deliririm böyle, ararım Ayla’yı. Nasıl iyi gelir insan ruhuna/ruhuma… Ben söylendikçe “Sus artık deli kadın” der. Yazım hayatımdan söz ederim genelde, yazık sana diye başlar cümlesine, devamı gelir söyleyeceklerinin birbiri ardına, bunları da ilk kez duymuşum gibi dizlerimin bağı çözülür. Oturup dinlerim can kulağıyla. Hah, sonunda arıyor. Biraz sızlanma, küçücük şımarma zamanı. Anlattıkça anlatıyorum yine. Sözlerimi bölmeden dinliyor, can kadın. Bu kez yorum yapmıyor. “Jean Rhys’i bilir misin?” diyor. “En önemli kitabı keşfedildiğinde çok yaşlanmıştı, edebiyat dünyasına küsen bir yazar.”

Düşünüyorum. Şimdi düşüncemde sadece yaşlı Rhys’in hayal kırıklığı ve Ayla’nın sesi var.
 
Üst