- Konum
- мєℓєqℓєя şєняιη∂єn
-
- Üyelik Tarihi
- 29 Şub 2012
-
- Mesajlar
- 700
-
- MFC Puanı
- 3
93-DUHA:
1. Andolsun o duhâya. Duhâ diye bilinen kuşluk vaktine ki, güneşin parlayıp yükselmeğe başladığı, gündüzün gençliği zamanıdır. "Lâm" cins için olur. Yahut, kuşluk vakitleri içinde seçkin bir kuşluk vaktine ki, "lâm" aht için olarak hakikat güneşinin Muhammed ufkundan doğup "âlemlere rahmet olarak"(Enbiya, 21/107) her tarafa elçilik göreviyle ışıklar saçmaya başladığı zamana işarettir.
Hitabın Resulullah (s.a.v.)'a olması itibariyle "lâm"daki bu ahit mânâsı tercih edilir. Bundan dolayı Hz. Muhammed (s.a.v)'in yüzüne veya ilâhî konuşma zamanına işaret olduğu da söylenmiştir. Nitekim "Tâhâ" Sûresi'ndeki "İnsanların kuşluk vakti toplanması."(Tâhâ, 20/59) âyetinden anlaşıldığı üzere halkın toplanıp Musa (a.s)'nın sihirbazlara galip geldiği vakit de bilinen bir kuşluk vaktidir.
2. Ve sessizliğe büründüğü, kararını bulup sakinleştiği zaman geceye andolsun. Yani tam tavına gelip durduğu, içindekilerin sakinleştiği vakit ki, gecenin başından bir süre geçtikten sonraki orta anlarıdır. O vakit karanlık artacağı kadar artmış, örteceğini örtmüş, kararını bulmuş, bir de ses seda kesilmiş, dinmiş olur. "Karanlığın çöktüğü, ortalığı örttüğü veya rüzgarın kesildiği" veya "gecenin tükendiği sıra" diye de düşünülebilir ki her birini duhâ'ya bir karşılık olması veya bir şekilde bir benzeyişi vardır. Biri neşe biri keder, yahut kederin yok oluşunu ifade eder.
SECÂ, "ulüvv" kalıbında "sücüvv" kökündendir. Sücüvv mutlak olarak sakinleşme, yani bir şey kararını bulup dinmek, sakin olmak mânâsınadır. "Bahr-i saci"; dalgasız durgun deniz, "tarf-ı saci, sakin baygın göz, "leyl-i saci'" de sakin, durgun, rüzgarsız gece demektir. Seciyye de sakinleşme mânâsından alınmış olup insanın nefsinde sakin ve sabit huy, meleke demektir. Tesciye de örtmek mânâsına gelir. Buna göre gecenin sakinleşmesi demek olan sücüvv zamanı; iyice durgunluğu ile tam kararması, örtüp kaplaması veya sona erip geçmesi zamanı diye de anlaşılmıştır. İbnü A'rabi: "gecenin karanlığı şiddetlendi" demektir, demiştir. İbnü Münzir ve daha bazıları İbnü Cübeyr'den naklen şöyle demişlerdir: "Gece gelip her şeyi örttüğü zaman." denir. İbnü Cerir ve İbnü Merduye, Avfi kanalıyla İbnü Abbas'ın "geldi" demektir dediğini; İbnü Münzir ve İbnü Ebi Hatim de yine İbnü Abbas'ın "gitti" demektir, dediğini tesbit etmişlerdir. Çoğunluğun açıklamasına göre asıl sücüvv, sakinleşmek demek olduğu ve "leyl-i saci" rüzgarsız gece mânâsını ifade etmede yaygın olarak kullanılır olduğu için maksat, ğaşiy (örtmek, bürümek) de olduğu gibi karanlığın şiddet ve bastırmasını değil, "O, içinde sakinleşesiniz diye geceyi sizin için yaratandır."(Yunus, 10/67) âyeti mânâsınca bilhassa sakinlik ve sessizlik zamanını hatırlatmış olması açıktır ki, bu sakinlik geceleyin çıtırdı duyulmayacak şekilde hasıl olan herhangi bir hissî ve manevî sessizlikle huzur ve istirahatı veya gecenin bitmesi gibi kederin yok olması zamanını da içerir. Bu suretle karanlık ve kederde ve dolayısıyla hayatta olan değişimlerde, elemler ve kederler veya ölüm ile fanilik sıkıntısının basması ve vahyin kesintiye uğraması ile marifet nurunun sönmesi ve ruhun alınması hallerine işaret olmakla burada murat, o karanlık ve kederin kendisi değil, bilhassa öyle bir durumda meydana gelen huzur ve sükunu hatırlatma, yani gecenin duyulmaması halinde olduğu gibi vahye ara verilmesinde de bir dinleniş ve kesinti bulunduğunu veya gecenin geçmesi, sabahın başlaması sıralarında olduğu gibi vahyin kesilme zamanı bitip yeniden başlamasıyla kederin neşeye dönüştüğü zamanı duyurmaktır. Şu halde hayatın ve marifet nurunun yaldızlı bir şekilde parlatmaya başladığı, genç ve dinç bir neş'e zamanını, ruh tecellilerini ifade ettiği gibi, ona karşılık mutlak bir karanlığı, beden sıkıntısını hissettirmekle beraber, "sakinleştiği zaman" kaydı o karanlığın sakinleşmesi anındaki huzur ve dinlenme ile yorgunluk ve kederin yok olması ve ahiretle ilgili gelecek bir neşenin müjdelenmesi anını ifade etmiş olur ki, bunun iniş sebebiyle ve aşağıdaki gibi gelecek cevaplar ile bu sûrenin mânâsındaki derece derece yükselen vaad ve müjdeleme ile münasebeti ne güzeldir.
3. Kısacası, karanlıktan aydınlığa aydınlıktan karanlığa her saat durmadan değişen zaman farkları içinde bilhassa ilk hayat ve marifet neşesinin yükselmesi anı olan parlak kuşluk vaktine ve ona arız olmakla beraber gelecek bir hayat ve mutluluk neşesinin başlangıcı ve müjdecisi olan gecenin dindiği sessizlik anına yemin olsun ki ey Muhammed! Rabbın seni terketmedi, veda edip bırakıvermedi.
TEVDÎ, aslında misafirin veda etmesi yani giderken kalanlara "hoşça kalın", "Allah'a ısmarladık" gibi vaad, bolluk, hoşluk, akıbet duasıyla bırakıp gitmesi ve böyle veda ile uğurlanması demek olup sonra mutlak şekilde terkedip bırakmak mânâsına da kullanılmıştır. Yüce Allah hakkında bu bildiğimiz mânâ ile veda ve uğurlama tasavvur edilemeyeceğinden burada da terk mânâsıyla tefsir edilmiştir. Sûrenin iniş sebebi de buna diğer bir karinedir. Yani, "Rabbin seni bırakmadı", ve darılmadı Bırakmaması dargınlıktan, öfkeden bırakmamak değil, rahmet ve yardımından dolayı bırakmamaktır. Çünkü bırakmamak iki şekilde olur: Birisi lütuf, birisi helak etme, kahretme ifade eder. Yoksa "İnsan başıboş bırakılacağını mı zannediyor." (Kıyamet, 75/36) mânâsınca hiçbir insan mutlak mânâda başıboş bırakılmaz. Rab'lığın gerektirdiği bir netice olarak yükümlü olma sırrıyla ya rahmet eserinin, ya da gazap eserinin hükmü altında bulunur. Duha ve leyl'in birbirlerine karşılık olarak söylenmesinde buna da işaret vardır. Bundan dolayı bırakılmamaktan bir gazap ve öfke eseri hatıra gelmemek için "darılmadı" diye buğz ve öfkenin bulunmadığı belirtilerek rahmeti devam ettirme mânâsı vurgulanmıştır.
4. Bu daha çok açıklanarak da buyruluyor ki: Ve her halde son, bulunduğun her halin sonu, mesela hayatının başlangıcına nazaran peygamberlik hayatı, peygamberliğin başlangıcında vahyin gelişine nazaran kesilişi hali, vahyin kesilişine nazaran tekrar böyle başlayışı hali, böyle bu sûrenin inişinden sonra zamanla ulaşacağın her halin ard arda sonu, nihayet ölümden sonra ahiret nimeti, kısacası, peygamberliğinin başlangıcına nazaran sonrası, hayat ve ölümünde bulunduğun ve bulunacağın her halin önüne nazaran sonu ve bütün dünyaya nazaran ahiret senin için önceden, evvelden daima hayırlıdır. Yani sen böyle halden hale, hayırdan daha hayırlısına durmadan yükselip gideceksin.
"Evvel" ve "ahir" kelimelerinin müennesi olan "ûlâ" ve "ahiret", dünya ve ahiret demek gibi olmakla berber evvelki ve sonraki, önü ve sonu mânâlarıyla ondan farklı olarak da kullanılır. Dünya karşılığı olan Ahiret, ahiret yurdu ve ahiret hayatı demek olarak ölümden sonrasını ifade etmede meşhur olmuştur. Oysa "evvel" karşılığı olan "ahire", herhangi bir ön karşılığı olarak sonu ve içinde bulunulan halin geçmişine karşılık olan geleceğini de ifade eder. Mesela, bu sûrenin inmesi anında ön ve son denince, ölümden öncesi ve sonrası mânâsından daha çok, o andan önceki geçmiş ile o andan sonraki bütün geleceği kapsıyan, "gelecek" mânâsına ilerisi anlaşılmak yaraşır. Bu mânâ ile "ahiret senin için ûladan daha hayırlıdır" demek, senin bulunduğun her halin sonu senin için önünden daima daha hayırlıdır. Yani sen günden güne, halden hale ileri doğru daima hayırdan hayıra yükseleceksin, neticede vefatından sonra da ahiret hayatın dünya hayatından daha hayırlı olacak demek olur. Yoksa bu andan itibaren, ölümün senin hakkında dünya hayatından daha hayırlıdır demek değildir. Eğer böyle olsa idi, şu anda ölmek senin için daha hayırlıdır demek olur ve bununla Peygamber ölmeye davet edilmiş bulunur ve bundan sonra dünyada yaşaması, hakkında daha hayırlı olmamış olurdu. Oysa bu sûre Mekke'de inmiş olduğu için Peygamber bundan sonra da dünyada "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim."(Mâide, 5/3) âyetinin ve "Allah'ın yardımı gelince"(Nasr, 110/1) sûresinin iniş senesine kadar yaşamış, İslâm'ın asıl ortaya çıkış ve üstün gelişi Hz. Muhammed (s.a.v.)'in hayatının bu safhasında tecelli etmiş ve dolayısıyla günden güne hayırda yükselen bu yaşayışın da evvelkinden hayırlı olduğu ve vefatından sonrasının da onun hakkında daha hayırlı olacağı ortaya çıkmıştır.
Kısacası, burada ahiret sade dünya yurdu karşıtı olan ahiret yurdu demek olmayıp ondan daha geneldir. "Ûlâ" da yalnız dünya yurdu mânâsına "ilk yurt" demek değil, daima peygamberin bulunduğu hale nazaran ilk hal ve son hal mânâsına olmak daha uygundur. Bu mânâda ahiretin dünyadan daha hayırlı olması da dahildir. İbnü Atıyye ve daha bir kısım tefsirciler bunu "başlangıç" ve "son" mânâsıyla şöyle tefsir etmişlerdir: "Kuşkusuz senin işinin sonu başlangıcından daha hayırlıdır. Daima kuvvetin artacak ve rütben yükselip gidecek." Belli ki bundan maksat, sadece dünyada demek değil, dünyada ve ahirette demektir.
Burada böyle "ahiret" kelimesini ahiretten daha genel mânâ ile sonu önünden daha hayırlı diye anlamak, bu âyetin, kendisinden önce geçenlere bağlanması itibarıyla daha açık ve kapalılıktan uzak olduğu gibi, dünya karşılığı olan ahireti, yani ölümden sonrasını da kapsadığı için Taberani'nin "Evsat"ta ve Beyhakî'nin "Delail"de İbnü Abbas'tan rivayet edildiğini tesbit ettikleri şu hadisle de çelişkili olmaz. İbnü Abbas demiştir ki: Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Benden sonra ümmetime açılacak olan şeyler bana arz edildi de bu beni sevindirdi." Bunun hemen ardından da yüce Allah "Son senin için ilkten daha hayırlıdır." âyetini indirdi. Bundan bu âyetin ayrıca bir iniş sebebi bulunduğu, ahiretin de ölümden sonraya ait olarak dünya karşılığı olduğu açık görünüyorsa da bunu evvelki iniş sebebine dahil olarak veya âyetin, kendinden önceki kısma bağlanması itibarıyla genelleştirerek anlamak mânâ bakımından daha kuvvetli olacaktır. Demek olur ki bu sûre inerken vahiy, yalnız nazım ve mânânın indirilmesiyle vaad ve haber verme halinde kalmamış, bu mânânın gelecekte gerçekleşme şekli de keşif halinde açıkça gösterilmiştir ki, bu da mucizelerden bir mucize demektir. Nitekim Kisra ve Kayser mülklerinin ve İstanbul'un fethi hakkındaki haberler de bu cümledendir. Şu halde diğer bir kısım tefsircilerin dedikleri gibi burada da ahiret, bildiğimiz dünya karşılığı olarak, "ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır" diye tefsir edilecek olursa, bunu önceki âyetlere bağlamak için şu mânâda anlamak gerekir: "Sakın üzülme. Rabbin sana veda etmedi ve darılmadı. Onun için bu dünyanın gündüzü de gecesi de senin için hayırlıdır. Vahyin gelmesinde de kesilmesinde de senin hakkında hayır vardır. Sen, ölümüne kadar çok hayırlara ereceksin. Bununla beraber dünyadan gidince o hayırlar kesilecek de sanma. Senin için ahiret her halde bu dünyadan daha hayırlı olacak." Bu mânâ "hayır" kelimesinin üstünlük sıfatı olmasından anlaşılır. Zira ahiretin daha hayırlı olmasından dünyanın da hayırlı olması gerekir. Ancak bundan, dünyadaki hayrın derece derece yükselerek arttığı anlaşılmaz. Diğer yorum şeklinde ise her halde sonu önünden daha hayırlı olarak bu mânâ da anlaşılır. "senin için" diye tahsis edilmesinde, lamın sağladığı bu tahsis mânâsı, "senin dışında herkese göre değil, sana eziyet eden kâfirlere göre senin için daha hayırlıdır" demektir. Bu, ona iman eden ümmetin hakkında da ahiretin dünyadan daha hayırlı olmasına engel olmaz. Zira Peygamber'in peşinden giden ondandır: "Bana tabi olan bendendir."(İbrahim, 14/36) Ayrıca Peygamber için hayırlı olan bütün ümmeti için hayırlıdır. Onun dünyadaki hayrından kâfirler bile istifade eder. Ancak ahiret hayrı yalnız müminlerindir.
5. Bu hayırlı olma durumu daha çok açıklığa kavuşturulmak ve desteklenmek üzere de şöyle buyruluyor: "Rabbin sana verecek."
Bu lâm, 'deki lâm gibi başlangıç lâmı olarak takdirinde olması da, her ikisinin yemin olması da caiz görülmüştür. İki durumda da cümlenin mânâsını vurgulayarak desteklemek içindir. Yemin ile tekit (vurgu), daha kuvvetlidir.
SEVFE, gelecekte bir şeyin vuku bulup gerçekleşeceğini ifade eden tenfis edatıdır. "senin Rabb'in" isminin, "o" şeklinde zamir olarak söylenmeyip de böyle açık isim olarak söylenmesiyle "senin Rabb'in" ve "sana" denilerek hitabın tekrarlanması, Rab'lık tecellilerinin ard arda gelmesiyle lütuf üzerine lütuftur. Yani, muhakkak sana böyle hayırdan hayıra kendisine ait Rab'lık lütufları ard arda gelen ve seni böyle terbiye edip seçerek yetiştiren Rabbin, ilerde sana öyle lütuflarda bulunacak, ihsan ve ikramından sana öyle verecek, öyle verecek ki sen tamamen razı olacak, rızaya ereceksin, bütün dileklerin gerçekleşecek, hiçbir üzüntü ve keder, hiçbir sıkıntı ve "acaba ne olacak" diye meraklı bekleyiş durumu kalmayacak derecede huzur ve sonsuzluk âleminde hoşnut olacaksın. Bu razı ve hoşnut olma makamı, kendisinden razı olunma (merdiyye) makamından önce gelen makamından daha yüksek olarak makamıdır. "Radiye-merdiyye" makamı, nefsin meyil ve arzularından soyutlanarak mutlak şekilde Hakkın leh ve aleyhindeki kaza ve kaderi, cemal ve azameti hükümlerine razı olup her işinde kendinin değil, yalnız Hakk'ın rızasını arayıp yüce Allah katında razı olunan bir kul olmaya çalışma makamıdır. Bu "merdiyye-radiye" makamı ise, kendisinin yüce Allah katında razı olunan bir kul olduğunu gerçek bir şekilde gösterip tanıtan cemal tecellisinde nefsin bütün meyillerinin dahi lehinde olarak, gelişerek arzu ettiği gayeye ermek suretiyle hoşnutluk makamı; "Rabb'inin seni bir makam-ı Mahmud'a göndermesi yakındır." (İsrâ, 17/79) buyurulan, övülen Muhammed aleyhisselâtü vesselama ait olan makamdır.
Bu lütuf ve ihsanın muzari (gelecek zaman) kipiyle ifade edilmesine göre kemal ve ahiretle ilgili değerli bir vaad olduğunda şüphe yoksa da, başlangıcı itibariyle dünyadaki nefsi feyizler, öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini bilme, emrin zuhuru, fetihler ile dini yüceltmek ve hak ve hayrı yaymak için yapılan mücadelelerde başarılı olma gibi gerek Peygamber (s.a.v) devrinde (asr-ı saadette) ve gerek daha sonraları meydana gelen ve gelecek olan lütufları dahi kapsar. Nitekim hicretle başlayan ilâhî yardım ve zaferler, Mekke'nin fethi ve diğer başarılar ile İslâm'ın yayılması bundan sonra olmuştur. Bununla beraber "Ahiret yurdu işte gerçek hayat odur."(Ankebut, 29/64), "Ahiret yurdu, Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır."(A'râf, 7/169), "Kıyamet günü, yaptıklarınızın karşılığı ödenecek." (Âl-i İmran, 3/185) olduğu için asıl hoşnutluk ahiret hayatında olacağından, vaad ve lütfun asıl önemi de oradadır. İbnü Ebu Hatim Hasen'in "o şefaattir" dediğini rivayet etmiştir. İbnü Merduye ve Ebu Nuaym "Hilye"de Harb b. Şüreyh'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Ebu Cafer Muhammed b. Ali Hüseyin Hazretlerine, "Ne dersin, dedim, Iraklı'ların bahsettikleri şefaat hakları mıdır?" "Evet" dedi ve şöyle devam etti: Muhammed b. Hanefiyye'nin Hz. Ali kanalıyla bana naklettiğine göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: Ben, Rabb'im bana "Razı oldun mu Ey Muhammed?" deyinceye kadar ümmetime şefaat edeceğim. O vakit, "Evet, ey Rabbim! Razı oldum." diyeceğim. Sonra bana yönelip şöyle dedi: Ey Iraklılar! Siz Allah'ın kitabında en ümit verici âyet, "De ki: Ey günah işlemekte haddi aşarak nefislerine karşı cinayet işlemiş kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Kuşkusuz Allah bütün günahları bağışlayıcıdır." (Zümer, 39/53) âyeti dersiniz. "Evet, biz öyle deriz" dedim. "Fakat, dedi, biz Ehl-i beyt de hep deriz ki, Allah'ın kitabında en ümit verici âyet, "Rabb'in sana, sen razı oluncaya kadar verecek." âyetidir ve o şefaattir" dedi.
İbnü Cerir İbnü Abbas'ın bu âyet hakkında şöyle dediğini tesbit etmiştir: Muhammed (s.a.v.)'in rızasından birisi de Ehl-i Beyt'inden birinin ateşe girmemesidir. Hatib el-Bağdadî'nin "Telhisu'l-Müteşabih" adlı eserinde, İbnü Abbas'tan gelen diğer bir rivayette, "Onun rızası, ümmetinin hepsinin cennete girmesidir." denilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ümmetine karşı duyduğu büyük şefkat de bunu gerektirmektedir. Çünkü o ümmetinin üzerine titremekte olup müminlere karşı son derece merhametli ve şefkatlidir.
Alûsî'de "Dürr-i mensur"dan naklen zikredildiği üzere Müslim İbnü Ömer Hazretlerinin şöyle rivayet ettiğini tesbit etmiştir: Resulullah (s.a.v.) İbrahim (a.s) hakkındaki "Kim benim peşimden gelirse o bendendir." (İbrahim, 14/36) âyetini, İsa (a.s) hakkındaki "Onlara azap edersen, kuşku yok ki onlar senin kullarındır..."(Mâide, 5/118) âyetini okudu. İki elini kaldırdı da "Allah'ım! Ümmetim, Ümmetim!" dedi ve ağladı. Yüce Allah da şöyle buyurdu: "Ey Cebrail! Git Muhammed'e söyle: Biz seni ümmetin hakkında razı edeceğiz ve seni utandırmayacağız." Bu güzel vaad ve müjdeyi dinlerken şunu da unutmamak gerekir ki peygamberin rızası Allah'ın rızasındadır. Allah'ın rızası olmayan bir şeye peygamberin razı olması düşünülemez. Yoksa peygamber, Allah'ın kendisinden razı olduğu kul olmamış olur. Allah'ın izni olmayınca da kimsenin şefaat etmesine ihtimal yoktur. "Allah'ın izni olmadan onun huzurunda kim şefaat edebilir?.."(Bakara, 2/255)
Allah ise küfre razı olmaz. "Kulları hesabına küfre razı olmaz."(Zümer, 39/7), "Lakin Allah size imanı sevdirdi ve onu kalbinizde süsledi. İnkârı, fasıklığı ve isyanı size kötü gösterdi. İşte onlar hak yolda dosdoğru gidenlerdir."(Hucurat, 49/7) Peygamberin ümmeti hakkındaki rızası ve şefaatı da iman ve onun peşinden gitmekle uygundur. "Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir." hadisi de, büyük günahlara teşvik için değil, "Ümmetî" yani "benim ümmetim" denilmekle iman eden ve onun peşinden gidenlerden olmanın kıymetini tesbit içindir. Bu büyük günahlara Allah'ı inkâr dahil değildir. Gerçi Hz. Muhammed (s.a.v)'e verilen lütfun faydalarından dünyada kâfirlerin dahi istifade ettiğinde kuşku yoksa da, bu istifade iman bulunmadıkça dünyada kalır. Ahiret için büyük zarar ve korkunç azap olur.
Buna karşı, "Madem ki Allah, razı oluncaya kadar Peygamber'e lütufta bulunacağını vaad etmiştir. Bu vaadi alan peygamber, mümin ve kâfir bir bütün olarak herkes hakkında bir "genel af" ilanını istemeli ve cehennemi tamamiyle kapattırmadan razı olmamalıydı. Muhammed (s.a.v)'in yaratılmışlara gösterdiği hoşgörü ve şefkat bunu gerektirirdi." demeye kadar gitmemeli, bu şekilde küfrü, zulmü, şirk ve kötülükleri, fasıklık ve isyanı desteklemek; ilâhî adaleti çalıştırmamak ve hürriyet, merhamet ve şefkati kötüye kullanmakla iyi şeyleri kötü şeylere feda etmeyi insanlık ve halk namına hayır sanmamalı, Allah'ın rızasını kötülere yöneltmekle ahiret mutluluk ve safasını dünya gibi bulandırmamalıdır. Bunlara ne Allah razı olur, ne de kul. Allah, kulları hesabına fasıklık, küfür ve isyana razı olmadığı halde peygamberde bunun aksine bir izin ve rıza bulunduğunu varsaymak onu "rıza makamı"ndan düşürmeye kalkışmak olur. "O gün ruh ve melekler saf saf kıyama duracaklar. Rahmân olan Allah'ın izin verdiklerinden başkası bir kelime söyleyemez. O da doğruyu söyler."(Nebe', 78/38) âyeti gereğince hak ve doğru söylemeyenlerin Rahmân'ın huzurunda konuşmaya hak ve selahiyetleri yoktur. Bununla beraber "De ki: Ey günah işlemekte haddi aşarak nefislerine karşı suç işlemiş kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Kuşkusuz Allah bütün günahları bağışlayıcıdır. O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." (Zümer, 39/53) âyet-i kerimesi, mümkün olan genel affın en genişini ilan etmiştir. Kuşku yok ki "bütün günahlar" sözü, küfür ve şirki de içine alır. Fakat gafil olmamak gerekir ki bu genel af âyeti, arkasındaki onun için ümit kesmeyin de "Rabb'inizin merhametine sığının ve ona teslim olun."(Zümer, 39/51) hitabıyla Allah'a sığınma ve teslim olmaya yani Allah'a dönmek ve onun merhamet ve himayesine sığınmak suretiyle imana ve boyun eğmeye davet içindir. Geçmişteki günahlar büyüklüğünden dolayı asla affedilip bağışlanamaz zanniyle ümitsizliğe düşenlerin Allah'a sığınıp teslim olarak bağışlanmaya erebileceklerini, yani "İslâm daha önce olanları keser atar." yeni doğmuş gibi tertemiz eder olduğunu ilan ederek iman ve İslâm'a ve günahlardan tevbeye teşviktir. Yoksa günahlara ve kötülüklere teşvik için değildir. Allah ve peygamber tanımayan, ilâhî rahmet ve mağfiretle ilgisi olmayan, azabı görünceye kadar bunları arayıp bulma yolunda bir tevbe ve sığınma adımı atmayan, küfürde israr eden inatçı azgınların o genel aftan ne hisseleri olabilir ki Peygamber onu istesin, Allah'ın onlar için hazırladığı ve onların kendi elleriyle, kazançlarıyla körükledikleri cehennem ateşinin söndürülmesine Allah ve Peygamber razı olsun! Bunlar hakkında bir önceki sûrede "Her kim cimrilik eder ve kendini ihtiyacı yok sayarsa ve en güzeli yalanlarsa onu da en zor olana hazırlayacağız." (Leyl, 92/8-10) ve "Ben size bir ateş haber verdim ki, alevlendikçe alevlenir. Ona ancak en azgın olan girer. O ki, yalanlamış ve yüz çevirmiştir." (Leyl, 92/14-16) buyurulmuştur. Bu sûrede de "Senin için daha hayırlıdır" denilerek hayrın Peygamber'e tahsis edilmesiyle onların bu hayrın dışında bırakıldığına işaret edilmiştir. "Benim ardımdan gelen bendendir." (İbrahim, 14/36) mânâsınca Peygamber'in ardından giden de ondandır.
Özetle, bu hayırlı olmada, bu Muhammed (s.a.v.)'e verilen lütufta ümmete şefaat meselesi pek önemli bir asıldır. Bundan ümmetin hissesi de peygambere uymasıyla uygunluk arzetmektedir. Bununla beraber lafzın genelliğine nazaran, lütfun sadece şefaatten ibaret olması da gerekmez. Onun için Ebu Hayyan'ın açıkladığı gibi demişlerdir ki: En uygun olanı, bunun dünyadaki lütufları da, her türü ile ahiretteki lütufları da içine alacak şekilde genel olmasıdır. Elbette ahiretteki lütuflar dünyadakilerden çok büyüktür.
1. Andolsun o duhâya. Duhâ diye bilinen kuşluk vaktine ki, güneşin parlayıp yükselmeğe başladığı, gündüzün gençliği zamanıdır. "Lâm" cins için olur. Yahut, kuşluk vakitleri içinde seçkin bir kuşluk vaktine ki, "lâm" aht için olarak hakikat güneşinin Muhammed ufkundan doğup "âlemlere rahmet olarak"(Enbiya, 21/107) her tarafa elçilik göreviyle ışıklar saçmaya başladığı zamana işarettir.
Hitabın Resulullah (s.a.v.)'a olması itibariyle "lâm"daki bu ahit mânâsı tercih edilir. Bundan dolayı Hz. Muhammed (s.a.v)'in yüzüne veya ilâhî konuşma zamanına işaret olduğu da söylenmiştir. Nitekim "Tâhâ" Sûresi'ndeki "İnsanların kuşluk vakti toplanması."(Tâhâ, 20/59) âyetinden anlaşıldığı üzere halkın toplanıp Musa (a.s)'nın sihirbazlara galip geldiği vakit de bilinen bir kuşluk vaktidir.
2. Ve sessizliğe büründüğü, kararını bulup sakinleştiği zaman geceye andolsun. Yani tam tavına gelip durduğu, içindekilerin sakinleştiği vakit ki, gecenin başından bir süre geçtikten sonraki orta anlarıdır. O vakit karanlık artacağı kadar artmış, örteceğini örtmüş, kararını bulmuş, bir de ses seda kesilmiş, dinmiş olur. "Karanlığın çöktüğü, ortalığı örttüğü veya rüzgarın kesildiği" veya "gecenin tükendiği sıra" diye de düşünülebilir ki her birini duhâ'ya bir karşılık olması veya bir şekilde bir benzeyişi vardır. Biri neşe biri keder, yahut kederin yok oluşunu ifade eder.
SECÂ, "ulüvv" kalıbında "sücüvv" kökündendir. Sücüvv mutlak olarak sakinleşme, yani bir şey kararını bulup dinmek, sakin olmak mânâsınadır. "Bahr-i saci"; dalgasız durgun deniz, "tarf-ı saci, sakin baygın göz, "leyl-i saci'" de sakin, durgun, rüzgarsız gece demektir. Seciyye de sakinleşme mânâsından alınmış olup insanın nefsinde sakin ve sabit huy, meleke demektir. Tesciye de örtmek mânâsına gelir. Buna göre gecenin sakinleşmesi demek olan sücüvv zamanı; iyice durgunluğu ile tam kararması, örtüp kaplaması veya sona erip geçmesi zamanı diye de anlaşılmıştır. İbnü A'rabi: "gecenin karanlığı şiddetlendi" demektir, demiştir. İbnü Münzir ve daha bazıları İbnü Cübeyr'den naklen şöyle demişlerdir: "Gece gelip her şeyi örttüğü zaman." denir. İbnü Cerir ve İbnü Merduye, Avfi kanalıyla İbnü Abbas'ın "geldi" demektir dediğini; İbnü Münzir ve İbnü Ebi Hatim de yine İbnü Abbas'ın "gitti" demektir, dediğini tesbit etmişlerdir. Çoğunluğun açıklamasına göre asıl sücüvv, sakinleşmek demek olduğu ve "leyl-i saci" rüzgarsız gece mânâsını ifade etmede yaygın olarak kullanılır olduğu için maksat, ğaşiy (örtmek, bürümek) de olduğu gibi karanlığın şiddet ve bastırmasını değil, "O, içinde sakinleşesiniz diye geceyi sizin için yaratandır."(Yunus, 10/67) âyeti mânâsınca bilhassa sakinlik ve sessizlik zamanını hatırlatmış olması açıktır ki, bu sakinlik geceleyin çıtırdı duyulmayacak şekilde hasıl olan herhangi bir hissî ve manevî sessizlikle huzur ve istirahatı veya gecenin bitmesi gibi kederin yok olması zamanını da içerir. Bu suretle karanlık ve kederde ve dolayısıyla hayatta olan değişimlerde, elemler ve kederler veya ölüm ile fanilik sıkıntısının basması ve vahyin kesintiye uğraması ile marifet nurunun sönmesi ve ruhun alınması hallerine işaret olmakla burada murat, o karanlık ve kederin kendisi değil, bilhassa öyle bir durumda meydana gelen huzur ve sükunu hatırlatma, yani gecenin duyulmaması halinde olduğu gibi vahye ara verilmesinde de bir dinleniş ve kesinti bulunduğunu veya gecenin geçmesi, sabahın başlaması sıralarında olduğu gibi vahyin kesilme zamanı bitip yeniden başlamasıyla kederin neşeye dönüştüğü zamanı duyurmaktır. Şu halde hayatın ve marifet nurunun yaldızlı bir şekilde parlatmaya başladığı, genç ve dinç bir neş'e zamanını, ruh tecellilerini ifade ettiği gibi, ona karşılık mutlak bir karanlığı, beden sıkıntısını hissettirmekle beraber, "sakinleştiği zaman" kaydı o karanlığın sakinleşmesi anındaki huzur ve dinlenme ile yorgunluk ve kederin yok olması ve ahiretle ilgili gelecek bir neşenin müjdelenmesi anını ifade etmiş olur ki, bunun iniş sebebiyle ve aşağıdaki gibi gelecek cevaplar ile bu sûrenin mânâsındaki derece derece yükselen vaad ve müjdeleme ile münasebeti ne güzeldir.
3. Kısacası, karanlıktan aydınlığa aydınlıktan karanlığa her saat durmadan değişen zaman farkları içinde bilhassa ilk hayat ve marifet neşesinin yükselmesi anı olan parlak kuşluk vaktine ve ona arız olmakla beraber gelecek bir hayat ve mutluluk neşesinin başlangıcı ve müjdecisi olan gecenin dindiği sessizlik anına yemin olsun ki ey Muhammed! Rabbın seni terketmedi, veda edip bırakıvermedi.
TEVDÎ, aslında misafirin veda etmesi yani giderken kalanlara "hoşça kalın", "Allah'a ısmarladık" gibi vaad, bolluk, hoşluk, akıbet duasıyla bırakıp gitmesi ve böyle veda ile uğurlanması demek olup sonra mutlak şekilde terkedip bırakmak mânâsına da kullanılmıştır. Yüce Allah hakkında bu bildiğimiz mânâ ile veda ve uğurlama tasavvur edilemeyeceğinden burada da terk mânâsıyla tefsir edilmiştir. Sûrenin iniş sebebi de buna diğer bir karinedir. Yani, "Rabbin seni bırakmadı", ve darılmadı Bırakmaması dargınlıktan, öfkeden bırakmamak değil, rahmet ve yardımından dolayı bırakmamaktır. Çünkü bırakmamak iki şekilde olur: Birisi lütuf, birisi helak etme, kahretme ifade eder. Yoksa "İnsan başıboş bırakılacağını mı zannediyor." (Kıyamet, 75/36) mânâsınca hiçbir insan mutlak mânâda başıboş bırakılmaz. Rab'lığın gerektirdiği bir netice olarak yükümlü olma sırrıyla ya rahmet eserinin, ya da gazap eserinin hükmü altında bulunur. Duha ve leyl'in birbirlerine karşılık olarak söylenmesinde buna da işaret vardır. Bundan dolayı bırakılmamaktan bir gazap ve öfke eseri hatıra gelmemek için "darılmadı" diye buğz ve öfkenin bulunmadığı belirtilerek rahmeti devam ettirme mânâsı vurgulanmıştır.
4. Bu daha çok açıklanarak da buyruluyor ki: Ve her halde son, bulunduğun her halin sonu, mesela hayatının başlangıcına nazaran peygamberlik hayatı, peygamberliğin başlangıcında vahyin gelişine nazaran kesilişi hali, vahyin kesilişine nazaran tekrar böyle başlayışı hali, böyle bu sûrenin inişinden sonra zamanla ulaşacağın her halin ard arda sonu, nihayet ölümden sonra ahiret nimeti, kısacası, peygamberliğinin başlangıcına nazaran sonrası, hayat ve ölümünde bulunduğun ve bulunacağın her halin önüne nazaran sonu ve bütün dünyaya nazaran ahiret senin için önceden, evvelden daima hayırlıdır. Yani sen böyle halden hale, hayırdan daha hayırlısına durmadan yükselip gideceksin.
"Evvel" ve "ahir" kelimelerinin müennesi olan "ûlâ" ve "ahiret", dünya ve ahiret demek gibi olmakla berber evvelki ve sonraki, önü ve sonu mânâlarıyla ondan farklı olarak da kullanılır. Dünya karşılığı olan Ahiret, ahiret yurdu ve ahiret hayatı demek olarak ölümden sonrasını ifade etmede meşhur olmuştur. Oysa "evvel" karşılığı olan "ahire", herhangi bir ön karşılığı olarak sonu ve içinde bulunulan halin geçmişine karşılık olan geleceğini de ifade eder. Mesela, bu sûrenin inmesi anında ön ve son denince, ölümden öncesi ve sonrası mânâsından daha çok, o andan önceki geçmiş ile o andan sonraki bütün geleceği kapsıyan, "gelecek" mânâsına ilerisi anlaşılmak yaraşır. Bu mânâ ile "ahiret senin için ûladan daha hayırlıdır" demek, senin bulunduğun her halin sonu senin için önünden daima daha hayırlıdır. Yani sen günden güne, halden hale ileri doğru daima hayırdan hayıra yükseleceksin, neticede vefatından sonra da ahiret hayatın dünya hayatından daha hayırlı olacak demek olur. Yoksa bu andan itibaren, ölümün senin hakkında dünya hayatından daha hayırlıdır demek değildir. Eğer böyle olsa idi, şu anda ölmek senin için daha hayırlıdır demek olur ve bununla Peygamber ölmeye davet edilmiş bulunur ve bundan sonra dünyada yaşaması, hakkında daha hayırlı olmamış olurdu. Oysa bu sûre Mekke'de inmiş olduğu için Peygamber bundan sonra da dünyada "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim."(Mâide, 5/3) âyetinin ve "Allah'ın yardımı gelince"(Nasr, 110/1) sûresinin iniş senesine kadar yaşamış, İslâm'ın asıl ortaya çıkış ve üstün gelişi Hz. Muhammed (s.a.v.)'in hayatının bu safhasında tecelli etmiş ve dolayısıyla günden güne hayırda yükselen bu yaşayışın da evvelkinden hayırlı olduğu ve vefatından sonrasının da onun hakkında daha hayırlı olacağı ortaya çıkmıştır.
Kısacası, burada ahiret sade dünya yurdu karşıtı olan ahiret yurdu demek olmayıp ondan daha geneldir. "Ûlâ" da yalnız dünya yurdu mânâsına "ilk yurt" demek değil, daima peygamberin bulunduğu hale nazaran ilk hal ve son hal mânâsına olmak daha uygundur. Bu mânâda ahiretin dünyadan daha hayırlı olması da dahildir. İbnü Atıyye ve daha bir kısım tefsirciler bunu "başlangıç" ve "son" mânâsıyla şöyle tefsir etmişlerdir: "Kuşkusuz senin işinin sonu başlangıcından daha hayırlıdır. Daima kuvvetin artacak ve rütben yükselip gidecek." Belli ki bundan maksat, sadece dünyada demek değil, dünyada ve ahirette demektir.
Burada böyle "ahiret" kelimesini ahiretten daha genel mânâ ile sonu önünden daha hayırlı diye anlamak, bu âyetin, kendisinden önce geçenlere bağlanması itibarıyla daha açık ve kapalılıktan uzak olduğu gibi, dünya karşılığı olan ahireti, yani ölümden sonrasını da kapsadığı için Taberani'nin "Evsat"ta ve Beyhakî'nin "Delail"de İbnü Abbas'tan rivayet edildiğini tesbit ettikleri şu hadisle de çelişkili olmaz. İbnü Abbas demiştir ki: Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Benden sonra ümmetime açılacak olan şeyler bana arz edildi de bu beni sevindirdi." Bunun hemen ardından da yüce Allah "Son senin için ilkten daha hayırlıdır." âyetini indirdi. Bundan bu âyetin ayrıca bir iniş sebebi bulunduğu, ahiretin de ölümden sonraya ait olarak dünya karşılığı olduğu açık görünüyorsa da bunu evvelki iniş sebebine dahil olarak veya âyetin, kendinden önceki kısma bağlanması itibarıyla genelleştirerek anlamak mânâ bakımından daha kuvvetli olacaktır. Demek olur ki bu sûre inerken vahiy, yalnız nazım ve mânânın indirilmesiyle vaad ve haber verme halinde kalmamış, bu mânânın gelecekte gerçekleşme şekli de keşif halinde açıkça gösterilmiştir ki, bu da mucizelerden bir mucize demektir. Nitekim Kisra ve Kayser mülklerinin ve İstanbul'un fethi hakkındaki haberler de bu cümledendir. Şu halde diğer bir kısım tefsircilerin dedikleri gibi burada da ahiret, bildiğimiz dünya karşılığı olarak, "ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır" diye tefsir edilecek olursa, bunu önceki âyetlere bağlamak için şu mânâda anlamak gerekir: "Sakın üzülme. Rabbin sana veda etmedi ve darılmadı. Onun için bu dünyanın gündüzü de gecesi de senin için hayırlıdır. Vahyin gelmesinde de kesilmesinde de senin hakkında hayır vardır. Sen, ölümüne kadar çok hayırlara ereceksin. Bununla beraber dünyadan gidince o hayırlar kesilecek de sanma. Senin için ahiret her halde bu dünyadan daha hayırlı olacak." Bu mânâ "hayır" kelimesinin üstünlük sıfatı olmasından anlaşılır. Zira ahiretin daha hayırlı olmasından dünyanın da hayırlı olması gerekir. Ancak bundan, dünyadaki hayrın derece derece yükselerek arttığı anlaşılmaz. Diğer yorum şeklinde ise her halde sonu önünden daha hayırlı olarak bu mânâ da anlaşılır. "senin için" diye tahsis edilmesinde, lamın sağladığı bu tahsis mânâsı, "senin dışında herkese göre değil, sana eziyet eden kâfirlere göre senin için daha hayırlıdır" demektir. Bu, ona iman eden ümmetin hakkında da ahiretin dünyadan daha hayırlı olmasına engel olmaz. Zira Peygamber'in peşinden giden ondandır: "Bana tabi olan bendendir."(İbrahim, 14/36) Ayrıca Peygamber için hayırlı olan bütün ümmeti için hayırlıdır. Onun dünyadaki hayrından kâfirler bile istifade eder. Ancak ahiret hayrı yalnız müminlerindir.
5. Bu hayırlı olma durumu daha çok açıklığa kavuşturulmak ve desteklenmek üzere de şöyle buyruluyor: "Rabbin sana verecek."
Bu lâm, 'deki lâm gibi başlangıç lâmı olarak takdirinde olması da, her ikisinin yemin olması da caiz görülmüştür. İki durumda da cümlenin mânâsını vurgulayarak desteklemek içindir. Yemin ile tekit (vurgu), daha kuvvetlidir.
SEVFE, gelecekte bir şeyin vuku bulup gerçekleşeceğini ifade eden tenfis edatıdır. "senin Rabb'in" isminin, "o" şeklinde zamir olarak söylenmeyip de böyle açık isim olarak söylenmesiyle "senin Rabb'in" ve "sana" denilerek hitabın tekrarlanması, Rab'lık tecellilerinin ard arda gelmesiyle lütuf üzerine lütuftur. Yani, muhakkak sana böyle hayırdan hayıra kendisine ait Rab'lık lütufları ard arda gelen ve seni böyle terbiye edip seçerek yetiştiren Rabbin, ilerde sana öyle lütuflarda bulunacak, ihsan ve ikramından sana öyle verecek, öyle verecek ki sen tamamen razı olacak, rızaya ereceksin, bütün dileklerin gerçekleşecek, hiçbir üzüntü ve keder, hiçbir sıkıntı ve "acaba ne olacak" diye meraklı bekleyiş durumu kalmayacak derecede huzur ve sonsuzluk âleminde hoşnut olacaksın. Bu razı ve hoşnut olma makamı, kendisinden razı olunma (merdiyye) makamından önce gelen makamından daha yüksek olarak makamıdır. "Radiye-merdiyye" makamı, nefsin meyil ve arzularından soyutlanarak mutlak şekilde Hakkın leh ve aleyhindeki kaza ve kaderi, cemal ve azameti hükümlerine razı olup her işinde kendinin değil, yalnız Hakk'ın rızasını arayıp yüce Allah katında razı olunan bir kul olmaya çalışma makamıdır. Bu "merdiyye-radiye" makamı ise, kendisinin yüce Allah katında razı olunan bir kul olduğunu gerçek bir şekilde gösterip tanıtan cemal tecellisinde nefsin bütün meyillerinin dahi lehinde olarak, gelişerek arzu ettiği gayeye ermek suretiyle hoşnutluk makamı; "Rabb'inin seni bir makam-ı Mahmud'a göndermesi yakındır." (İsrâ, 17/79) buyurulan, övülen Muhammed aleyhisselâtü vesselama ait olan makamdır.
Bu lütuf ve ihsanın muzari (gelecek zaman) kipiyle ifade edilmesine göre kemal ve ahiretle ilgili değerli bir vaad olduğunda şüphe yoksa da, başlangıcı itibariyle dünyadaki nefsi feyizler, öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini bilme, emrin zuhuru, fetihler ile dini yüceltmek ve hak ve hayrı yaymak için yapılan mücadelelerde başarılı olma gibi gerek Peygamber (s.a.v) devrinde (asr-ı saadette) ve gerek daha sonraları meydana gelen ve gelecek olan lütufları dahi kapsar. Nitekim hicretle başlayan ilâhî yardım ve zaferler, Mekke'nin fethi ve diğer başarılar ile İslâm'ın yayılması bundan sonra olmuştur. Bununla beraber "Ahiret yurdu işte gerçek hayat odur."(Ankebut, 29/64), "Ahiret yurdu, Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır."(A'râf, 7/169), "Kıyamet günü, yaptıklarınızın karşılığı ödenecek." (Âl-i İmran, 3/185) olduğu için asıl hoşnutluk ahiret hayatında olacağından, vaad ve lütfun asıl önemi de oradadır. İbnü Ebu Hatim Hasen'in "o şefaattir" dediğini rivayet etmiştir. İbnü Merduye ve Ebu Nuaym "Hilye"de Harb b. Şüreyh'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Ebu Cafer Muhammed b. Ali Hüseyin Hazretlerine, "Ne dersin, dedim, Iraklı'ların bahsettikleri şefaat hakları mıdır?" "Evet" dedi ve şöyle devam etti: Muhammed b. Hanefiyye'nin Hz. Ali kanalıyla bana naklettiğine göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: Ben, Rabb'im bana "Razı oldun mu Ey Muhammed?" deyinceye kadar ümmetime şefaat edeceğim. O vakit, "Evet, ey Rabbim! Razı oldum." diyeceğim. Sonra bana yönelip şöyle dedi: Ey Iraklılar! Siz Allah'ın kitabında en ümit verici âyet, "De ki: Ey günah işlemekte haddi aşarak nefislerine karşı cinayet işlemiş kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Kuşkusuz Allah bütün günahları bağışlayıcıdır." (Zümer, 39/53) âyeti dersiniz. "Evet, biz öyle deriz" dedim. "Fakat, dedi, biz Ehl-i beyt de hep deriz ki, Allah'ın kitabında en ümit verici âyet, "Rabb'in sana, sen razı oluncaya kadar verecek." âyetidir ve o şefaattir" dedi.
İbnü Cerir İbnü Abbas'ın bu âyet hakkında şöyle dediğini tesbit etmiştir: Muhammed (s.a.v.)'in rızasından birisi de Ehl-i Beyt'inden birinin ateşe girmemesidir. Hatib el-Bağdadî'nin "Telhisu'l-Müteşabih" adlı eserinde, İbnü Abbas'tan gelen diğer bir rivayette, "Onun rızası, ümmetinin hepsinin cennete girmesidir." denilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ümmetine karşı duyduğu büyük şefkat de bunu gerektirmektedir. Çünkü o ümmetinin üzerine titremekte olup müminlere karşı son derece merhametli ve şefkatlidir.
Alûsî'de "Dürr-i mensur"dan naklen zikredildiği üzere Müslim İbnü Ömer Hazretlerinin şöyle rivayet ettiğini tesbit etmiştir: Resulullah (s.a.v.) İbrahim (a.s) hakkındaki "Kim benim peşimden gelirse o bendendir." (İbrahim, 14/36) âyetini, İsa (a.s) hakkındaki "Onlara azap edersen, kuşku yok ki onlar senin kullarındır..."(Mâide, 5/118) âyetini okudu. İki elini kaldırdı da "Allah'ım! Ümmetim, Ümmetim!" dedi ve ağladı. Yüce Allah da şöyle buyurdu: "Ey Cebrail! Git Muhammed'e söyle: Biz seni ümmetin hakkında razı edeceğiz ve seni utandırmayacağız." Bu güzel vaad ve müjdeyi dinlerken şunu da unutmamak gerekir ki peygamberin rızası Allah'ın rızasındadır. Allah'ın rızası olmayan bir şeye peygamberin razı olması düşünülemez. Yoksa peygamber, Allah'ın kendisinden razı olduğu kul olmamış olur. Allah'ın izni olmayınca da kimsenin şefaat etmesine ihtimal yoktur. "Allah'ın izni olmadan onun huzurunda kim şefaat edebilir?.."(Bakara, 2/255)
Allah ise küfre razı olmaz. "Kulları hesabına küfre razı olmaz."(Zümer, 39/7), "Lakin Allah size imanı sevdirdi ve onu kalbinizde süsledi. İnkârı, fasıklığı ve isyanı size kötü gösterdi. İşte onlar hak yolda dosdoğru gidenlerdir."(Hucurat, 49/7) Peygamberin ümmeti hakkındaki rızası ve şefaatı da iman ve onun peşinden gitmekle uygundur. "Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir." hadisi de, büyük günahlara teşvik için değil, "Ümmetî" yani "benim ümmetim" denilmekle iman eden ve onun peşinden gidenlerden olmanın kıymetini tesbit içindir. Bu büyük günahlara Allah'ı inkâr dahil değildir. Gerçi Hz. Muhammed (s.a.v)'e verilen lütfun faydalarından dünyada kâfirlerin dahi istifade ettiğinde kuşku yoksa da, bu istifade iman bulunmadıkça dünyada kalır. Ahiret için büyük zarar ve korkunç azap olur.
Buna karşı, "Madem ki Allah, razı oluncaya kadar Peygamber'e lütufta bulunacağını vaad etmiştir. Bu vaadi alan peygamber, mümin ve kâfir bir bütün olarak herkes hakkında bir "genel af" ilanını istemeli ve cehennemi tamamiyle kapattırmadan razı olmamalıydı. Muhammed (s.a.v)'in yaratılmışlara gösterdiği hoşgörü ve şefkat bunu gerektirirdi." demeye kadar gitmemeli, bu şekilde küfrü, zulmü, şirk ve kötülükleri, fasıklık ve isyanı desteklemek; ilâhî adaleti çalıştırmamak ve hürriyet, merhamet ve şefkati kötüye kullanmakla iyi şeyleri kötü şeylere feda etmeyi insanlık ve halk namına hayır sanmamalı, Allah'ın rızasını kötülere yöneltmekle ahiret mutluluk ve safasını dünya gibi bulandırmamalıdır. Bunlara ne Allah razı olur, ne de kul. Allah, kulları hesabına fasıklık, küfür ve isyana razı olmadığı halde peygamberde bunun aksine bir izin ve rıza bulunduğunu varsaymak onu "rıza makamı"ndan düşürmeye kalkışmak olur. "O gün ruh ve melekler saf saf kıyama duracaklar. Rahmân olan Allah'ın izin verdiklerinden başkası bir kelime söyleyemez. O da doğruyu söyler."(Nebe', 78/38) âyeti gereğince hak ve doğru söylemeyenlerin Rahmân'ın huzurunda konuşmaya hak ve selahiyetleri yoktur. Bununla beraber "De ki: Ey günah işlemekte haddi aşarak nefislerine karşı suç işlemiş kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Kuşkusuz Allah bütün günahları bağışlayıcıdır. O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." (Zümer, 39/53) âyet-i kerimesi, mümkün olan genel affın en genişini ilan etmiştir. Kuşku yok ki "bütün günahlar" sözü, küfür ve şirki de içine alır. Fakat gafil olmamak gerekir ki bu genel af âyeti, arkasındaki onun için ümit kesmeyin de "Rabb'inizin merhametine sığının ve ona teslim olun."(Zümer, 39/51) hitabıyla Allah'a sığınma ve teslim olmaya yani Allah'a dönmek ve onun merhamet ve himayesine sığınmak suretiyle imana ve boyun eğmeye davet içindir. Geçmişteki günahlar büyüklüğünden dolayı asla affedilip bağışlanamaz zanniyle ümitsizliğe düşenlerin Allah'a sığınıp teslim olarak bağışlanmaya erebileceklerini, yani "İslâm daha önce olanları keser atar." yeni doğmuş gibi tertemiz eder olduğunu ilan ederek iman ve İslâm'a ve günahlardan tevbeye teşviktir. Yoksa günahlara ve kötülüklere teşvik için değildir. Allah ve peygamber tanımayan, ilâhî rahmet ve mağfiretle ilgisi olmayan, azabı görünceye kadar bunları arayıp bulma yolunda bir tevbe ve sığınma adımı atmayan, küfürde israr eden inatçı azgınların o genel aftan ne hisseleri olabilir ki Peygamber onu istesin, Allah'ın onlar için hazırladığı ve onların kendi elleriyle, kazançlarıyla körükledikleri cehennem ateşinin söndürülmesine Allah ve Peygamber razı olsun! Bunlar hakkında bir önceki sûrede "Her kim cimrilik eder ve kendini ihtiyacı yok sayarsa ve en güzeli yalanlarsa onu da en zor olana hazırlayacağız." (Leyl, 92/8-10) ve "Ben size bir ateş haber verdim ki, alevlendikçe alevlenir. Ona ancak en azgın olan girer. O ki, yalanlamış ve yüz çevirmiştir." (Leyl, 92/14-16) buyurulmuştur. Bu sûrede de "Senin için daha hayırlıdır" denilerek hayrın Peygamber'e tahsis edilmesiyle onların bu hayrın dışında bırakıldığına işaret edilmiştir. "Benim ardımdan gelen bendendir." (İbrahim, 14/36) mânâsınca Peygamber'in ardından giden de ondandır.
Özetle, bu hayırlı olmada, bu Muhammed (s.a.v.)'e verilen lütufta ümmete şefaat meselesi pek önemli bir asıldır. Bundan ümmetin hissesi de peygambere uymasıyla uygunluk arzetmektedir. Bununla beraber lafzın genelliğine nazaran, lütfun sadece şefaatten ibaret olması da gerekmez. Onun için Ebu Hayyan'ın açıkladığı gibi demişlerdir ki: En uygun olanı, bunun dünyadaki lütufları da, her türü ile ahiretteki lütufları da içine alacak şekilde genel olmasıdır. Elbette ahiretteki lütuflar dünyadakilerden çok büyüktür.