Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

  • Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Buhrana Düşmüş Gençlerin Yaşadığı ProbLemLerin Sebep Ve SonuçLarı iLe iLgiLi makaLe ?

UquR

MFC Üyesi
Konum
AparTman xD
  • Üyelik Tarihi
    1 Eyl 2009
  • Mesajlar
    4
  • MFC Puanı
    0
ArkadaşLar BaşLıktada beLirttiğim Gibi Herkes Bu Konu Hakkındaki Görüsünü BeLirtirse Sevinirim. Dönem Ödevim :)

Buhrana Düşmüş GençLerin Yaşadığı ProbLemLerin Sebep Ve SonuçLarı iLe iLgiLi makaLe Yazacağız LütFen Yardımcı OLun :) ?
 

Sindy

꧁༒ ♡ fσrum mєlєgí ♡ ༒꧂
Süper Moderatör
  • Üyelik Tarihi
    3 Ocak 2010
  • Mesajlar
    11,327
  • MFC Puanı
    64,261
NASIL BİR GENÇLİK

Nasıl bir gençlik ALPEREN GÜRBÜZER

İlkbahar yaza yaz sonbahara sonbahar kışa dönüşürken insanoğlu bütün bu mevsim değişiklikleri seyrederek dünyada geçireceği hayat serüvenini hatırlıyor kendi kendine. Bütün bu olanlara bakarak burası dünya burası hepimiz için imtihan salonu diye haykıramız geliyor içimizden.
Hz. Nuh(a.s)’a sormuşlar; dokuz yüz senelik dünya hayatından ne anladın diye. O da; “Dünya iki kaplı handır birinden girdim diğerinden çıktım” şeklinde cevap vermiş böylece hayatı özetlemiş. Peki ya bizim durumumuz nasıl bunca ömür ne yaptık ki acaba? Bu gün Allah için ne yaptın sorusunu uzun zamandır işitemez olduk. Yazık nice kaybettiğimiz yıllara. Hem de ne vah vah nice harap geçen halimize. Allah’ım başımız yerde hala merhametine müştakız. Gidecek kimimiz kaldı ki senden başka. Yüzümüz olmasa da dönüp dolaşacağımız dünyamızda varacağımız nokta sana gelmektir. Ya Rab! Huzurunda Yusuf’un düştüğü zindanı Yakup’un gözyaşını Musa’nın asasını ve Efendimiz (s.a.v)’in âlemlere rahmet olan şefaatini düşüneceğiz buna mecburuz da. Yeryüzü bataklığında kendimizi yaktığımız dünyayı mescit değil de bir konaklama mekânı yaptığımız için ah-ı aman diliyoruz daha şimdiden. Merhametine sığınacağız rahmet yağmurunu üzerimize yağması için huzuru ilahide meleklerini indirirken rahmete gark olmak adına eman diliyoruz. Affetmen için ellerimizi açıp kalbimizle yalvarıyoruz sığınacak dalımız bir tek sen varsın. Her yağan rahmet yağmur tanesinde bir melek var çünkü. Dünyada nice kuyular kazıldı nice tuzaklar kuruldu boş bulunduk dengemizi kaybettik biranda. Biliyoruz son pişmanlığın fayda vermeyeceğini yine de bir feryatla kapına dayandık. Senden geldik dönüş sana. Umudumuz sen seni istiyoruz. Ya Rab! Dünyadayken de gençliğimiz eyvahtı huzurunda da öyle. Rahmetin gazabını geçtiğini bildirdin bize. Yunusça kahrında hoş lütfün da hoş demek düşer bize bu yüzden.
Dualarımızla içten münacat ettikten sonra gelelim konunun ciddiyet boyutuna. Bilindiği üzere hayatın her değişim evrelerinde karşılaşacağımız olaylar yaşananlar ve yaşanacak olan her şey insanın alın yazısı hatta bütün canlıların kader döngüsü levh-i mahfuzda kayıtlı. Bu kader döngüsü içerisinde insanın diğer canlılardan ayıran en önemli farkı tüm mahlûkata halife tayin edilmesidir yani eşrefi mahlûkat olması. Eşrefi mahlûkat yaratılmışların en üstünü demek ona bu üstünlük misyonunu yükleyen sebep omuzlarına yüklendiği ilahi emanetten dolayıdır. Madem emanet sahibiyiz o halde yaratılış gayemize uygun bir hayat tablosu ortaya koymak boynumuzun borcu olsa gerektir. Daha dünyaya ilk adım attığımız andan itibaren öteki dünyaya yolcu olacağımız son adım arasındaki zamanı iyi değerlendiren bir kul olabilirsek Ahsen-i takvimle müjdeleniriz bunun aksi durumda ise sonumuz esfel-i safilindir yani hayvandan da aşağı mertebeyle uğurlanmak demektir.
Bir çocuk akıl baliğ olmakla birlikte ilahi hükümleri uygulama sorumluğu üstlenmiş pozisyona gelir. Ki bu sorumluluk basamağı gençlik çağıdır bu böyle biline.
Nasıl bir toplum olduğumuz öğrenmek istiyorsak yaşadığımız toplumun gençliğine bakmak kâfi. Nitekim Bir Alman filozofu; “Bana gençliğinizi gösterin size geleceğinizi söyleyeyim” demiştir. Zira gençlik toplumun aynasıdır. Şöyle bir hayat öykümüze baktığımızda; çocukluk dönemimiz tohum gençliğimiz ise çiçek halimizdir. Bir tohumda nasıl ki koca bir ağaç gizli ise çocukluk ve gençlik tohumunda da bir millet hatta tüm bir insanlık gizlidir. O halde yapılacak ilk iş toprağa atılacak tohumun uygun ortam ve şartlarda filizlenmesini sağlayıp çiçek açtıktan sonra da iyi bir meyve vermesini beklemektir. Bugün gençliğin anomi hal alması gerekli uygun zemin ve şartları sunamamızdan kaynaklanmaktadır. Çocuklarımız hayatın acımasız tuzaklarına yenik düşüp her biri birer birer kaybolurken bu gidişe dur diyecek kimsemiz kalmamış maalesef. Her yanımız harap her yer zindan. Dağ taş ve hatta bütün kâinat bu gidişattan incinmiş kıyam halinde sanki. Gençlerin meselelerine eğilmemek onların dünyalarına tercüman olamamak gibi bir tablo var önümüzde. Bütün bu gerçekler ortada iken hala bizde iyi adam yetişmiyor serzenişinde bulunma hakkını pişkin vaziyette görüyoruz kendimizde. Hem gerekli alt yapıyı kurmuyoruz hem de durumdan vazife çıkarıp sürekli bir şeylerden şikâyetçi olmayı yeğliyoruz.
Hayat denen serüvende gençliğini hiçe sayan uygulamalar yarınlarımızı karartıyor hep. Peyami Safa; “Gençliği ayakta olmayan cemiyet yataktadır” derken kanayan yaramıza neşter vurup çok doğru bir teşhiste bulunuyor. Gerçektende şuanda yaşadığımız manzara hasta yatağa düşmüş halidir. Birbirimizden habersiz yığını andırıyoruz her birimiz. Bunlar ellerimiz bunlarda ellerimizin büyük boşluğu beş parmağın beşi de birbirinden habersiz işlev görüyor sanki. Dayanışma yok birlik şuuru yok maddi manevi bir hamle yok. Yok yok yani yoklarımız bir değil birçok. Hâsılı yoklarımız varlarımızın çok çok ötesinde. Öyle ki geçmişte yaşadığımızı bugünde hala yaşamakta olduğumuz kanlı terör olayların yankıları hala zihinlerimizde taptaze duruyor. Reşit olmamış daha yeni akil baliğ yaşa gelmiş gençliğin eline tutuşturulmuş pankartlarla sokağa dökülmüşlüğü ne halde olduğumuzun tipik misaliydi. Yetkililer her zaman bildik alıştığımız cümleleri saf etmişlerdi: ‘Devletimiz büyüktür her şeyin üstesinden gelecek güce sahiptir bu yapılanlar yanına kar kalmayacak’ gibi beyanlarla işi geçiştirmeye çalıştılar habire.NASIL BİR GENÇLİK
ALPEREN GÜRBÜZER

İlkbahar yaza yaz sonbahara sonbahar kışa dönüşürken insanoğlu bütün bu mevsim değişiklikleri seyrederek dünyada geçireceği hayat serüvenini hatırlıyor kendi kendine. Bütün bu olanlara bakarak burası dünya burası hepimiz için imtihan salonu diye haykıramız geliyor içimizden.
Hz. Nuh(a.s)’a sormuşlar; dokuz yüz senelik dünya hayatından ne anladın diye. O da; “Dünya iki kaplı handır birinden girdim diğerinden çıktım” şeklinde cevap vermiş böylece hayatı özetlemiş. Peki ya bizim durumumuz nasıl bunca ömür ne yaptık ki acaba? Bu gün Allah için ne yaptın sorusunu uzun zamandır işitemez olduk. Yazık nice kaybettiğimiz yıllara. Hem de ne vah vah nice harap geçen halimize. Allah’ım başımız yerde hala merhametine müştakız. Gidecek kimimiz kaldı ki senden başka. Yüzümüz olmasa da dönüp dolaşacağımız dünyamızda varacağımız nokta sana gelmektir. Ya Rab! Huzurunda Yusuf’un düştüğü zindanı Yakup’un gözyaşını Musa’nın asasını ve Efendimiz (s.a.v)’in âlemlere rahmet olan şefaatini düşüneceğiz buna mecburuz da. Yeryüzü bataklığında kendimizi yaktığımız dünyayı mescit değil de bir konaklama mekânı yaptığımız için ah-ı aman diliyoruz daha şimdiden. Merhametine sığınacağız rahmet yağmurunu üzerimize yağması için huzuru ilahide meleklerini indirirken rahmete gark olmak adına eman diliyoruz. Affetmen için ellerimizi açıp kalbimizle yalvarıyoruz sığınacak dalımız bir tek sen varsın. Her yağan rahmet yağmur tanesinde bir melek var çünkü. Dünyada nice kuyular kazıldı nice tuzaklar kuruldu boş bulunduk dengemizi kaybettik biranda. Biliyoruz son pişmanlığın fayda vermeyeceğini yine de bir feryatla kapına dayandık. Senden geldik dönüş sana. Umudumuz sen seni istiyoruz. Ya Rab! Dünyadayken de gençliğimiz eyvahtı huzurunda da öyle. Rahmetin gazabını geçtiğini bildirdin bize. Yunusça kahrında hoş lütfün da hoş demek düşer bize bu yüzden.
Dualarımızla içten münacat ettikten sonra gelelim konunun ciddiyet boyutuna. Bilindiği üzere hayatın her değişim evrelerinde karşılaşacağımız olaylar yaşananlar ve yaşanacak olan her şey insanın alın yazısı hatta bütün canlıların kader döngüsü levh-i mahfuzda kayıtlı. Bu kader döngüsü içerisinde insanın diğer canlılardan ayıran en önemli farkı tüm mahlûkata halife tayin edilmesidir yani eşrefi mahlûkat olması. Eşrefi mahlûkat yaratılmışların en üstünü demek ona bu üstünlük misyonunu yükleyen sebep omuzlarına yüklendiği ilahi emanetten dolayıdır. Madem emanet sahibiyiz o halde yaratılış gayemize uygun bir hayat tablosu ortaya koymak boynumuzun borcu olsa gerektir. Daha dünyaya ilk adım attığımız andan itibaren öteki dünyaya yolcu olacağımız son adım arasındaki zamanı iyi değerlendiren bir kul olabilirsek Ahsen-i takvimle müjdeleniriz bunun aksi durumda ise sonumuz esfel-i safilindir yani hayvandan da aşağı mertebeyle uğurlanmak demektir.
Bir çocuk akıl baliğ olmakla birlikte ilahi hükümleri uygulama sorumluğu üstlenmiş pozisyona gelir. Ki bu sorumluluk basamağı gençlik çağıdır bu böyle biline.
Nasıl bir toplum olduğumuz öğrenmek istiyorsak yaşadığımız toplumun gençliğine bakmak kâfi. Nitekim Bir Alman filozofu; “Bana gençliğinizi gösterin size geleceğinizi söyleyeyim” demiştir. Zira gençlik toplumun aynasıdır. Şöyle bir hayat öykümüze baktığımızda; çocukluk dönemimiz tohum gençliğimiz ise çiçek halimizdir. Bir tohumda nasıl ki koca bir ağaç gizli ise çocukluk ve gençlik tohumunda da bir millet hatta tüm bir insanlık gizlidir. O halde yapılacak ilk iş toprağa atılacak tohumun uygun ortam ve şartlarda filizlenmesini sağlayıp çiçek açtıktan sonra da iyi bir meyve vermesini beklemektir. Bugün gençliğin anomi hal alması gerekli uygun zemin ve şartları sunamamızdan kaynaklanmaktadır. Çocuklarımız hayatın acımasız tuzaklarına yenik düşüp her biri birer birer kaybolurken bu gidişe dur diyecek kimsemiz kalmamış maalesef. Her yanımız harap her yer zindan. Dağ taş ve hatta bütün kâinat bu gidişattan incinmiş kıyam halinde sanki. Gençlerin meselelerine eğilmemek onların dünyalarına tercüman olamamak gibi bir tablo var önümüzde. Bütün bu gerçekler ortada iken hala bizde iyi adam yetişmiyor serzenişinde bulunma hakkını pişkin vaziyette görüyoruz kendimizde. Hem gerekli alt yapıyı kurmuyoruz hem de durumdan vazife çıkarıp sürekli bir şeylerden şikâyetçi olmayı yeğliyoruz.
Hayat denen serüvende gençliğini hiçe sayan uygulamalar yarınlarımızı karartıyor hep. Peyami Safa; “Gençliği ayakta olmayan cemiyet yataktadır” derken kanayan yaramıza neşter vurup çok doğru bir teşhiste bulunuyor. Gerçektende şuanda yaşadığımız manzara hasta yatağa düşmüş halidir. Birbirimizden habersiz yığını andırıyoruz her birimiz. Bunlar ellerimiz bunlarda ellerimizin büyük boşluğu beş parmağın beşi de birbirinden habersiz işlev görüyor sanki. Dayanışma yok birlik şuuru yok maddi manevi bir hamle yok. Yok yok yani yoklarımız bir değil birçok. Hâsılı yoklarımız varlarımızın çok çok ötesinde. Öyle ki geçmişte yaşadığımızı bugünde hala yaşamakta olduğumuz kanlı terör olayların yankıları hala zihinlerimizde taptaze duruyor. Reşit olmamış daha yeni akil baliğ yaşa gelmiş gençliğin eline tutuşturulmuş pankartlarla sokağa dökülmüşlüğü ne halde olduğumuzun tipik misaliydi. Yetkililer her zaman bildik alıştığımız cümleleri saf etmişlerdi: ‘Devletimiz büyüktür her şeyin üstesinden gelecek güce sahiptir bu yapılanlar yanına kar kalmayacak’ gibi beyanlarla işi geçiştirmeye çalıştılar habire.


 

Sindy

꧁༒ ♡ fσrum mєlєgí ♡ ༒꧂
Süper Moderatör
  • Üyelik Tarihi
    3 Ocak 2010
  • Mesajlar
    11,327
  • MFC Puanı
    64,261
SALDIRGANLIK VE DUYGUSAL GELİŞİMLE İLİŞKİSİ*

D.W.Winnicott


[1950-5]
* Through Paediatrics to Psycho-Analysis (Collected Papers)
( Pediyatriden Psikanalize [Toplu Yazılar]),1992, Brunner/Mazel Ed., New York
Çeviri: Nilüfer Güngörmüş-Erdem

I
SEMPOZYUMA KATKI

Saldırganlıkla ilgili bu çalışmanın altında yatan ana düşünce, eğer toplum bir tehdit altındaysa, bunun insandaki saldırganlıktan değil, bireylerdeki kişisel saldırganlığın bastırılmasından kaynaklandığıdır.

Saldırganlık psikolojisini inceleyen öğrenci şu nedenle ciddi bir zorlukla karşı karşıyadır: Bütünsel bir psikolojide, çalmakla çalınmak aynı şeydir ve ikisi de aynı derecede saldırgandır. Güçsüz olmak güçlünün güçsüze saldırması kadar saldırgandır. Cinayet ile intihar temelde aynı şeydir. Belki de en zoru, sahip olmak tamahkârca elde etmek kadar saldırgandır; gerçekten de elde etmek ile sahip olmak psikolojik bir birim oluşturur, biri olmadan öteki eksik kalır. Elde etme ve sahip olma iyidir veya kötüdür demek değildir bu.

Bu düşünceler sıkıntı vericidir çünkü geçerli toplumsal kabulün ardında gizlenen çözülmelere dikkati çekerler; saldırganlığı konu alan bir çalışmanın dışında bırakılamazlar. Ayrıca, fiili saldırganlığın incelenmesi, saldırganlığın altında yatan niyetin kökenleri irdeleyen bir çalışma ile temellendirilmelidir.

Kişiliğin bütünleşmesinden önce saldırganlık vardır . Bebek rahim içinde tekme atar; buradan, dışarı çıkmak için tekme attığı sonucunu çıkartamayız. Birkaç haftalık bebek kollarını oynatır; buradan, vurmak istediği sonucunu çıkartamayız. Bebek dişetleriyle meme ucunu çiğner; buradan, yıkmak veya can acıtmak amacı güttünü çıkartamayız. Başlangıçta saldırganlık etkinlikle neredeyse aynı anlama gelir; kısmi-işlevle ilişkilidir.

Çocuk bir kişi haline geldikçe, bu kısmi işlevler onun tarafından saldırganlık biçiminde düzenlenir. Hasta bir kişi, kastını aşan etkinlikler ve saldırganlıklarda bulunabilir. Kişiliğin bütünleşmesi belli bir gün, belli bir saatte oluvermez. Gelip gider, hatta bütünleşme iyice gerçekleştiğinde bile, çevreyle ilişkili beklenmedik talihsiz durumlar sonucunda kaybedilebilir. Bununla birlikte, sağlıkta, eninde sonunda niyetli davranışa ulaşılır. Davranış niyetli olduğu ölçüde, saldırganlık kastidir. Burada hemen saldırganlığın ana kaynağı dürtüsel deneyim gündeme gelir. Saldırganlık sevginin ilkel ifade biçiminin bir parçasıdır. Ele alınan ilk aşk dürtüleri (impulsion) olduğuna göre, oral terimlerle betimlenmesi uygun olur.

Oral erotizm saldırgan bileşenleri kendinde toplar ve sağlıkta, fiili saldırganlıkların -yani kişinin niyetli olarak ortaya koyduğu ve etrafındakiler tarafından da saldırganlık olarak hissedilen saldırganlıkların- büyük kısmının temeli oral aşka dayanır.

Her deneyim hem fizikseldir hem değildir. Düşünceler bedensel işlevlere eşlik edip onları zenginleştirir, bedensel işleyiş de düşünce oluşumuna (ideation) eşlik edip gerçekleşmesini sağlar. Ayrıca düşünce ve anılar toplamı ile ilgili olarak şunu söylemek gerekir: Bunlar, bilince ulaşabilenler, sadece bazı şartlarda bilince ulaşabilenler ve tahammül edilemeyen duygulanım yüzünden bilinçdışına bastırılan ve ulaşılamayanlar olmak üzere yavaş yavaş birbirinden ayrılır.

Fiili (actual) saldırganlık teması ile saldırgan dürtü temasını birbirine kattığımın farkındayım. Ancak biri olmadan ötekinin ele alınamayacağına inanıyorum. Soyutlanmış bir olgu olarak ele alınırsa, hiçbir saldırganlık edimi tam anlamıyla anlaşılamaz ve bir çocuğun herhangi bir edimi incelenirken aşağıdakiler göz önünde bulundurulmalıdır:
Kendisine bakım veren erişkinlerden oluşan çevre içerisindeki çocuk.
Kronolojik ve duygusal yaşına göre olgun çocuk.
Yaşına göre olgun olsa da, içinde birincil evreye dek uzanan bütün olgunlaşmamışlık derecelerini barındıran çocuk.
Olgunlaşmamış seviyelerde saplanmaları bulunan hasta bir kişi olarak çocuk.
Nispeten örgütlenmemiş bir duygusal seviyede olan ve halen kolayca gerileyip kendiliginden gerileme durumundan çıkabilen çocuk.

Çeşitli Evrelerde Saldırganlık
Bireyin yaş**ının başlangıcından başlayabilseydik iyi olurdu ancak bu evreye ait kesin olarak bilemediğimiz şeyler çok fazladır. Kapsamlı bir çalışmadan beklentimiz, saldırganlığı benlik gelişiminin çeşitli evrelerinde boy gösterdiği biçimiyle betimlesidir:

İlk evre........ Bütünleşme öncesi
Kaygı gütmeyen amaç


Ara evre....... Bütünleşme
Kaygı güden amaç
Suçluluk

Bütünsel kişilik evresi...... Kişiler arası ilişkiler
Üçgen ilişki durumları vb.
Çatışma –bilinçli ve bilinçdışı


Ben burada esas olarak bu temalardan ikincisi olan ara evrenin gelişimini ele almak istiyorum .


Kaygı öncesi evre
Çocuğun kişi olarak var olduğu ve bir amaç taşıdığı, fakat bunun sonuçlarını dert etmediği kuramsal bir kaygısızlık veya insafsızlık evresi betimlemek gerekir. Çocuk henüz bu aşamada, uyarılma esnasında tahrip ettiği şey ile uyarılmalar arasındaki sakinleşme zamanlarında değer verdiğinin aynı şey olduğunu idrak edemez. Çocuğun uyarılma halindeki sevgisi anne bedenine hayali saldırıyı da içerir. Burada saldırı sevginin bir parçasıdır .

Bunun bir kısmının, kişiliğin sakin ve uyarılmış yönleri arasıdaki bir çözülme biçiminde ortaya çıktığı görülebilir, bu durumda, genelde iyi ve tatlı olan çocuk ‘tabiatına aykırı davranarak', kendini tam sorumlu hissetmeksizin, sevdiği kişilere saldırganlıkta bulunur.

Bu duygusal gelişim evresinde saldırganlık kaybedilirse, sevme yetisi, yani nesnelerle ilişki kurma yetisi de bir ölçüde kaybedilir.

Kaygı Evresi
Şimdi Melanie Klein'ın duygusal gelişimde ‘depresif konum' olarak betimlediği evre geliyor. Kendi amacıma uygun olarak bu evreye Kaygı Evresi adını vereceğim. Kişinin benlik bütünlüğü anne figürünün kişiselliğini idrak edecek kadar gelişmiştir ve bunun son derece önemli bir sonucu olarak, dürtüsel deneyiminin (fiziksel olsun, düşünceleştirmeye dair (ideational) olsun) sonuçlarıyla ilgili kaygısı vardır.

Kaygı evresi beraberinde suçluluk duyma yetisini getirir. Bundan böyle saldırganlığın bir kısmı, klinik olarak keder veya suçluluk duygusuyla veya sözgelimi kusma gibi, fiziksel bir muadili ile kendini gösterir. Suçluluk, bebeğin uyarılmış ilişkide sevilen kişiye zarar verdiğini hissetmesiyle bağlantılıdır. Sağlık durumunda bebek suçluluğu taşıyabilir ve böylece (zaman faktörünü de içeren) kişisel ve canlı bir annenin yardımıyla, kendi verme, inşa etme ve onarma dürtüsünü keşfetmesi mümkün olur. Bu yolla saldırganlığın büyük kısmı toplumsal işlevlere dönüşüp kendini bu şekilde gösterir. Çaresizlik anlarında (sözgelimi bir hediyeyi kabul edecek veya onarma çabalarına tanıklık edecek kimse bulunmadığında) bu dönüşüm sekteye uğrar ve saldırganlık tekrar boy gösterir. Toplumsal etkinliğin doyurucu olması için, saldırganlıkla ilişkili kişisel bir suçluluk duygusu üzerinde temellendirilmiş olması gerekir.

Öfke
Şimdi sıra yoksunluğun yol açtığı öfkeye geldi. Her deneyimde bir dereceye kadar kaçınılmaz olan yoksunluk, bir dikotomiye yol açar: 1) yoksunluk hissi veren nesnelere karşı masum saldırgan dürtüler, 2) iyi nesnelere karşı suçluluk üreten saldırgan dürtüler. Yoksunluk suçluluktan kaçış sağlar ve bir savunma mekanizması doğurur: sevgi ile nefretin ayrı yollara yönelmesi. Nesnelerin bu şekilde iyi ve kötü olarak bölünmesi gerçekleşirse suçluluk duygusu yatışır; buna karşılık sevgi, değerli saldırganlık bileşeninden bir miktarını kaybeder, nefret ise daha bozguncu (disruptive) niteliğe bürünür.


İç Dünyanın Büyümesi
Bundan sonra bebeğin psikolojisi daha karmaşık bir hal alır. Bebek artık sadece kendi dürtülerinin annesi üzerindeki etkisiyle meşgul değildir, deneyimlerinin sonuçlarını kendiliği içinde de kaydeder. Dürtülerin doyuma ulaşması ona kendini iyi hissettirir ve girdi ve çıktıları sadece fiziksel anlamda değil psikolojik anlamda da algılar. İçi iyi olduğunu hissettiği şeyle dolar, bu da onun hem kendine olan hem de yaşamdan bekleyebileceğini hissettiği şeye olan güvenini tesis eder ve sürdürür. Aynı zamanda öfkeli saldırılarını da hesaba katmak zorundadır, bu saldırılar sonucunda kötü, habis veya zulmedici şeyle dolduğunu hisseder. Bu kötü şeyler veya güçler, onun hissiyatına göre kendi içinde olduğundan, onun kendisine ve yaşama karşı güveninin temelini teşkil eden iyinin karşısında içerden bir tehdit oluşturur.

Böylece ömür boyu sürecek olan iç dünyasını idare etme işine girişir, ancak bu işe koyulabilmesi için kendi bedenine iyice yerleşmeli, kendi içi ile dışarsı, gerçekte olan ile hayalinde olan arasındaki farkı koyabilmelidir. Dış dünyayı idare edebilmesi iç dünyasını idare edebilmesine bağlıdır.

Son derece karmaşık bir dizi savunma mekanizması geliştirir. Duygusal gelişimin bu evresine ulaşmış çocuktaki saldırganlığı anlayabilmek için mutlaka bunların incelenmesi gerekir. Burada ancak insan psikolojisinin bu konuyla ilişkili kısmına ait mekanizmalardan bazılarını sayabilirim.

İlk olarak içedönüklüğün tersine dönmesinden bahsedeceğim, çünkü fiili saldırganlığın önemli ve sıradan bir kaynağıdır bu.

Sağlıkta çocuğun ilgisi hem dış gerçekliğe hem de iç dünyaya yöneliktir ve bu ikisi arasında köprüler vardır (rüyalar, oyunlar vb). Sağlıksız durumda çocuk iç dünyasını öyle düzenleyebilir ki, iyi içerde yoğunlaşır, kötü ise yansıtılır. Artık çocuk iç dünyasında yaşamaktadır. İçedönük olarak nitelenebilir (veya patolojik olarak içedönük).

Patolojik içedönüklüğün iyileşmesi yeniden, böyle bir çocuk için zulmedici figürlerle dolu bir dış dünyaya dönmek anlamına gelir; bu noktada çocuk iyileşme sürecinde muntazaman saldırganlaşır . Saldırgan davranışın önemli bir kaynağıdır bu. Kendisinden sorumlu olan kişiler, içedönüklüğü iyileşmekte olan çocuğun bu savunma saldırısıyla iyi başa çıkamadığı takdirde çocuk tekrar kolayca içedönüklüğe kayar. Hastalık dışında, bir dereceye kadar her küçük çocuğun yaş**ında buna rastlanır, kesinlikle salt kuramsal bir kavram değildir. Uzun süre kişisel bir işte uğraşan kişi hassaslaşır.

Unutmayalım ki, çocukken insanların öznel ile nesnel arasındaki ayrımı yavaş yavaş yapmaya başladığı gözlemlenir. Çocuğun iç dünyasındaki deneyimleri yansıtmasıyla kolayca, hezeyanlı deliliğe benzer bir durum ortaya çıkar. İki-üç yaşındaki sağlıklı çocuk bile genelde gece uyanır ve kendini onunla paylaşabileceğimiz dış dünyada değil, (bizim bakış açımızdan) kendi iç dünyasında hisseder. Küçük çocuklar gündüz oyun oynarken hezeyana girerler, bizim dünyamızda gibi görünseler de esas olarak kendi iç dünyalarında yaşarlar. Bunun sağlıksız olması şart değildir fakat böyle bir çocuğu idare ederken, sadece paylaşılan dış dünyaya uygulanabilecek olan mantıkla karşılaşmayı bekleyemeyiz. Erişkinlerin büyük kısmı bile hiçbir zaman güvenilir bir nesnellik yetisine ulaşamaz, öte yandan en güvenilir şekilde nesnel olanlar da çoğu zaman kendi iç dünyalarının zenginliğiyle nispeten teması kesilmiş kişilerdir.

Saldırgan davranışı çocuğun kendi iç dünyasını idare ediş biçimine göre açıklamaya üç örnek daha vereceğim.

Çocuğun hayalinde (fantasy) iç dünya öncelikle karında veya ikincil olarak kafa veya bedenin başka belirli bir bölgesinde konumlanır.

Belli bir kişilik örgütlenmesi derecesine erişmiş bir çocuk öyle bir deneyimle karşılaşır ki, bununla özdeşleşme yoluyla başa çıkmak onun gücünü aşar. Örneğin başka bir sorunla tamamen meşgul olduğu bir sırada anababası önünde kavga eder. Deneyimle başa çıkabilmek için, tamamını kendi içine alarak idare etme yoluna gider. Denebilir ki, anababanın kavga anında dondurulmuş bir hali onun içinde yaşamaktadır ve bundan böyle belli bir miktar enerji içselleştirilmiş kötü ilişkinin denetlenmesi için buraya yönlendirilir. Klinik olarak yorgun olur veya çökkünleşir veyahut da fiziksel hastalığa yakalanır. Bazı anlarda içselleştirilmiş kötü ilişki ağır basar, o zaman çocuk içine kavga eden anababanın ‘şeytanı girmiş' gibi davranır. Çocuğun zorlantılı şekilde saldırganlaştığını, kötü, yaramaz, deli gibi (deluded) olduğunu görürüz .

Ya da kavga eden anababayı içselleştiren çocuk dönem dönem etrafındaki insanlar arasında kavga çıkartır, böylece dışardaki gerçek kötülüğü içerideki ‘kötü' şeyin bir yansıması olarak kullanır. Böyle bir durumda hakikaten kavga eden ses ve insan varsanılarının olduğu delilik anları kolayca görülebilir.

Çocuğun iç dünyasını idare etmesinde ve oradaki selim olduğu düşünülen şeyi koruma çabasında bazı anlar vardır ki, habis etkinin bir parçasını dışarı atabilse çocuk herşeyin iyi oacağını hisseder. (Günah keçisi fikrinin muadili.)

Klinik olarak kötülüğün dışarı fırlatılması dramatize edilebilir (tekmeleme, gaz çıkarma, tükürme vb). Ya da çocuk kazaya yatkınlaşır veya intihara teşebbüs eder – içindeki kötüyü yok etmek amacıyla; bütünsel intihar düşlemi, muhakkak çocuğun kötü öğeyi yok edip hayatta kaldığı durumu içermektedir, fakat hayatta kalamayabilir.

Çocuğun karnında (veya kafasında vb) hissettiği içsel dünyaya ait görüngülerin idare edilmesi zaman zaman o kadar büyük bir güçlük arzeder ki çocuk top yekün bir denetim getirir – bunun klinik sonucu depresif duygudurumudur. Bu da tahammül edilmez bir içsel ölülüğe yol açar. Tamamlayıcısı olan manik durumun ortaya çıkması beklenmelidir. Bu durumda iç dünyanın canlılığı ağır basarak çocuğu etkinleştirir, görünürde dışsal bir öfke uyaranı olmadığı halde çocuk klinik olarak şiddetli saldırganlık gösterebilir. Bu manik evreler manik savunma olarak adlandırılan durumla aynı değildir, manik savunmada içsel ölülük yapay bir etkinlikle yadsınır (depresyona karşı manik savunma olarak adlandırılan etkinlik, Klein). Manik savunmanın klinik sonucu saldırgan bir patlama değil, genel endişeli bir huzursuzluktur (restlessness), hipomanidir; dağınıklık, pasaklılık (messinesse) ves aşırı hassasiyetle kendini gösteren hafif bir saldırganlık görülür, yapıcı azme rastlanmaz.

Sağlıkta kişi, saklamaya değer bulduğu şeyi tehdit eder gibi görünen dış güçlere saldırmak için kullanmak üzere kötülüğü içerde saklayabilir. O zaman saldırganlık toplumsal değer kazanır.

Bunun değeri (manik veya hezeyanlı saldırganlığa kıyasla) nesnelliğin korunmuş olmasından kaynaklanır ve düşmanla karşılaşmada harcanan çabadan tasarruf edilebilir. O zaman düşmana saldırmak için onu sevmek gerekmez.

Özet
Yukarıda belirttiklerim esas olarak saldırganlık ile duygusal gelişimin ara evresi diye adlandırdığım durum arasındaki ilişkiyi betimlemektedir. Bu evre, kişilerarası ilişkileri ve Oidipus kompleksinin üçgen durumlarıyla bütünsel kişilik evresinden önce gelir; insafsızlık evresinin erken aşamaları ile niyetlilik öncesi ve kişilik bütünleşmesi öncesi çağı takip eder.

Bütünsel kişilik evresi olarak adlandırdığım evreye ait saldırganlık, Freud'un kabul gören yapıtı dolayısıyla bugünkü kuşağa zaten tanıdık gelmektedir.

Saldırganlığın önemli kaynakları insan gelişiminin çok erken evrelerine dayanır; bunlardan bazılarını gelen bölümde ele alacağız.

 

Sindy

꧁༒ ♡ fσrum mєlєgí ♡ ༒꧂
Süper Moderatör
  • Üyelik Tarihi
    3 Ocak 2010
  • Mesajlar
    11,327
  • MFC Puanı
    64,261
II
SALDIRGANLIĞIN ÇOK ERKEN KÖKENLERİ

Sorduğumuz soru en basit biçimiyle şudur: Saldırganlık sonuç olarak yoksunluğun yarattığı öfkeden mi kaynaklanır, yoksa kendine ait bir kökeni mi vardır?

Cevabı ister istemez gayet karmaşıktır, ya da günlük analiz uygulamamızı oluşturan muazzam klinik olgular yığını bile isteye kestirip atmak zorunda kalırız. Fakat böyle yapacak olursak, aslında kasten göz ardı ettiğimiz şeyin farkında olmadığımız zannedilebilir.

Uygulamada id'in tam doyumu diye bir şey olamayacağına göre, ilkel aşk dürtüsünde her zaman için tepkisel bir saldırganlık saptanabileceğini söyleyebiliriz. O zaman daha ince bir araştırmaya gerek var mıdır? Bence var, yoksa karışıklık çıkıyor. Özellikle de, ilkel aşk dürtüsünün benlik büyümesinin daha yeni başladığı bir evrede yürürlükte olduğu, örneğin bütünleşmenin henüz yerleşik bir olgu haline gelmediği düşünülürse... Sorumluluk alma yetisinin henüz gelişmediği bir sırada etkin ilkel bir aşk vardır. Bu çağda daha insafsızlık bile yoktur; merhamet- öncesi çağdır bu ve yıkıcılık id dürtüsünün bir parçası ise de, bu yıkıcılık ancak id doyumuna bağlı olarak ortaya çıkar. Yıkıcılık ancak öfkenin ve dolayısıyla da misilleme korkusunun varolabilmesi için yeterli benlik bütünleşmesi ve benlik örgütlenmesi gerçekleştiği takdirde bir benlik sorumluluğu haline gelir. Bununla birlikte erken öfke ve korkuya da rastlanabilir, bu benlik gelişmelerinin saptanması mümkün ise de, bunlardan önce kişide öfkeden bahsedilmesi akla yatkın değildir.

Nefret nispeten daha karmaşıktır ve bu ilk evrelerde varolduğu söylenemez. Dolayısıyla saldırganlığı tepkisel saldırganlıktan tamamen ayrı incelememiz gerekir. Tepkisel saldırganlık, id dürtüsü gerçeklik ilkesi yüzünden amacına ulaşamadığı için, dürtünün kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkar.

O halde dürtü merhamet-öncesi çağda yaşandığı için çocuğun amacı her ne kadar yıkmak değilse de, ilkel aşk (id) dürtüsünün yıkıcı bir nitelik taşıdığını söylemek yerinde olur.

Bu varsayımdan çıkarak, ilkel aşk (id) dürtüsündeki yıkıcı öğenin kökenini irdelemek mümkündür.

Meseleleri basitleştirmek için, değişken bir etken olan doğum travmasını dışarda bırakıp, normal veya travmatik olmayan doğumu esas alabiliriz. Normalden kastım çocuğun doğumu kendi çabasının bir sonucu gibi hissetmiş olmasıdır. Gecikme veya erkene alma gibi durumlar söz konusu değildir (bkz. s180 [kitaptaki Doğum Anıları, Doğum Travması ve Endişe makalesine gönderiyor] ç.n.)

Erken id deneyimleri bebek için yeni bir öğeyi, dürtü buhranlarını işin içine katar; bu buhranların bir hazırlık dönemi, bir doruğu ve belli miktar doyumu izleyen dönemi vardır. Bu evrelerin her biri çocuğa kendine özgü sorunlar yaşatır.

Amacımız ilk id deneyimlerindeki (tesadüfen yıkıcı olan) saldırganlık öğesinin tarih öncesini incelemek. Elimizde, en azından fetüs hareketlerinin başladığı en erken dönemlere uzanan bazı öğeler -hareket yetisi (motility)- var. Duyular alanında buna tekabül eden bir öğeyi de eklemeliyiz kuşkusuz. Rahim-içi yaşama dek uzanan ve bütün bebeklik (ve tüm yaş**) boyunca süregiden hareket yetisi, id deneyiminin kendisinde varolan etkinlikle bağlanabilir (fusion) mi? Bu etkinlik id öğesi olarak mı sınıflandırılmalıdır, yoksa benlik öğesi olarak mı? Yoksa benlik ile idin farklılaşmadığı bir evre olduğunu kabul edip (Hartmann, 1952), hareket yetisini benlik-id farklılaşmasından önce görülmesi temelinde sınıflandırmaya çalışmaktan vazgeçmek daha mı iyi olur?

Her bebek ilkel hareket yetisinin mümkün olduğu kadar çoğunu id deneyimlerine dökmek zorundadır. Kuşkusuz burada şu gerçek devreye girer: Gerçekliğin getirdiği yoksunluklara çocuğun ihtiyacı vardır -çünkü id doyumu tam olsaydı ve hiçbir engelle karşılaşmasaydı bebeğin kökensel hareket yetisi doyuma ulaşamadan kalırdı (Riviere, 1936).

Her bebeğin kendine ait id deneyimi örüntüsünde, id deneyiminin yüzde x kadarını ilkel hareket yetisi oluşturur. Dolayısıyla yüzde (100-x) başka şekillerde kullanılmak üzere ayrılır –çeşitli bireylerin saldırganlık ile ilgili deneyimleri arasında büyük farklılıklar olmasının nedenlerinden biri budur. Ayrıca bir mazoşizm türünün kökeni de budur (bkz ilerde).

Bu hareket yetisi etrafında gelişen örüntüleri incelemek faydalı olur (Marty ve Fain, 1955).

Bu örüntülerden birinde, hareket yetisinden dolayı çevre sürekli olarak tekrar tekrar keşfedilir. Birincil nasisizm çerçevesi içinde her deneyim, yeni bireyin merkezden gelişmekte olduğunu vurgular; çevreyle temas bireyin bir deneyimidir (önce farklılaşmamış benlik-id evresinde). İkinci örüntüde çevre fetüse (veya bebeğe) baskı yapar (impinge) ve bireysel deneyimler yerine baskıya tepkiler ortaya çıkar. Bu durumda bireysel olarak varolabilmenin tek yolu dinlenmeye çekilmektir. O zaman hareket yetisi sadece baskıya tepki olarak yaşanır.

Aşırı uçta yer alan üçüncü bir örüntüde bu o kadar abartılmış durumdadır ki, bireysel deneyim için bir dinlenme yeri bile yoktur, bunun sonucu, birincil narsisistik durumda bireyleşememek olur. O zaman ‘birey' çekirdekten çok kabuğun ve baskı yapan çevrenin bir uzantısı olarak gelişir. Çekirdekten geriye kalan şey dipte saklanmıştır; en derinlere giden analizde bile zor bulunur. Böylece birey bulunamamakla varolur. Hakiki kendilik saklanmıştır ve biz de klinik olarak, işlevi bu hakiki kendiliği saklı tutmak olan karmaşık sahte kendilikle uğraşırız. Sahte kendilik elverişli bir şekilde topluma-uyumlu olabilir, ancak hakiki kendiliğin olmayışı istikrarsızlık yaratır, toplum sahte kendiliğe hakiki kendilikmiş gibi kanmadıkça bu istikrarsızlık daha da belirginleşir. Hasta bir boşunalık duygusundan şikayet eder.

Birinci örüntü sağlıklı dediğimiz durumdur. Oluşabilmesi için yeterince iyi anneliğe ve sevginin fiziksel biçimde (ilk başta olabildiği tek biçimiyle) ifade edilmesine ihtiyaç vardır. Anne bebeği (rahminde veya kollarında) tutar ve sevgi (özdeşleşme) aracılığıyla benlik ihtiyaçlarına nasıl uyum sağlayacağını bilir. Bu koşullar altında, ve ancak bu koşullar altında, birey varolmaya başlayabilir ve varolmakla da id deneyimlerini yaşamaya başlayabilir (YOKSA- ve id deneyimlerini yaşayacak şekilde varolmaya başlayabilir –Mİ?). Azami hareket yetisinin id deneyimlerine katılması için herşey hazırdır. Hareket yetisi potansiyelinin yüzde x 'i erotik potansiyelle bağlanmış durumdadır ( x nicelik olarak daha fazladır). Ancak bu durumda bile hareket yetisi potansiyelinin yüzde (100- x ) kadarı bağlanma örüntüsünün dışında, salt hareket yetisinin kullanımına kalır.

Bağlanmanın karşı koyma eylemi dışında (yoksunluğa tepki dışında) bir deneyime imkân tanıdığı unutulmamalıdır. Erotik potansiyelle bağlanmış olan kısım, dürtünün doyuma ulaşması yoluyla doyurulur. Tersine, hareket yetisi potansiyelinin bağlanmamış yüzde (100- x ) kadarının bir karşıt bulması gerekir . Kabaca söylersek, itecek bir şeye ihtiyacı vardır, yoksa yaşantıya dökülemeden kalır ve kişinin kendini iyi hissetmesine karşı tehdit oluşturur. Halbuki, tanımı gereği sağlıklı birey etrafta uygun karşıtlar aramaktan zevk alır.

İkinci ve üçüncü örüntülerde hareket yetisi potansiyeli sadece çevre baskısıyla deneyim konusu haline gelir. Sağlığın bozulduğu durumdur bu. Kişinin, az ya da çok, bir karşıtla karşılaşması gerekir ; ancak bu takdirde önemli hareket yetisi kaynağına başvurabilir. Çevre tutarlı biçimde baskı uyguladığı takdirde doyum elde edilir fakat:
Çevre baskısı sürekli olmalıdır.
Çevre baskısının kendine özgü bir örüntüsü olmalıdır, yoksa kişi kendisi bir örüntü geliştiremediği için kargaşalık hüküm sürer.
Bu bağımlılık demektir, birey kendini bu bağımlılıktan kurtaramayabilir.
Geri çekilme, örüntünün temel özelliklerinden biri haline gelir. (Hakiki kendiliğin saklandığı aşırı derecesi haricinde; o zaman ilkel savunma olarak geri çekilme bile işe yaramaz.)

İkinci ve üçüncü örüntüler işin içinde olduğunda, sağlığa yer yoktur ve ana örüntüyü ilk betimlediğim örüntüye çevirmediği müddetçe hiçbir tedavi işe yaramaz. Bununla birlikte, ikinci ve üçüncü örüntüler doğrultusunda gelişmiş hastalar analize gelir ve ilk bakışta, hastanın hakikaten varolduğuna dair hatalı bir varsayımdan hareket eden analistin çalışmasından gayet iyi faydalanacakmış gibi görünürler.

Bu noktada nevrotik hastadaki dirençlerin olumlu değeri hakkında özel bir yorum getirmek istiyorum. Analiz edilebilir direnç iyi prognoz oluşturur. Dirençlerin olmayışı, tanıda betimlediğim türden erken örüntülerdeki bir bozukluğa işaret eder.

Bu düşünceler bizi şu sonuca götürür: Sözkonusu sınıflandırma yöntemine göre normal olanlar dışındaki kişilerde, erotik potansiyelin hareket yetisi potansiyeliyle daha ileri derecede bağlanması analizle mümkün değildir. İlk örüntünün yerleşmediği durumda ancak ikincil bir yoldan, saldırgan öğelerin ‘erotikleştirilmesi'yle bağlanma mümkün olur. Burada zorlantılı sadist eğilimlerin köklerinden birini görürüz, bu eğilimler mazoşizme dönüşebilir. Kişi ancak yıkıcı ve insafsız olduğu zaman kendini hakiki hisseder. Kendi başına saf hareket yetisinden başka bir şey olmayan saldırganlık ile bağlanacak erotik bir bileşen bulup, diğer bir bireyle bu şekilde etkileşime girerek, bu yolla ilişki kurmaya çalışır. Burada erotik potansiyel hareket yetisiyle bağlanır, halbuki sağlıkta hareket yetisinin erotik potansiyelle bağlandığını söylemek daha doğru olur.

Sapkınlıklarda herhalde iki tür mazoşizm ayırt edilebilir. Biri kaba bir hareket ihtiyacının erotizasyonu olan sadizmden kaynaklanır, diğeri ise etkin hareket dürtüsünün edilgin kısmının doğrudan erotizasyonudur. İlk eşin mazoşist ya da sadist olmasına göre, gelişim bu yollardan birini ya da ötekini tutabilir. Hareket öğelerinin erotik yaşama bağlanması nispeten eksik kaldığından, erotik yaş** kaynaklı ilişkiler zayıftır, bu yüzden de eşleşmenin yarattığı ilişki daha değerli olur.

Sahicilik hissi esas olarak hareket yetisi (ve ona tekabül eden duyu) köklerinden gelir ve hareket öğesinin zayıf olduğu erotik deneyimler gerçeklik veya varolma hissini güçlendirmez. Aslında bu tür erotik deneyimler tam da onda varolmama hissi yarattıkları için kişi bunlardan kaçınabilir; burada erken dönem örüntüleri ilk betimlediğim çeşitlemeye uymayan kişilerden bahsediyorum.

Buradan, benlik örgütlenmesi olgunlaşmamış dahi olsa, ilk beslenmeden önce pek çok şeyin olup bittiği sonucunu çıkarıyoruz. Hareket yetisi deneyimlerinin toplamı bireyin varolmaya başlama becerisine katkıda bulunur; ilk özdeşleşmeden sonra da kabuğu bırakıp çekirdek haline gelmesine katkıda bulunur. Yeterince iyi çevre bunu mümkün kılar. Çevre ancak yeterince iyi ise insan bebeğinin erken dönem psikolojisinden bahsetmenin bir anlamı olabilir, çünkü, çevre yeterince iyi olmadığı takdirde insan farklılaşıp, normal psikoloji terimleri dahilinde tartışabileceğimiz bir özne haline gelmez . Ancak, bireyin varolduğu noktada, artık farklılaşmış olan benlik ile idin ilişkiyi sürdürmesinin ve gerçeklik ilkesinin etkisinden kaynaklanan güçlüklere rağmen ilişkide kalmasının başlıca yolu, birincil hareket yetisi potansiyelinin büyük kısmının erotik potansiyelle bağlanmasıyla kendini gösterir.

Buradan, nesnelerin dış niteliği sorununa ilişkin başka düşünceler çıkar. Bu konu üçüncü bölümde ele alınmıştır.


III
NESNELERİN DIŞ NİTELİĞİ

Psikanalizde, birinin analizinde uzun yol katedilmişse, analist duygusal gelişimin ilk görüngüleriyle ilgili ayrıcalıklı bir görüş sahibi olur.

Klinik çalışmadan çıkarttığım şu düşünce geçenlerde dikkatimi çekti: Hasta dürtüsel yaş**ın saldırgan kökenini keşfetmeye giriştiğinde, analist için bu süreç şu ya da bu şekilde, erotik kökeni keşfetmesinden daha yorucu olmaktadır.

Burada beni ilgilendiren malzemenin, kafamızda ‘bağların çözülmesi' (de-fusion) terimiyle bağlantılandırılan malzeme olduğu hemen görülecektir. Sağlıkta saldırgan ve erotik bileşenlerin bağlandığını varsayarız, ancak bağlanma öncesi döneme ve bağlanma işine her zaman için özel bir anlam yüklemeyiz. Bağlanmanın zaten gerçekleşeceğine fazla güveniyor olabiliriz, o zaman bir vaka üzerinden düşünmeyi bırakınca, boş tartışmalar içine giebiliriz.

Bağlanmanın ciddi bir iş olduğu, sağlıkta bile tamamlanmadığı ve büyük miktarlardaki bağlanmamış saldırganlığın, sık sık analizdeki kişinin psikopatolojisinde komplikasyona yol açtığı kabul edilmelidir.

Analizde -eğer hakiki bir analizse- saldırgan ve erotik bileşenlerin ayrı dışavurumlarıyla uğraşmalı ve aktarımda bunları bağlamayı başaramayan hasta adına her birini ayrı taşımalıyız. Bağlama noktasında başarısızlıktan kaynaklanan ciddi rahatsızlıklarda, hastanın analistle ilişkisi kah saldırgan kah erotik niteliktedir. Ben de işte bu bağlamda, bu kısmi ilişkinin ikinci değil de birinci türünün analisti yorduğunu öne sürmekteyim.

Bu gözlemden hemen çıkarılacak sonuç, Ben ile Ben-Olmayan 'ın oluştuğu erken evrelerde, saldırganlık bileşeninin daha kesin şekilde, bireyi Ben-Olmayan 'a veya dışarda hissedilen bir nesneye ihtiyaç duymaya yönelttiğidir. Erotik deneyimler, nesne öznel olarak tasavvur edilir veya kişisel olarak yaratılırken, ya da kişi daha önceki bir tarihin narsisist birincil özdeşleşme durumuna yakın olduğu sırada yaşantılanabilir (?).

Erotik deneyimler, içgüdüsel erotik dürtüyü rahatlatan herhangi bir şey aracılığıyla gerçekleştirebilir; böylece ön-zevk, genel ve bölgesel uyarımda geriliminin yükselmesi, doruğa çıkma ve sönme (veya onun dengi olan durum) meydana gelir; bunu arzunun olmadığı bir dönem izler (arzuyla yaratılan öznel nesnenin geçici olarak yokedilmesinden dolayı, kendi başına bu da endişe yaratabilir). Oysa saldırgan dürtüler bir karşı koyma olmadığı sürece hiçbir doyurucu deneyim sağlamaz. Karşı koymanın çevreden, Ben 'den giderek ayırt edilen Ben-Olmayan 'dan gelmesi gerekir. Erotik deneyim kaslarda ve çabaya katılan diğer dokularda vardır, fakat bu erotizm türü, belirli erojen bölgelerle bağlantılı içgüdüsel erotizmden farklıdır.

Hastalar (bağları az çok çözülmüş) saldırgan deneyimleri sahici gibi, (aynı şekilde bağları çözülmüş) erotik deneyimlerden çok daha sahici hissettiklerini söylerler. Her ikisi de hakikidir fakat saldırgan deneyimlerin verdiği sahicilik hissine daha çok değer yüklenir. Saldırganlığın bir deneyimin erotik bileşeniyle bağlanması o deneyime ilişkin sahicilik hissini artırır.

Saldırgan dürtülerin, dış dünyadan bir karşı koyma olmaksızın, bir dereceye kadar kendilerine karşıt bulabildikleri doğrudur; normal durumda bunun göstergesi omurganın doğumöncesi yaşamdan kalma balıksı hareketleridir, normal dışı durumda ise hasta çocukların yaptığı (faydasız) gelgit hareketidir (sallanma veya içerde süregiden görünmez sihirli bir gelgit hareketini ele veren gerilim). Öne sürdüğümüz bu düşüncelere rağmen, normal gelişimde dışardan gelen karşı koymanın, saldırgan dürtüleri geliştirdiği söylenemez mi acaba?

Normal doğumda karşılaşılan karşı koyma, yaşanan deneyime başın önde olduğu bir nitelik kazandırır. Doğumlar çoğunlukla normal olmayıp büyük komplikasyona yol açsa da, hatta bebek tersten gelse de, yine de büyük çaba göstermek ile karşı koyma-başın önde olması ilişkisi arasında kurulan bağlantıda genel bir geçerlilik var gibidir. Bu görüş beslenme gayreti içindeki bebekler üzerinde yapılacak gözlemlerde sınanabilir –benim kuramıma göre başlarına tepeden bir miktar bastırarak bebeklere yardımcı olunabilir.

Bu düşünce genellikle şöyle ifade edilir: ‘İhtiyaçlarına mükemmel uyum sağlamanın bebeğe faydası olmaz. Bebeğin arzularına en iyi şekilde uyan anne iyi anne değildir. Yoksunluk öfke doğurur ve bu da bebeğin deneyimini artırır.' Hem doğru hem değil. İki etkeni gözardı ettiği için doğru değil- biri, teorik olarak başlangıçta bebeğin mükemmel bir uyuma ve daha sonra uyumun dikkatlice, yavaş yavaş bozulmasına ihtiyacı vardır; ikincisi, bu sözler deneyimin saldırgan ve erotik bileşenleri arasındaki bağlanmanın gerçekleşmediği durum üzerine düşünmeye imkân vermez, halbuki en azından kuramda, bağların çözük olduğu (veya henüz kurulmadığı) evreyi incelemek gerekir.

Bu sözleri aşağı yukarı burada alıntılandığı şekliyle dile getirenler saldırganlığın yoksunluğa karşı bir tepki olduğunu (yani, erotik deneyim esnasında, dürtüsel gerilimin yükseldiği uyarılma evresindeki yoksunluğa karşı bir tepki olduğunu) biraz fazla kolayca kabullenmektedirler. Bu tür evrelerde yoksunluğun öfke doğurduğu gayet açıktır, fakat bizim en erken duygu ve durumlara ilişkin kuramımıza göre, dürtüsel yoksunlukta öfkeyi mümkün kılan ve erotik deneyimi deneyim yapan benlik bütünleşmesinden önceki saldırganlığa hazırlıklı olmak gerekir.

Her bebeğin erojen bölgelerde bir içgüdü potansiyeline sahip olduğu, bunun biyolojik olduğu ve bu potansiyelin aşağı yukarı her bebekte aynı olduğu söylenebilir. Oysa tersine saldırganlık bileşeni son derece değişken olmalıdır ; biz beslenmenin gecikmesi yüzünden yoksunluk hisseden bebeğin öfkesini gözlemleyinceye kadar, bebeğin saldırganlık potansiyelini artıran veya azaltan çok şey olmuştur. Erotik potansiyele denk düşen saldırganlık anlamında bir yere varabilmek için, fetüsü durgunluğa değil harekete yönelten dürtülerine, dokuların canlılığına, kassal erotizmin ilk kanıtına uzanmamız gerekir. Bu noktada yaş** gücü gibi bir terime ihtiyacımız var.

Kuşkusuz her bir fetüsün yaş** gücü potansiyeli aşağı yukarı aynıdır, tıpkı her bebeğin erotik potansiyelinin olduğu gibi. Sorun şu ki, bebeğin taşıdığı saldırganlık potansiyelinin miktarı karşılaştığı karşı koymanın miktarına bağlıdır. Başka deyişle, karşı koyma, yaş** gücünün saldırganlık potansiyeline çevrilmesini etkiler. Ayrıca, karşı koymadaki aşırılık da komplikasyonlar yaratarak, saldırganlık potansiyeli olan bir bireyin bu potansiyeli erotik bileşenle bağlamasını imkânsız hale getirir.

Bu savı daha ileriye götürebilmemiz için, (doğum öncesi) bebeğin yaş** gücünün akıbetini ayrıntısıyla gözden geçirmemiz gerekir.

Sağlıkta, dürtüleri fetüsün çevreyi keşfetmesini sağlar, çevre hareketin karşılaştığı karşı koymadır ve hareket esnasında duyumsanır. Bunun sonucu Ben-Olmayan bir dünyanın ilk tanınması ve Ben 'in erken dönemde tesis edilmesidir (establish). (Uygulamada bunların aşama aşama gerçekleştiğini, tekrar tekrar gelip gittiğini, bulunup kaybedildiğini tahmin edersiniz.)

Sağlıksız durumda, bu çok erken evrede baskıyı uygulayan (impinge) çevredir ve yaş** gücü baskıya tepki olarak kullanılır –o zaman Ben 'in erken dönemde sağlam şekilde tesis edilmesinin tersi gerçekleşir. Aşırı uçta, tepkiler hariç dürtüler çok az deneyimlenir, Ben yertesis deilmemiştir. Bunun yerine, çevre baskısına karşı deneyimlenen tepkiye dayalı bir gelişim gözlemleriz; buradan sahte dediğimiz birey ortaya çıkar, sahte diyoruz çünkü kişisel dürtüselliği yoktur. Bu durumda saldırgan ve erotik bileşenler bağlanmaz, çünkü erotik deneyimler meydana geldiğinde Ben tesis edilmiş değildir. Aslında bebek erotik deneyim yönünde baştan çıkarıldığı için yaşar; fakat hiç sahici gibi gelmeyen erotik yaşamdan ayrı bir de sırf saldırgan olan, karşı koyma deneyimine bağımlı tepkisel bir yaş** vardır.

Burada, bağlanmada belli bir yetersizlikle kendini gösteren genel durumu betimleyebilmek için iki aşırı ucu tartışmamız gerekti. Kişilik üç parçadan oluşur: Ben ve Ben-Olmayan 'ın açık şekilde tesis edildiği ve saldırgan ve erotik öğelerin belli ölçüde bağlandığı bir hakiki kendilik; erotik deneyimle kolayca baştan çıkarılabilen, fakat sonuçta gerçeklik duygusunun kaybedildiği bir kendilik; bütünüyle ve insafsızca saldırganlığa terkedilmiş bir kendilik. Bu saldırganlık yıkma hedefi etrafında bile örgütlenmemiştir, fakat kişi için değerlidir çünkü bir gerçeklik hissi ve bir ilişki hissi verir, fakat ancak etkin karşı koyma olduğu takdirde veya (ilerde) zulüm olduğu takdirde kendini gösterir. Motivasyonunu benliğin kendiliğindenliğinden alan kişisel dürtüden kaynaklanmaz.



Kişi, bağları çözülmüş saf saldırganlığı mazoşizme çevirerek saldırgan ve erotik bileşenlerin sahte bir şekilde bağlanmasını gerçekleştirebilir, ancak bunun olabilmesi için güvenilir bir zalim bulunmalıdır, bu da sadist aşık olur. Bu şekilde mazoşizm sadizmden önce gelebilir. Oysa duygusal olarak sağlıklı bir insanın gelişimini izlersek sadizmin mazoşizmden önce geldiğini görürüz. Sağlıkta sadizm bağlanmanın başarılı olduğunu gösterir, mazoşizmin doğrudan doğruya tepkisel saldırganlıktan geliştiği ve bağlanmanın olmadığı koşullarda böyle değildir.

Bu düşüncelerden başlıca şu sonucu çıkarabiliriz: Saldırganlık terimini bazen kendiliğindenlik anlamında kullandımız için karışıklık çıkmaktadır. Dürtüsel hareket uzanır, karşı koyma ile karşılaştığında saldırganlık haline gelir. Bu deneyimde gerçeklik vardır ve yeni doğmuş bebekte hazır bekleyen erotik deneyimleri bağlar. İddiam şu: Bebeğin sadece doyurucu bir nesneye değil, bir dış nesneye ihtiyaç duymasına neden olan şey bu dürtüsellik ve onun doğurduğu saldırganlıktır .

Bununla birlikte çoğu bebek çevre baskısına tepki olarak gelişmiş muazzam bir saldırganlık potansiyeline sahiptir, zulüm bu potansiyeli etkinleştirir: eğer böyle ise, bebek zulme kucak açar ve zulme tepki olarak kendini sahici hisseder. Fakat bu hatalı bir gelişme biçimi olur çünkü çocuk sürekli, zulme ihtiyaç duyar. Tepkisel potansiyelin miktarı, (hareket yetisi ile erotizmi belirleyen) biyolojik etkenlere bağlı değildir, erken çevre baskısının cilvelerine bağlıdır, dolayısıyla çoğu zaman annenin psikiyatrik anormalliklerine ve yine onun duygusal ortamına bağlıdır.

Olgun, erişkin bireylerin cinsel ilişkisinde, özgül nesne ihtiyacının salt erotik doyumlarla bağlantılı olmadığı doğrudur belki de. Nesneyi seçen ve o an eşin varlığına, doyuma ve hayatta kalmaya duyulan ihtiyacı belirleyen şey, dürtüye bağlanmış olan saldırgan veya yıkıcı öğelerdir.






Anna Freud ile sempozyum, Kraliyet Tıp Cemiyeti, Psikiyatri Bölümü, 16 Ocak 1950. Anna Freud'un katkısı için bkz. Psychoanalytic Study of the Child ( Çocuğun Psikanaliz Açısından İncelenmesi ), cilt III-IV, s 37.
Şimdi olsa bu düşünceyi hareket yetisiyle (motility) ilişkilendirirdim (bkz. Marty ve Fain, 1955).
Bkz. Sechehaye'nin terimi: ‘Simgesel gerçekleşme'.
Bu metnin II. Bölüm'ünde benlik gelişiminin erken evrelerine ilişkin saldırganlık temasını irdelemeye çalışıyorum.
Buna ‘çiftdeğerlilik-öncesi' adı verilmiştir fakat bu terim kısmi-nesne ile tam nesnenin – meme ile tutan ve bakım verene annenin- bütünleşmesi meselesini hesaba katmaz.
Şimdi olsa ‘iyi ve kötü' yerine yüceltilmiş ve kötü' demem gerekirdi (1957).
Bu durum Anna Freud'un ‘saldırganla özdeşleşme' (1937) dediği şeyle ilişkilidir. Melani Klein'ın çalışması bizi içsel görüngülerin savunma amaçlı tümgüçlü denetimi kavramıyla tanıştırdı.
[/B]
 

Sindy

꧁༒ ♡ fσrum mєlєgí ♡ ༒꧂
Süper Moderatör
  • Üyelik Tarihi
    3 Ocak 2010
  • Mesajlar
    11,327
  • MFC Puanı
    64,261
Türk Tarihi Ve Türk Adı

Türkler M.Ö.2000 yılından daha eski çağlarda,Orta Asya’da Sayan-Altay dağlarının kuzeybatı bölgesinde, Yenisey ırmağı boylarında yaşıyorlardı. M.Ö.1500’lerde oturdukları geniş bölgede Sayan dağlarından Altaylar’a ve Tanrı dağlarına kadar iniyor, batıda Urallar’a kadar uzanıyor, güneyde Balkaş Gölü’nü, güneybatıda Aral Gölü, Hazar Denizi’ni ve kuzeydoğu bozkırlarını içine alıyordu.

M.Ö. 1100 yıllarından itibaren Türkler ilk yurtlarını boşaltarak Altaylar’ a inmiş,Türkistan’a (Doğu ve Batı Türkistan) yerleşmişlerdi.M.Ö yedinci yüzyılda, Ordos,Volga ve Kuzeybatı Asya olmak üzere üç yöne göç yapılmıştı: Yakut Türkleri Kuzeydoğu Sibirya’ya göç etmişti. Onlarla bir süre yaşayan Çuvaşlar ise batıya yönelerek Ural Dağları’nın güneyine indiler.

M.Ö.4. ve 3. yüzyıllarda Türkler hem batıda hem doğuda yoğun olarak göründüler.İrtiş nehrinin batısında ve Hazar çevresinde yaşayanlara Batı Türkleri, doğuda, İç Asya’nın çeşitli yerlerinde ve kuzeybatı Çin’de yaşayanlara ve buralara hakim olanlara Doğu Türkleri denildi.

Türkler yaradılış olarak taşkın ruhlu,çok hareketlilerdir. Fakat göçlerin asıl sebebi bu özellikleri değildir.Türk göçlerinin ilk sebebi ekonomiktir. Nüfusun artması, anayurt topraklarının büyük hayvan sürülerini otlatmaya yetmez hale gelmesi ve kuraklıkların hüküm sürmesi asıl sebeptir. Bu yüzden, hem nüfusları az, hem de toprakları çok verimli olan komşu ülkelere doğru ilerlediler. Başlangıçta elde ettikleri yeni topraklar hemen hemen ıssızdı ve bunlara sahip görünenlerde o verimli yerleri öylece bırakmışlardı.

Bazen Türkler de yabancıların baskısına uğruyor ve özellikle bozkır hayatı yaşayan boylar yurtlarını terk etmek zorunda kalıyorlardı. Çünkü, yabancı bir devletin idaresinde olmak, bağımlı yaşamak onların katlanabileceği bir durum değildi ve hür ve bağımsız kalmak Türklerin asıl özelliği idi.

İlk büyük Türk İmparatorluğu’nu kuran Hunların, Orhun-Selenga ırmakları ile bu ırmakların batısındaki Ötüken ve daha aşağıda kalan Ordos çevresinde oturduklarını biliyoruz. Bu bölge, bugünkü Moğolistan’ı ve Kuzey Çin’i içine alır. Milattan önceki yüzyıllarda başlayan Hun yayılması, milattan sonra da devam etti. Türkler çağ çağ çeşitli adlar verdikleri devletlerinin egemenlik sınırını doğuda Büyük Okyanus’a, batıda Avrupa içlerine, kuzeyde Sibirya buzullarına, güneyde Hindistan içlerine ulaştırdılar. Bu yayılmanın ve göçlerin safhaları ana hatları ile şöyledir:

M.S. 2.yüzyılda Hunlar Orhun bölgesinden Güney Kazakistan bozkırlarına ve Türkistan’a,

M.S. 350 yıllarında Ak-Hunlar Afganistan ve Kuzey Hindistan’a

374’ten sonraki yıllarda Avrupa’ya,

461-465 yıllarında Oğuzlar, Güneybatı Sibirya’dan Güney Rusya’ya ve aynı dönemde Sabar’lar Aral’ın kuzeyinden Kafkaslar’a ,

6.yüzyılın ortasında Avarlar, Orta Asya’dan Orta Avrupa’ya

669 yılından itibaren Bolgarlar, Karadeniz’in kuzeyinde Balkanlar’a ve Volga nehri kıyılarına,

830’dan itibaren Macarlar ve bazı Türk boyları Kafkaslar’ın kuzeyinden Orta Avrupa’ya,

840’tan sonra Uygurlar Orhun bölgesinden İç Asya’ya,

10. ve11. yüzyıllar arasında Peçenek,Kuman (Kıpçak) ve Oğuzlar’ın bir kolu olan Uz’lar,Doğu Avrupa’ya ve Balkanlar’a,

10.yüzyılda Oğuzlar Orhun bölgesinden Seyhun nehri kıyılarına ve 11.yüzyılda Maveraünnehir üzerinden İran’a ve Anadolu’ya göç ettiler.Bilindiği gibi Mevaraünnehir Ceyhun ve Seyhun (Amuderya ve Sırderya) havzalarını içine alır.

“Türk” sözü, Türk soyundan olan toplumların genel adı olarak kullanılmadan önce, Türk dilinde bugünkü anlamından başka, “güç-kuvvet” anlamına da geliyordu. Eski Uygur metinlerinde “Türk” sözü bazen “Erkler-Türkler” şeklinde kullanılıyor ve bu cins isim olarak “güç-kuvvet”, sıfat halinde ise “güçlü-kuvvetli” anlamlarını taşıyordu.

Belgeler, ‘Türk’ sözünün Uygurlar ve Gök Türklerden çok önce de var olduğunu gösteriyor. V.yüzyıla ait Pers yazılarında Turanlılardan, yani Türklerden, ‘Türk’ diye söz ediliyordu. VI. yüzyıla ait bir Bizans kaydında ise Hun Türklerine Hunların dilinden alınmış sıfatla ‘Türk Hun’ (kuvvetli Hun) denilmiştir.VI. yüzyıla ait Çin kaynaklarında ‘Türk’ sözü, Türk milletinin adı olarak geçmektedir.

Hunların devrinde “Türk” sözünün bugünkü anlamını karşılayan kelime “Hun”, (daha doğrusu Kun) idi. Büyük Hun İmparatorluğu’nun egemenliği altında bulunan Türk boyları da bu adı,yani Kun adını almışlardı. Onlara da kısa bir süre Türk Kun (kuvvetli Hun) denmiştir. “Türk” sözü bazen “olgun,bilgili” anlamlarında da kullanılmıştır.Oğuz Destanının Uygurca anlatımında Oğuz Han’ın danışmanından “Uluğ Türk” diye söz edilir.

“Türk” kelimesi Türk milletinin ve Türk devletinin resmi adı olarak ilk defa Gök-Türk İmparatorluğu olarak kullanılmıştır. Daha sonra bu imparatorluğa bağlı ama kendi kabile adları ile anılan diğer Türklerin ortak adı olmuştur.

“Türk” kelimesi en eski zamanlarda “ Törük” şeklinde söyleniyordu. Zamanla "Türük”, en sonunda da “ Türk” şeklini almıştır. Gök-Türk anıtlarında hem “Türük”, hem de “Türk” şeklinde yazılmıştır.

Ruhban Okulu Neden Açılmamalı?


Heybeli Ada Ruhban Okulu 1971'de "Özel Yüksek Okulların Kapatılması" hakkındaki kanun yürürlüğe girince, Milli Eğitim Bakanlığı'nca kapatıldı. 1884'te Patrikhane'ye bağlı bir lise olarak açılan Heybeli Ada Ruhban Okulu 1951'de Patrik Athinagoras tarafından ruhban yetiştirmesi için özel yüksek okula dönüştürüldü.
Bugüne kadar Yunanistan'daki Yunan kamuoyu, Amerika'daki üç milyon Ortodoks Hıristiyan Rum'un oluşturduğu kamuoyu, bugün de Patrik Varthelemeos Ruhban Okulu'nun yeniden faaliyete geçirilmesi için Türkiye'ye baskı uygulanması için vargüçleriyle çalışmaktadırlar.
İstanbul Patriği ve Yunanistan neden Heybeli Ada Ruhban Okulu'nun açılmasını istemektedir? Bu sorunun cevabı okulun kuruluş amacında şöyle ifade edilmiştir; "İstanbul'daki Fener Patrikhanesi'ne din adamı yetiştirmek için..." ilk bakışta amaç sadece İstanbul'daki Patrikhane'ye din adamı yetiŞtirmek olmasına rağmen, esas amaç bütün Dünya Ortodokslarına üst düzeyde kiliselerde görev alacak Türk düşmanı ruhban yetiştirmektir.
Ayrıca önemle belirtmeliyiz ki, dünya ve Türk kamuoyunun yakından tanıdığı Türk düşmanı Kıbrıs Papazı Makarios ve eski Kuzey-Güney Amerika Başpiskoposu Yakovos'un Amerika'daki Türkiye aleyhine Lobicilik faaliyetlerini düşününüz. Bugünkü İstanbul Patriği Varthelemeos'ta bu okulda yetişmişlerdir. Varthelemeos Türk kamuoyundan gizlemeye çalıştığı "dünya Ortodoksları'nın Ruhani lideri-ekumeniklik" sözde sıfatıyla gittiği ülkelerde siyasi içerikli konuşmalar yaparken, 1994 yılında Avrupa Parlamentosu'nda bir temsilcilik açma teşebbüsünde de bulunmuştur. Fener Patriği Varthelemeos seyahatlerini Yunan devletinin kendisine tahsis ettiği "sarı zemin üzerine siyah renkli çift başlı Bizans kartalı" yerleştirilen Yunanistan Olimpik Hava Yolları'na ait uçaklarla gerçekleştirmektedir. Yine "din, çevre ve Karadeniz tehlikede" adlı sempozyum çerçevesinde 28 Eylül 1997 tarihinde Selanik'te Varthelemeos devlet töreniyle Yunanistan Cumhurbaşkanı Stefanopulos tarafından "devlet başkanı" gibi karşılandı ve Bizans bayrağı yine her yerdeydi.

Yunanistan'da Bizans İmparatoru Koltuğunu vekaleten Patrikhane'nin temsil ettiği varsayılarak, Varthelemeos devlet töreni ile karşılanmaktadır, Yunan ETl, ET3 televizyonları patrik Vartheleıııeos'un bu ziyaretini naklen verdi. Selanik'e Varthelemeo~ ile beraber sırasıyla Sırbistan, Arnavutluk, Romanya, Bulgaristan, Gürcistan, Ermenistan kiliselerinin patrikleri de geldi. Yunanistan tarafından Varthelemeos'a Eleftherios Venizelos gemisi tahsis edildi. Uzülerek izlemekteyiz ki, bu girişimlerinde patriğe iş adamı Rahmi Koç'ta destek vermektedir. 1 Ocak 1997 tarihli Milliyet gazetesinde öğrendiğimize göre, "Koç, Selanik'e yatırım hazırlığında"dır.
Türkiye'deki hükümet ve kamuoyu sanki Ruhban okulu'nun açılabileceği izlenimini vermektedir. Türk basınından, kamuoyundan ve en önemlisi de 28 Aralık 1997 tarihli Hürriyet'ten öğrendiğimize göre, Dışişlerinin hükümete verdiği tavsiyelerden de Ruhban okulu'nun açılmaması için herhangi bir tavsiyenin ve itirazın yapılmaması düşündürücüdür.

Oysa Lozan Barış andlaşmasında İstanbul Rumları icin sayılan haklardan Batı Trakya Müslüman Türkleri'ni de yararlanacağı 45. maddede garanti altına alınmıştır.
Batı Trakya'da Ruhban Okulu ayarında bir okul açılmadan ve Batı Trakya Türklerinin Okullarına tamamen Yunanlı öğretmenler tarafindan öğretmen yetiştiren Selannik Özel Pedagoji Akademisi KAPATILMADAN, Ruhban Okulu'nun açılmasına izin VERİLMEMELİDİR.

Geçmişte Yunanistan'ın, yeniden NATO'ya kabul edilmesinde, Karadeniz Ekonomik İşbirliği'ne tam üyeliğinde ve Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bankası'nın Selanik'e gitmesindeki gibi elimizdeki kozları hiçbir kazanım elde etmeden lütfen çıkarmayalım.
Eğer patrikhane din adamı sıkıntısı çekmekte ise, Batı Trakyada hem din adamı hem öğretmen sıkıntısı cekilmektedir. Batı Trakyada bu sıkıntıları önlemek için Ruhban okulu ayarında bir okulu Gümülcine'ye açmak gerekmektedir.Bu gerçekleşmeksizin Ruhban okulunun açılması Batı Trakya Türklerini Yine üzecektir.

Batı Trakya'ya vize alamadıkları için Türkiye'den Diyanet İşlerinden din adamı gidemezken, Yunan Gümrük kapısından geri çevrilirken,(Bkz.22 Mart 1991 tarihli ve 639 sayılı İLERİ Gazetesi,Gümülcine)Türkiye'ye her sınıftan Yunanlı ve din adamı gelerek patrikhanede ayin yapabilmekte ve bu ayinleride Yunan televizyonları naklen vermektedir.Aynı hoşgörüyü Yunanlılar acaba gösterir mi?Batı Trakya'dan Türk televizyonları böyle bir canlı yayın veya camilerden böyle bir canlı yayın yapılabilir mi? Yunanistan izin verir mi? Cevabımız kesinlikle izin vermez olacaktır.Batı Trakya'ya ziyaret vizesi dahi vermeyen, Türk televizyonlarına camiden veya başka bir yerden nakle yayın izni hiç verir mi? İstanbul'daki patrikhane bir Türk kurumudur ve Türk yasalarına tabidir.Heybeli Ada Ruhban Okulu "açılmazsa Patrikhane Türk vatandaşı din adamı yokluğundan kapanır".İstanbul'daki Patrikhane kapanmamalıdır, çünkü kapanırsa, kontrol edemeyiz ve dışarıda aleyhimize faliyet gösterirler" iddiaları ve gerekçeleri patrikhane sevenleri tarafından ileri sürülmektedir.

Oysa patrikhane bir Türk kurumu olarak ve Türk yasalarına bağlı olmasına rağmen geçmişte de, bugünde Türk Devletinin menfaatleri aleyhinde faaliyette bulunmakta ve bizde seyirci kalmaktayız. Bu konuda örnekler çok, ancak sadece iki örnek vermekle yetinecegiz. İlk örneğimiz eski tarihlerden ve Amerika'daki Türk alehtarlığı Lobiciliğin başı olan ve herkesin tanıdığı Yakovos'tur.Yakovos Türk vatandaşı İstanbul Rum'u olup, İstanbul Patriği Athenagoras tarafından Amerika Mitropolitikliğine atanmıştır. Amerika'da Türkiye aleyhine faaliyetlerde bulunmuştur.Türk vatandışlığından çıkarılmış ancak faaliyetlerine devam etmiştir.Turgut Özal, Yakovos'un Türkiye'ye gelebilmesi için izin çıkarmıştır.Yakovos hala Türk aleyhtarı faaliyetlerine Amerika Birleşik Devletlerin'de devam etmektedir.İkinci örneğimiz Kardak krizinde Yunan Bayrağını İkizce adalarına, Kilimli (Kalimnos) papazının diktiğini televizyonlardan defalarca izledik.Kilimli Adası,Oniki Adalar'a bağlı küçük bir adadır.Oniki Adalar Mitropoliti ile Kuzey-Güney Amerika Başpiskoposunu İstanbul Patriği tayin etmektedir.Yani Oniki Ada ve Amerika Birleşik Devletleri Papazları İstanbul Patriğine Bağlı olup, Atina'daki Serafim'e bağlı değildir.
Atina'daki kilise bağımsız(aktokefal)'dır.Yani İstanbul'daki patriğe bağlı değildir. Hatta İstanbul Patriğiyle araları şimdilik açıktır.Atina'daki Serafim'le Patriğin arasının açık olması, Yunanistan'ın, Yunan idaresinin Fener Patriği'nin bütün dünya Ortodoks Hristiyanlarının başı, ekumenik olmasını istemiyor alamına gelmemektedir. Bu kanaatimizce şimdilik bir iç cekişmedir.Zamanı gelince ve Serafim'in görevi sona erince iç çekişmelere de,Yunanistan Atina kiliselerinin bağımsızlığıda bitecektir diye düşünmekteyiz. Böylece asıl amaç ve hedefleri, bütün dünya Ortodoks Hıristiyanlarının dini lideri olma rüyaları da Atina kilisesinin bağımsızlıgını da ortadan kaldırarak gerçekleştirecektir. Zira İskeçe metropoliti, İskeçe'de yeni inşa edilen Metropolitliğin açılış törenine İstanbul Patriğini davet etti ve patrik bu davet üzerine 30 Eylül 1997 tarihinde İskeçeye giderek açılışı bizzat yaptı.Bu arada Yunan devletinin laik olmadığını, dinin Ortodoks Hıristiyan olduğunu belirtmeden ve İskeçe'de,Gümülcine'de cami inşaası,tamiri için izinlerin İskeçe ve Gümülcine Mitropolitleri tarafından verildiğinide belirtmeden geçmemeliyim.
Lozan Barış görüşmelerinde Türkiye patrikhanenin kapatılmasını istemiştir. Ancak Yunanistan'ın ve konferansa katılan diğer ülkelerin itirazlarıyla karşılaşmıştır. Tüm çabalara rağmen patrikhanenin kapatılması sağlanamamıştır. Eğer bugün Heybeli Ada Ruhban Okulu açılmazsa patrikhane papazsız kalacaksa veya kapanacaksa bu bizi Türkiye olarak ilgilendirmemeli Lozan Barış Antlaşması'na göre, İstanbul'daki patrikhane sadece Istanbul il sınırları içerisindeki Rum cemaatinin ruhani lideridir. İstanbul'daki Rum cemaatinin iki-üç bin kişi civarında olduğu Yunanlılar ve Rumlar tarafından iddia edilmektedir. Bu da İstanbul'daki patriğin ve kiliselerinin cemaatsiz olduğu anlamına gelir. İstanbul Rumları bir yandan iki-üç bin kişi kaldıklarını, cemaatlerinin kalmadığını iddia ederken, diğer taraftan da Ruhban Okulu'nun açılmasını istemektedirler. İşte bu düşündürücüdür. 1923 Lozan Barış Antlaşması'yla Türkiye'den cemaatleri gitmiş olmasına rağmen bugün hala Bergama, Efes ve diğer bazı bölgelerin Metropolitlerinin Istanbul'da Patrikhane'de görevlerinin başında bulunmaları da ayrıca düşündürücüdür.
İstanbul Patriği Varthelemeos, Ruhban Okulu'nun açılnıasını gündeme getirdiği Amerika Birleşik Devletleri gezisinde Yunanlılara Yunanca olarak yaptığı konuşmasında Yunan ETl televizyonunda aynen şunları söyledi: "Dün (24 Ekim 1997) tarihinde Washington'da Beyaz Saray'da ve Kongre'de genç Yunanlılarla karşılaştım, gördüm ve kendileriyle gurur duydum."
İstanbul Patriği'nin konuşmalarından, hal ve hareketlerinden iki amacı olduğu sonucunu çıkartmayız: a- Bilgilendirme, b- Uyarma ve bu taktiklerle ekumeniklik propagandasını yapma imkanı bulmaktadır. Yine bu vesileyle, İstanbul Patriği amacına ulaşmak için önümüzdeki günlerde dünya gündeminde kalabilmek için çağımızın önemli sorunlarıda olan işsizlik, uyuşturucu ve AIDS konularında çalışmalar, sempozyumlar yapacaktır.
Sonuç:
İki-üç bin kişi kaldıklarını, kiliselerinin cemaatsiz kaldığını iddia eden patrik bir yandan da Ruhban Okulu'nu açmaya çalışmaktadır. Cemaat yoksa bu okula ne gerek var? Okulun öğrencileri kimler olacaktır?
Batı Trakya'da cemaat olmasına, okullara ihtiyaç olmasına rağmen, örneğin; anaokullarına, ilköğretim okullarına, Liselere ve özel yabancı dil kurs okullarına ihtiyaç olmasına rağmen, Eğitim Fakültelerinden formasyon derslerini alarak mezun olan öğretmenler olmasına rağmen, Yunan idaresi tarafından Batı Trakya Türkü oldukları için kendilerine çalışma izni, okul açma izni verilmemekte, tarlada çalışmak zorunda bırakılmaktadırlar. Lozan Antlaşması'na göre sadece İstanbul Rumlarının dini lideri olması ve siyaset yapmaması gereken patrik, Türkiye sınırları dışına çıkınca hem siyaset yapmakta hem de "ekumenik" olduğunu iddia etmektedir.
Ruhban Okulu eğer açılacalsa, Batı Trakya'daki Eğitim, Müftülükler sorunu gündeme getirilmeli ve en önemlsi de Selanik Ozel Pedagoji Akademisi Kapatılmadan, Heybeli Ada Ruhban Okulu'nun açılması sözü dahi ağza alınmamalıdır. Eğer Selannik Ozel Pedagoji Akademisi kapatılırsa Heybeli Ada Ruhban Okulu ayarında Gümülcine'ye bir okul açılmadan, Ruhban Okulu kesinlikle açılmamalıdır.
Müftülükler konusuna gelince, Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan antlaşmalara ve Yunanistan'ın çıkardığı 1920 tarihli 2345 sayılı yasaya rağmen hala Yunanistan'da müftüler ve başmüftü seçimi yapılmadı, özellikle başmüftü seçiminin yapılmamasının sebebi de kanaatimizce tamamen İstanbul Patriği'nin karşılığı olmasıdır. Bu noktada hareket ederek, eğer Ruhban Okulu açılmazsa, patrikhane kapanacaksa, andlaşmalara rağmen Yunan idaresi tarafından müftülük seçimi, yıllardan beri de başmüftü seçimi yaptırılmadığı, Batı Trakya Müslüman Türklerinin hakkı olan başmüftü engellendiği için, bizde Ruhban Okulu'nun açılmasını engellemeliyiz. Bu fırsatı kaçırmamalıyız. Lozan'da da Yüce Atatürk'ümüzün amacı patrikhaneyi kapatmak değil miydi? Böylece Atatürk'ümüzün amacıda da gerçekleşmiş olur.

 

Sindy

꧁༒ ♡ fσrum mєlєgí ♡ ༒꧂
Süper Moderatör
  • Üyelik Tarihi
    3 Ocak 2010
  • Mesajlar
    11,327
  • MFC Puanı
    64,261
Masonların Kirli İşleri

Masonlar, örgüt dışına çoğu zaman dine karşı saygılı ve tüm dinlere aynı mesafede imajını vermeye çalışırlar. Oysa gerçek çok farklıdır. Masonluğun içyüzünü anlattığımız bu dizimizin son bölümünde bu karanlık örgütün din ahlakına karşı vermiş olduğu savaşı ve bu savaşta izlediği stratejileri inceleyeceğiz.

Günümüzde, topluma yönelik açıklamalarında sürekli olarak "toplum yararına çalışma", "insanlık için fedakarlık" gibi kavramlara vurgu yapan masonluğun içyüzüne bakıldığında, oldukça kirli bir bilanço ortaya çıkmaktadır. Pek çok ülkede masonluk, karanlık maddi çıkar ilişkilerinin odağı durumundadır. 1980'lerde İtalya'yı çalkalayan "P2 Mason Locası" skandalı, masonluğun bu ülkede mafya ile içiçe olduğunu, loca yöneticilerinin silah kaçakçılığı, uyuşturucu ticareti, kara para aklama gibi işler yürüttüklerini, rakiplerine veya kendilerine "ihanet" edenlere suikastler düzenlettirdiklerini ortaya çıkarmıştır. 1992'de Fransa'da gündeme gelen "Büyük Doğu Locası" skandalında, 1995 yılında İngiltere'de basına yansıyan "İngiliz Temiz Elleri" operasyonunda, hep mason localarının karanlık çıkar ilişkileri deşifre olmuştur. Masonların "hümanist ahlak" kavramı, sadece sözdedir.

Böyle olması da kaçınılmazdır, çünkü başta da belirttiğimiz gibi bir toplumda ahlak gerçekte sadece İlahi bir dinin yaşanması sayesinde kurulur. Ahlakın temelinde, insanın kibirden ve bencillikten kurtulması yatmaktadır. Bunu ise ancak Allah'a karşı olan aczini ve sorumluluğunu bilen insanlar başarır. Allah, Kuran'da müminlerin fedakarlıklarını bildirdikten sonra "Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah bulanlardır" (Haşr Suresi, 9) buyurarak, bu gerçek ahlakın temelini haber vermektedir.

Bu nedenledir ki, Allah'a imanın ve Allah korkusunun bulunmadığı bir toplumda, ahlak da bulunmaz. Hiçbir şeyin mutlak bir kıstası olmadığı için, insanlar "doğru" ve "yanlış" kavramlarını kendi çıkarlarına göre tanımlar ve uygularlar.
Zaten masonluğun din-dışı hümanist ahlak teorisinin gerçek amacı da, "ahlaklı bir dünya kurmak" değil, din-dışı bir dünya kurmaktır. Bir başka deyişle, masonlar, ahlaka çok önem verdikleri için değil, sadece topluma "din gerekli değil" telkini verebilmek için hümanist felsefeye sarılmaktadırlar.
Masonluk her ne kadar tüm dinlere ve inançlara karşı hoşgörülü olduğunu ileri sürse de, gerçekte İlahi dinlere karşı olduğu, bunları ortadan kaldırarak dünyada materyalist felsefeye dayalı bir "insanlık dini" kurmak istediği kendi kaynaklarından anlaşılmaktadır.

Örneğin üstad mason Selami Işındağ'ın Mason dergisinde yayınlanan "Olumlu Bilim-Aklın Engelleri ve Masonluk" adlı makalesinde bu masonik ideal şöyle açıklanır:“Sonuç olarak şunları söylemek istiyorum: Hepimize düşen en büyük insancıl ve masonik görev, olumlu bilim ve akıldan ayrılmamak, bunun evrimde en iyi ve tek yol olduğunu benimseyerek bu inancımızı insanlar arasında yaymak, halkı olumlu bilimlerle yetiştirmektir. Ernest Renan'ın şu sözleri çok önemlidir: 'Ancak halk olumlu bilim ve akıl ile eğitilirse, aydınlatılırsa, dinlerin boş inançları kendi kendine yıkılır'."

İşte masonluğun nihai hedefi budur: Kendilerince güya "boş inanç" olarak gördükleri din ahlakını tamamen yok ederek, "insan" kavramının kutsallaştırıldığı hümanist bir dünya kurmak. Masonların "olumlu bilim" olarak öne sürdükleri, evrim teorisi ve benzeri materyalizm kaynaklı teoriler ise bizzat bilim tarafından çürütülmüştür. Unutmamak gerekir ki, insanların tek kurtuluşu Allah'ın kendilerine emrettiği gibi, yani din ahlakına göre yaşamaktır, bunun dışındaki arayışlar her zaman büyük hüsranla neticelenecektir. Ayna adlı masonik dergide de, din dışı bir dünya kurmanın bir "Ülkü Mabedi" olduğu şöyle anlatılır:
“Günümüz masonluğu eski masonluğun somut Mabed inşa amacını kendi deyimleriyle “Ülkü Mabedi” inşa etme şekline dönüştürmüştür. Ülkü Mabedi inşası, masonik ilke ve erdemlerin yayılıp yerleşmesi sonucu biraraya gelen yetkin insanların yeryüzünde çoğalmasıyla olanaklıdır.”
Peki masonluk bu amacına nasıl hizmet etmektedir?

Din Ahlakına Karşı Savaşta İzlenecek Yöntem

Masonik kaynakları incelediğimizde, dini özellikle fikri düzeyde, kitle telkini yoluyla yıkmak istediklerini görürüz. Üstad mason Selami Işındağ'ın Masonluktan Esinlenmeler adlı kitabındaki şu pasaj, bu konuda oldukça aydınlatıcıdır:
“... Aşırı özgürlüksüz rejimler bile, din kuruluşunu kaldırma çabalarında başarı sağlayamamışlardır. Hatta bu siyasal yöntemlerin, dinsel boş inançlardan ve dogmalardan insanları kurtararak, toplumu aydınlığa kavuşturmak eyleminde aşırılığa, zor kullanmaya kalkmalarının bir tepkisi olarak kapatmak istedikleri ibadet yerlerinin bugün daha çok dolduğu ve yasaklandığı için dinsel inançlar ve dogmaların daha çok yandaş bulduğu saptanmıştır. Böyle bir gönül ve duygu işinde yasaklamaların ve zor kullanmaların bir sonuç vermediğini, bir başka konuşmamızda belirtmiştik. İnsanları karanlıktan aydınlığa götürecek tek yol, olumlu bilim, akıl ve bilgelik prensipleridir. İnsanlar bu yoldan eğitilirse, dinlerin hümanist ve olumlu yanlarına saygı duyar, ama boş inançlarından ve dogmalarından kendilerini kurtarırlar.”

Burada ne kastedildiğini iyi analiz etmek gerekir. Işındağ, dine karşı baskı uygulamanın dindarları daha fazla motive edeceğini ve sonuçta dini güçlendireceğini ve bu nedenle, yani dini bu şekilde güçlendirmemek için, masonların dini fikri düzeyde yok etmeleri gerektiğini anlatmaktadır. Işındağ'ın "olumlu bilim, akıl ve bilgelik prensipleri" derken kastettiği kavramlar ise, gerçekte bilim, akıl ve bilgelik değildir. Sadece, bu sözcüklerle kamufle edilmiş olan materyalist felsefedir, evrim teorisidir. Işındağ, bunların topluma yayılması durumunda, "dinlerin sadece hümanist yanlarına saygı duyulacağını", yani İlahi dinlerin sadece hümanist felseye uygun görülen kısımlarının kalacağını anlatmaktadır. Buna karşılık İlahi dinlerin temeli olan gerçeklerin reddedileceğini savunmaktadır ki, bunlar insanın Allah'ın kulu olduğunu ortaya koyan temel iman esaslarıdır.
Kısacası, masonlar, dinin özünü oluşturan iman esaslarını ortadan kaldırmak (yani Allah'ın varlığını, birliğini, herşeyi O'nun yarattığını, insanın da Allah'a karşı sorumlu olduğu gerçeğini reddettirmek) hedefindedirler. Dini, kendilerince sadece bazı genel ahlaki konularda fikir veren bir "kültürel öge" haline getirmek istemektedirler. Bunu yapmanın yolu ise, masonlara göre, "olumlu bilim ve akıl" kisvesi altında topluma ateizmi empoze etmektir. Nihai hedefleri ise, dini bu "kültürel öge" konumundan da çıkarmak ve tamamen dinsiz bir dünya kurmaktır.

Masonik Kitle Telkini
Masonluk bu amaç için dünyanın pek çok ülkesinde var gücüyle çalışır. Bazı üniversitelerde, diğer eğitim kurumlarında, kimi medya kuruluşlarında, sanat ve fikir dünyasının belli çevrelerinde etkin olan masonik örgütlenme, topluma sürekli olarak hümanist felsefeyi yaymaya, dinin temeli olan imani gerçekleri reddettirmeye çalışır.

Evrim teorisi, masonların bir numaralı propaganda malzemelerindendir. Bunun yanında, Allah'tan ve dinden hiç bahsedilmeyen, sadece insan zevklerine, hırs ve isteklerine dayanan bir kültür inşa etmek için uğraşırlar. Bu cahiliye kültürü içinde Allah korkusu, Allah sevgisi, Allah rızası, ibadet, ahiret gibi kavramlara yer yoktur. Dahası bu kavramlar hakkında birçok filmde, karikatür ve romanda hep bu gerçek dışı mesajlara yer verilir.
Masonik Ağ- Fahri Masonlar
Bu büyük aldatmaca içinde masonlar her zaman lider rolü oynar. Ancak onlarla aynı safta olan daha pek çok farklı grup ve birey vardır. Masonlar bunları da bir anlamda "fahri mason" kabul eder ve kendileriyle müttefik sayarlar. Çünkü aynı hümanist felsefe üzerinde birleşmektedirler. Selami Işındağ bu konuda şu yorumu yapar:
“(Masonluk) şu gerçeği de benimser: Dış evrende öyle bilge insanlar vardır ki, mason olmadıkları halde, mason ideolojisini çok iyi benimsemişlerdir. Çünkü bu ideoloji, bütün anlamıyla insan ve insanlık ideolojisidir.”

18. ve 19. yüzyılda siyasi komplolarla, devrimle uğraşan masonluk, 20. yüzyılda temel misyon olarak kendi felsefesini çeşitli propaganda araçları ile toplumlara yayma yolunu seçmiştir. Masonluğun, materyalizm, hümanizm ve evrim kavramlarıyla özetlenebilecek batıl felsefesi, bilim, sanat, medya, edebiyat, müzik ve her türlü popüler kültür aracıyla kitlelere yayılmıştır. Masonluk bu propaganda sonucunda, ani bir devrimle değil, uzun vadede İlahi dinleri ortadan kaldırarak tüm insanlığı kendi felsefesi içinde aşama aşama birleştirmek istemektedir.
Sessiz ve Derinden
Amerikalı bir mason, masonluğun bu yöntemini şöyle özetler: "Masonluk çalışmasını sessiz bir şekilde yürütür fakat bu çalışma, okyanusa doğru sessiz bir şekilde vuran derin bir nehrin işleyişi gibidir."

ABD'nin Georgia eyaletinin "Büyük Üstad" dereceli masonların biri olan J. W. Taylor ise, aynı konuda şu ilginç yorumu yapmaktadır:
“Eski kavramların terk edilmesi ve yerine yenilerinin yerleştirilmesi, her zaman dünyanın ilk olarak dikkatini çeken algılanabilir sebeplerden kaynaklanmaz, daha çok insanların zihninde uzun yıllardır işlev gören prensiplerin bir toplamıdır. Ancak son anda uygun şartlar oluşur ve elverişli bir çevre meydana gelir, o zaman gizli olan gerçek hayata aktarılır... böylece her insanı büyük bir ortak hedefe doğru teşvik eder ve büyük hedeflere varmak için tüm ulusları sanki hepsi birer insan gibi hareket ettirir. İşte masonluk kurumunun, dünyadaki insanoğlu üzerindeki etkisi bu prensip üzerinde gerçekleşmektedir. Sessiz ve gizli olarak çalışır, ama çok yönlü ilişkileri sayesinde toplumun her detayına ve boşluğuna sızar; masonluğun eserlerini görenler bu eserlere karşı hayrete düşerler, ama kaynağının ne olduğunu bilip söyleyemezler. (Harun Yahya, Kabala ve Masonluk)

Chicago Büyük Locası'nın yayınladığı Voice dergisine göre
ise, "Masonluk sessiz bir şekilde, fakat kesinlikle ve sürekli olarak insan toplumunun harcını inşa etmektedir". Söz konusu "harç inşası", masonik felsefenin temelleri olan materyalizm, hümanizm ve Darwinizm'in topluma empoze edilmesiyle gerçekleşmektedir.

Masonluğun bu sessiz ve derinden işleyen stratejisinin en büyük özelliği, bu stratejide görev alan masonların, bunu masonluk adına yaptıklarını hemen hiçbir zaman açıklamamalarıdır. Farklı kimliklerle, farklı sıfatlarla, farklı makamlarda görev yapar, ama masonluk aracılığıyla benimsedikleri ortak bir felsefeyi topluma empoze ederler. Türk localarının büyük üstadlarından Halil Mülküs, yıllar önce kendisiyle yapılan bir röportajda, bu gerçeği şöyle açıklamıştır:
“Masonluk, masonluk olarak ortaya çıkıp hiçbir şey yapmaz. Masonluk bireyleri yönlendirir, burada yetişen bireyler, zikir talimi üretimine katılan masonlar dış alemde bulundukları yerlerde, çeşitli seviyelerdeki mesleklerdedirler. Bunlar üniversitelerdedirler, rektördürler, bunlar profesördürler, bunlar devlet adamıdırlar, bakandırlar, doktordurlar, hastane başhekimidirler, avukattırlar vs. Bulundukları yerlerde bu masonluğun talim ettiği fikirleri yaygın bir biçimde topluma aktarma gayreti içinde olurlar.”

Bu nedenledir ki insanlar, toplumdaki "kitle telkinleri"nin ardında organize bir gücün olduğunu fark edemezler. İnsanları dinden uzaklaştırmaya, materyalist, Darwinist hurafelere inanmaya sürükleyen telkinlerin ardındaki masonik etkiyi göremezler. Oysa masonluk, "sessiz ve derinden", ama çok etkili çalışmaktadır.
Sonuç
Oysa masonluğun büyük bir ısrarla "talim ettiği ve topluma aktarma gayreti içinde olduğu" bu fikirler, birer yanılgıdan başka bir şey değildir. Masonluk, asırlardır hiç sorgulamadan bağnaz bir biçimde koruduğu felsefesini, "akıl ve bilim" ambalajı ile süsleyip "talim ettiği ve topluma aktarma gayreti içinde olduğu" sürece, hem kendisini hem de insanlığı aldatmaktadır.

“Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz”.
(Al-i İmran Suresi, 139)

Ayette bildirildiği gibi insanlığın kurtuluşu, ancak, gerçek yaratılış amacını anlaması ve Allah'ın kendisine öğrettiği üstün Kuran ahlakı ile yaşamasındadır.

Hümanizm Ne Demektir?
"Hümanizm" kavramı çoğu insanın aklında olumlu mesajlar çağrıştırır. "İnsan sevgisi", "barış", "kardeşlik" gibi. Ancak felsefi anlamda hümanizmin daha da önemli bir anlamı vardır: Hümanizm, "insanlık" kavramını, insanların yegane amaç ve odak noktası haline getiren bir düşüncedir. Bir başka deyişle, insanı, Yaratıcımız olan Allah'tan yüz çevirmeye, sadece kendi varlığı ve benliği ile ilgilenmeye çağırır.

Günümüzün önde gelen hümanist sözcülerinden biri olan Corliss Lamont, The Philosophy of Humanism (Hümanizm Felsefesi) adlı kitabında şöyle yazar: Hümanizm, tüm gerçekliğin bizzat doğanın kendisinden ibaret olduğuna inanır, evrenin temel materyali, zihin değil maddedir.... (Hümanizme göre) Doğaüstü varlıklar gerçek değildir; yani insan düzeyinde, insanlar doğaüstü ve ölümsüz ruhlara sahip değildirler ve tüm evren düzeyinde, evrenimizin doğaüstü ve sonsuz bir Yaratıcısı yoktur.

Görüldüğü gibi, hümanizmin temeli doğrudan ateizme ve materyalist felsefeye dayanmaktadır.
 

Sindy

꧁༒ ♡ fσrum mєlєgí ♡ ༒꧂
Süper Moderatör
  • Üyelik Tarihi
    3 Ocak 2010
  • Mesajlar
    11,327
  • MFC Puanı
    64,261
Umarım İşine Yarar ßişi Çıkar :)
 

UquR

MFC Üyesi
Konum
AparTman xD
  • Üyelik Tarihi
    1 Eyl 2009
  • Mesajlar
    4
  • MFC Puanı
    0
BunLarın Konu iLe iLgiLi oLduguna Eminmisin ? Türk Tarihi , Masonlar FaLan Yazıyoda ?

Birinci Yazdıgın Cevap BeLki iŞime Yarar SağoL Yinede :)
 

Sindy

꧁༒ ♡ fσrum mєlєgí ♡ ༒꧂
Süper Moderatör
  • Üyelik Tarihi
    3 Ocak 2010
  • Mesajlar
    11,327
  • MFC Puanı
    64,261
Artık Hangisi oLurSa .)
 

UquR

MFC Üyesi
Konum
AparTman xD
  • Üyelik Tarihi
    1 Eyl 2009
  • Mesajlar
    4
  • MFC Puanı
    0
Neyse SağoL :) Birazda oLsa Yardım Ettin :) Zaman Ayırdıgın iÇin TeşekkürLer Canım :)
 

Sindy

꧁༒ ♡ fσrum mєlєgí ♡ ༒꧂
Süper Moderatör
  • Üyelik Tarihi
    3 Ocak 2010
  • Mesajlar
    11,327
  • MFC Puanı
    64,261
RiCa Ederim Nedemek :)
 
Üst Alt