- Konum
- ىαкαяyλ
-
- Üyelik Tarihi
- 27 Kas 2009
-
- Mesajlar
- 24,120
-
- MFC Puanı
- 79
Ünlü Felsefe Tarihçisi Ernst Von Aster anlatıyor:
FELSEFE TARİHİNDE TÜRKLER
İlkçağdan başlayıp gelecek çağlara uzanan felsefe, insan aklının ve zekâsının, çağlar boyunca hiç eskimeyen, eskimeyecek olan düşüncelerini, buluşlarını, yaratılarını daima yenileyerek, bilim hayatının gelişmesine paralel olarak kâinat içinde insanın yeri ve hayatın mânâsı üzerine düşünmeye devam edecektir.
Geçmişte ki felsefeleri bilmeden bugünün ve geleceğin felsefesini anlamak mümkün değildir.
Evrensel felsefeye katkıları bakımından Türk aklının ve zekâsının Felsefe Tarihindeki ve felsefi düşüncenin aşamalarındaki yeri Batılı felsefecilerin ilgisini ve takdirlerini çekmeye devam etmektedir.
Dünyanın sayılı Felsefe Tarihi otoritelerinden Prof. Dr. ERNST VON ASTER 1930lar Türkiye'sinin aydınlıklarına, aydınlıklar sunan bir ilim adamı olarak Ankara Üniversitesinde Felsefe Tarihi Dersleri veren büyük hocalarımızdandı.
Türkiye ikinci Tarih Kongresinde Ernst Von Asterin verdiği, FELSEFE TARİHİNDE TÜRKLER (1937) konulu konferansının metnini izleyicilerimize sunmaktan mutluluk duyuyoruz.
Düşünen Adam dergimiz, bu diziden sonra eski Türk Filozofları üzerine yapılan irdelemeleri de yayınlamayı sürdürecektir. Saygılarımızla.
Her birey ve her millet için, kendi milli tarihi ve eserleri hakkında kendi kendini sorgulamak ve geçmiş zaferlerin defne dalları üzerinde istirahata koyulmayıp, başarılarını yeni çalışmalara çıkış noktası yapmak ihtiyacı duyduğu bir zaman gelir. Her millet, çalışmalarında ilk önce kendisine karşı ve sonra tabiatın ve talihin kendisine faydalı olması gereken bir unsur olarak içine yerleştirdiği bütüne, yani devlete ve insanlığa karşı sorumludur. İşte Türk Milleti, tarihinin vâdlerle dolu bir dönemine girdiği önemli bir anda, kendisine düşen vazifeleri şimdiye kadar nasıl başardığını, benliğine has bir milli kültürün yaratılmasında ne gibi aşamalardan geçtiğini ve dünya kültürüne ne gibi yardımlarda bulunduğunu haklı olarak kendi kendisine sormalıdır. Burada, Türklerin, felsefe tarihindeki payından bahsetmekle bu sorunun ufak bir parçasını düşünmüş olacağım. Fakat şunu da unutmayalım ki, felsefe tarihi, yani kâinatın özü ile insan hayatının manâsına dair olan ebedi mesele etrafında insanların ileri sürdükleri fikirlerin tarihi, insan kültürü tarihinin bir kısmıdır.
Sözlerime, şu olguya işaretle başlıyorum. Batı felsefesinin başlangıçları gözümüzün önünde ilk defa olarak Küçük Asya sahillerindeki eski beldelerde, yani bugün Türk Devletinin nüvesine ait olan bir coğrafyada belirmektedir. Burada yaşamış olan ilk ve en eski tabiat feylesoflarının kökenleri hakkında pek az şey biliyoruz; mamafih, meselâ bir Thalesin kaynağının hiç olmazsa kısmen olsun Karyada ve binaenaleyh Anadolunun içinde bulunduğu muhtemeldir. Fakat şu nokta bizim için daha önemlidir. İyonya düşünürlerinin toplu ve bütünlükçü bir dünya imajı kurmak hususundaki teşebbüslerinde gökteki cisimler aleminin büyük bir yol oynamış olduğunu biliyoruz. Daha evvel gelen Sümerlerin ve Babillilerin, asırlarca süren çalışmalar neticesinde elde etmiş oldukları gözlem ve bilgilerin teşkil ettiği o fevkalâde mühim kültür mirası İyonyalılara intikal etmemiş olsaydı, bunlar hiç bir zaman astronomik tasavvurlarını kuramayacaklardı. Sümerlerle Türk Milleti arasındaki -Preistuvarcılarınızın başlıca çalışma mevzularından birini teşkil eden.sıkı münasebeti doğru ve hakiki bir olgu olarak kabul edelim;o zaman burada preistorik atalarımızdan fışkıran bir ilgi kaynağının Batı felsefesi başlangıçlarına kadar akıp geldiğini görüyoruz.
Fikirler, düşünceler, düşünülür, bulunur, keşfolunurlar. belli milletlerde, belli zamanlarda baş gösterirler. Fakat bunlar münhasıran bir bireye, yahut bir tek millete ait şeyler değillerdir. Düşünme, biyo-psikolojik bir olaydır. Düşünülen şey, yani fikir ise zamanın dışında bulunan entellektüel bir varlıktır. Fikirler hakikatlerden ibarettir. Hakikat belli bir insan, yahut belli bir millet için muteber değil, genel olarak muteberdir. Bir ferdin, yahut bir milletin bulduğu bir fikir, bir hakikat, insaniyete bir armağandır. Bunun için başka taraftan alınmış olan hakikatlerden ibaret bir tefekkür hazinesini muhafaza etmek vazifesi, yenilerini bulmaktan daha önemsiz bir görev değildir bilgi kaynağının Batı felsefesi başlangıçlarına kadar akıp geldiğini görüyoruz.
Fikirler, düşünceler, düşünülür, bulunur, keşfolunurlar. belli milletlerde, belli zamanlarda baş gösterirler. Fakat bunlar münhasıran bir bireye, yahut bir tek millete ait şeyler değillerdir. Düşünme, biyo-psikolojik bir olaydır. Düşünülen şey, yani fikir ise zamanın dışında bulunan entellektüel bir varlıktır. Fikirler hakikatlerden ibarettir. Hakikat belli bir insan, yahut belli bir millet için muteber değil, genel olarak muteberdir. Bir ferdin, yahut bir milletin bulduğu bir fikir, bir hakikat, insaniyete bir armağandır. Bunun için başka taraftan alınmış olan hakikatlerden ibaret bir tefekkür hazinesini muhafaza etmek vazifesi, yenilerini bulmaktan daha önemsiz bir görev değildir.
Bu kanaatle; felsefe tarihinin Türk Milletine ait kuvvetli şahsiyetler yetiştiği bir dönemde en büyük açıklıkla ifade olunmuştur. Doğu Ortaçağ felsefesini kasdediyorum. Bu zamanlarda Türk Milletine mensup yüksek zekâlara rastgeliyoruz; hepsini kısa bir konferansta saymaya imkân olmadığından, en önemlileri olan Farabi ile İbni Sinayı irdelemekle yetineceğim.
Ortaçağ Felsefesinin bütünü hakkında Rönesans ve aydınlanma dönemlerinin etkisi altında- olumsuz hükümler vermek ve onu, düşünüşün tükenişi ve düşünüşte kısırlık olarak görmek adetinin hakim olduğu zaman henüz uzak bir maziye karışmış değildir. Orijinallikten yoksunluk, otoriteye iman, teoloji ve taassuba bağlılık, gözlem ve deneye dayanan bir tabiat ilminin mevcut olmaması... İşte bütün bunlar bu döneme karşı ileri sürülen suçlamalardı. Biz bugün artık Ortaçağ Felsefesini başka açıdan görmeyi ve hakkında daha adil bir hüküm vermeyi öğrendik. Eflâtunla Aristonun eserlerinin felsefeye sokulmasının, felsefe bakımından büyük bir iş olduğunu artık biliyoruz. Ortaçağın mahiyet itibariyle büsbütün başka türden orup devletle toplumu tamamen değiştirmiş olan dini dünya görüşünü İlkçağ felsefesi ile birleştirmenin ne kadar bağımsız bir iş olduğunu görüyoruz. Ortaçağ düşünce âleminin yeni zamanların ta içlerine kadar tesirler yaptığını ve izler bıraktığını, ve bir Descartesın bir Spinozanın ve bir Leibnizin evvelce zannedildiğinden çok fazla ölçüde Ortaçağ tesiri altında olduklarını, Roger Baconnun tabiat araştırmasına temel olarak deneyi gösterdiği vakit, Ortaçağa ait bir takım eskilere dayandığını biliyoruz ki dogmanın ve mukaddes kitapların metinleri ile çelişik olmamak mecburiyeti, Ortaçağ düşünürlerini, çok defa felsefi düşünmeyi daraltmaktan ziyade dini eserlerin gayet geniş ve sembolik bir şekilde tefsirine yöneltmiştir. Bu sözün, Ortaçağın bilhassa İslâm düşünce çevresi ve bu çevre içinde de bilhassa Doğu kısmı için, yani şimdi irdelemek istediğim zaman ve şahsiyetler için doğrudur. 8. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar geçen uzun zaman bu düşünürlerin, Batıdaki şahsiyetlere nazaran hem felsefe, hem tabiat ilimlerinde ve tıp ile matematik- hakim mevkide bulundukları şüphe götürmeyen bir gerçektir.
-II-
İlkçağdan başlayıp gelecek çağlara uzanan felsefe, insan aklının ve zekâsının, çağlar boyunca hiç eskimeyen, eskimeyecek olan düşüncelerini, buluşlarını, yaratılarını daima yenileyerek, bilim hayatının gelişmesine paralel olarak kâinat içinde insanın yeri ve hayatın mânâsı üzerine düşünmeye devam edecektir.
Geçmişte ki felsefeleri bilmeden bugünün ve geleceğin felsefesini anlamak mümkün değildir.
Evrensel felsefeye katkıları bakımından Türk aklının ve zekâsının Felsefe Tarihindeki ve felsefi düşüncenin aşamalarındaki yeri Batılı felsefecilerin ilgisini ve takdirlerini çekmeye devam etmektedir.
Dünyanın sayılı Felsefe Tarihi otoritelerinden Prof. Dr. ERNST VON ASTER 1930lar Türkiye'sinin aydınlıklarına, aydınlıklar sunan bir ilim adamı olarak Ankara Üniversitesinde Felsefe Tarihi Dersleri veren büyük hocalarımızdandı.
Türkiye ikinci Tarih Kongresinde Ernst Von Asterin verdiği, FELSEFE TARİHİNDE TÜRKLER (1937) konulu konferansının metnini izleyicilerimize sunmaktan mutluluk duyuyoruz.
Düşünen Adam dergimiz, bu diziden sonra eski Türk Filozofları üzerine yapılan irdelemeleri de yayınlamayı sürdürecektir. Saygılarımızla.
Hıristiyan Avrupanın iskolastik adını taşıyan Ortaçağ felsefesi birbirinden açıkça ayırt edilebilen iki aşamaya ayrılmaktadır; birinci aşama ile ikinci aşamanın arasındaki esas farkı, ikincisinde Aristonun eserlerinin İslâm düşünce aleminden Batıya geçmiş olması teşkil eder. Aristonun kavimler göçü sırasında kaybolup gitmiş olan eserlerin Arapça tercüme ve tefsirler sayesinde Doğudan Batıya tekrar intikal ettiği malûmdur. Batıda ise Aristonun başlıca yazıları, Eflâtunla Yeni Eflâtuncuların eserleri ile birlikte, muhafaza edilmiş bulunuyor. Yahut şöyle diyebiliriz: Tâ ilk zamanlardan beri Doğuda, Eflâtun ile Pisagorun fikirleri ile birlikte Aristoculuğa ve Revakiliğe ait unsurları ihtiva eden Yeni Eflâtunculuk, Elkindi, Farabi ve İbni Sina gibi şahsiyetlerde Eflâtunla Aristoyu ahenkli bir surette birleştiren bir felsefe karakterini Batıda olduğundan daha yüksek bir derecede- muhafaza etmiştir. Sonraları, İslâm kültür çevresi içinde de Aristo hakim mevkie çıkmıştır; fakat bu, ancak Mağrib, yani Endülüs-Fas çevresinin ve bilhassa İbni Rüşdün tesiri ile gerçekleştirilmiştir. Ancak İbni Rüşdden itibarendir ki Hıristiyan Ortaçağ felsefesi, Ortodoks bir Aristoculuk manasında otoriteye boyun eğen bir karakter kazanmıştır ve İbni Rüşdün bu istikamette yaptığı tesir, Sen Tomanın İbni Rüşd ve taraftarlarına (Averroistlere) karşı açtığı mücadeleye ve belirli noktalarda bizzat kendi tefsirinin Aristodan hayli sapmasına rağmen, pek büyük bir önemi içermektedir. İbni Rüşd, sık sık İbni Sinaya ve bazen de Farabiye karşı keskin surette hücum ettiği vakit, dayandığı yer , Aristonun, doğruluğunu onlara karşı ispata kalkıştığı metinleridir. Böylece Hıristiyan yüksek iskolastiği, kökeni daha ziyade Fas ve İspanya olan Ortodoks bir Aristoculuğun tesiri altında bulunmaktadır; halbuki Türk-İslâm yüksek iskolastiği, daha ziyade doğrudan doğruya Farabi ile İbni Sinaya dayanmaktadır.
Bundan başka, Avrupai Hıristiyan iskolastiği ilk dönemi esas itibariyle teolojiden ibarettir; daha doğrusu, Hristiyan doğmalarını akla kabul ettirmeyi, bunları imanla bilginin, meşhur Credo ut intelligam (=Evvelâ inanıyorum ve inandığımın doğruluğunu ondan sonra aklımla idrak ediyorum) sözleri ile tespit edilmiş olan münasebetine bağlayan mantıkla temellendirmeyi kendisine vazife bilen bir teolojidir. Şüphesiz Farabi ve İbni Sina gibi düşünürler de imanla bilginin çelişik olamayacağına inanmış, samimi müminlerdir. Fakat bunlarda, fikir ve lisan bakımından kesin olarak tespit edilmiş doğmaların sonradan ispatı meselesi çok önemsiz bir rol oynamaktadır. İslâm felsefesinde Allahın iskolastik tarzda ispatlarının mevcut olduğuna, fakat bunların Hıristiyanlarda oynadığı rolden çok daha az bir rol oynadığına çok defa işaret edilmiştir. Bunun sebebi Hıristiyan iskolastiğinin Allahın mevcudiyetini kabul için ispatsız olarak kabul etmeleri değildir; hakiki sebep şudur: dogmanın kilise otoritesi altında kesin bir şekilde formüle etmiş olduğu münferit bir kuralı, mektebe uygun tarzda ispat niteliğin, İslâm feylesoflarına önemsiz tali derecede olan bir iş olarak görünmektedir.
Ortaçağın İslâm ve Hıristiyan felsefelerinde görülen müşterek noktalardan biri, tabiat ilimlerine karşı alakanın yavaş yavaş kuvvetlenmesi ve tabiat hadiselerinin izah ve tasavvurunun Yeni Eflâtunculuktan ziyade Aristo tarzına yaklaşmasıdır. Ortaçağ İslâm felsefesinde de esas itibariyle Yeni Eflâtunculuğa eğilimli bir felsefeden, Aristoya dönük bir felsefeye geçişi müşahede etmekteyiz; yalnız, buradaki geçit Avrupadakinden daha yavaş, daha içten olmuştur.
III-
İlkçağdan başlayıp gelecek çağlara uzanan felsefe, insan aklının ve zekâsının, çağlar boyunca hiç eskimeyen, eskimeyecek olan düşüncelerini, buluşlarını, yaratılarını daima yenileyerek, bilim hayatının gelişmesine paralel olarak kâinat içinde insanın yeri ve hayatın mânâsı üzerine düşünmeye devam edecektir.
Geçmişte ki felsefeleri bilmeden bugünün ve geleceğin felsefesini anlamak mümkün değildir.
Evrensel felsefeye katkıları bakımından Türk aklının ve zekâsının Felsefe Tarihindeki ve felsefi düşüncenin aşamalarındaki yeri Batılı felsefecilerin ilgisini ve takdirlerini çekmeye devam etmektedir.
Dünyanın sayılı Felsefe Tarihi otoritelerinden Prof. Dr. ERNST VON ASTER 1930lar Türkiye'sinin aydınlıklarına, aydınlıklar sunan bir ilim adamı olarak Ankara Üniversitesinde Felsefe Tarihi Dersleri veren büyük hocalarımızdandı.
Türkiye ikinci Tarih Kongresinde Ernst Von Asterin verdiği, FELSEFE TARİHİNDE TÜRKLER (1937) konulu konferansının metnini izleyicilerimize sunmaktan mutluluk duyuyoruz.
Düşünen Adam dergimiz, bu diziden sonra eski Türk Filozofları üzerine yapılan irdelemeleri de yayınlamayı sürdürecektir. Saygılarımızla.
FELSEFE TARİHİNDE TÜRKLER
İlkçağdan başlayıp gelecek çağlara uzanan felsefe, insan aklının ve zekâsının, çağlar boyunca hiç eskimeyen, eskimeyecek olan düşüncelerini, buluşlarını, yaratılarını daima yenileyerek, bilim hayatının gelişmesine paralel olarak kâinat içinde insanın yeri ve hayatın mânâsı üzerine düşünmeye devam edecektir.
Geçmişte ki felsefeleri bilmeden bugünün ve geleceğin felsefesini anlamak mümkün değildir.
Evrensel felsefeye katkıları bakımından Türk aklının ve zekâsının Felsefe Tarihindeki ve felsefi düşüncenin aşamalarındaki yeri Batılı felsefecilerin ilgisini ve takdirlerini çekmeye devam etmektedir.
Dünyanın sayılı Felsefe Tarihi otoritelerinden Prof. Dr. ERNST VON ASTER 1930lar Türkiye'sinin aydınlıklarına, aydınlıklar sunan bir ilim adamı olarak Ankara Üniversitesinde Felsefe Tarihi Dersleri veren büyük hocalarımızdandı.
Türkiye ikinci Tarih Kongresinde Ernst Von Asterin verdiği, FELSEFE TARİHİNDE TÜRKLER (1937) konulu konferansının metnini izleyicilerimize sunmaktan mutluluk duyuyoruz.
Düşünen Adam dergimiz, bu diziden sonra eski Türk Filozofları üzerine yapılan irdelemeleri de yayınlamayı sürdürecektir. Saygılarımızla.
Her birey ve her millet için, kendi milli tarihi ve eserleri hakkında kendi kendini sorgulamak ve geçmiş zaferlerin defne dalları üzerinde istirahata koyulmayıp, başarılarını yeni çalışmalara çıkış noktası yapmak ihtiyacı duyduğu bir zaman gelir. Her millet, çalışmalarında ilk önce kendisine karşı ve sonra tabiatın ve talihin kendisine faydalı olması gereken bir unsur olarak içine yerleştirdiği bütüne, yani devlete ve insanlığa karşı sorumludur. İşte Türk Milleti, tarihinin vâdlerle dolu bir dönemine girdiği önemli bir anda, kendisine düşen vazifeleri şimdiye kadar nasıl başardığını, benliğine has bir milli kültürün yaratılmasında ne gibi aşamalardan geçtiğini ve dünya kültürüne ne gibi yardımlarda bulunduğunu haklı olarak kendi kendisine sormalıdır. Burada, Türklerin, felsefe tarihindeki payından bahsetmekle bu sorunun ufak bir parçasını düşünmüş olacağım. Fakat şunu da unutmayalım ki, felsefe tarihi, yani kâinatın özü ile insan hayatının manâsına dair olan ebedi mesele etrafında insanların ileri sürdükleri fikirlerin tarihi, insan kültürü tarihinin bir kısmıdır.
Sözlerime, şu olguya işaretle başlıyorum. Batı felsefesinin başlangıçları gözümüzün önünde ilk defa olarak Küçük Asya sahillerindeki eski beldelerde, yani bugün Türk Devletinin nüvesine ait olan bir coğrafyada belirmektedir. Burada yaşamış olan ilk ve en eski tabiat feylesoflarının kökenleri hakkında pek az şey biliyoruz; mamafih, meselâ bir Thalesin kaynağının hiç olmazsa kısmen olsun Karyada ve binaenaleyh Anadolunun içinde bulunduğu muhtemeldir. Fakat şu nokta bizim için daha önemlidir. İyonya düşünürlerinin toplu ve bütünlükçü bir dünya imajı kurmak hususundaki teşebbüslerinde gökteki cisimler aleminin büyük bir yol oynamış olduğunu biliyoruz. Daha evvel gelen Sümerlerin ve Babillilerin, asırlarca süren çalışmalar neticesinde elde etmiş oldukları gözlem ve bilgilerin teşkil ettiği o fevkalâde mühim kültür mirası İyonyalılara intikal etmemiş olsaydı, bunlar hiç bir zaman astronomik tasavvurlarını kuramayacaklardı. Sümerlerle Türk Milleti arasındaki -Preistuvarcılarınızın başlıca çalışma mevzularından birini teşkil eden.sıkı münasebeti doğru ve hakiki bir olgu olarak kabul edelim;o zaman burada preistorik atalarımızdan fışkıran bir ilgi kaynağının Batı felsefesi başlangıçlarına kadar akıp geldiğini görüyoruz.
Fikirler, düşünceler, düşünülür, bulunur, keşfolunurlar. belli milletlerde, belli zamanlarda baş gösterirler. Fakat bunlar münhasıran bir bireye, yahut bir tek millete ait şeyler değillerdir. Düşünme, biyo-psikolojik bir olaydır. Düşünülen şey, yani fikir ise zamanın dışında bulunan entellektüel bir varlıktır. Fikirler hakikatlerden ibarettir. Hakikat belli bir insan, yahut belli bir millet için muteber değil, genel olarak muteberdir. Bir ferdin, yahut bir milletin bulduğu bir fikir, bir hakikat, insaniyete bir armağandır. Bunun için başka taraftan alınmış olan hakikatlerden ibaret bir tefekkür hazinesini muhafaza etmek vazifesi, yenilerini bulmaktan daha önemsiz bir görev değildir bilgi kaynağının Batı felsefesi başlangıçlarına kadar akıp geldiğini görüyoruz.
Fikirler, düşünceler, düşünülür, bulunur, keşfolunurlar. belli milletlerde, belli zamanlarda baş gösterirler. Fakat bunlar münhasıran bir bireye, yahut bir tek millete ait şeyler değillerdir. Düşünme, biyo-psikolojik bir olaydır. Düşünülen şey, yani fikir ise zamanın dışında bulunan entellektüel bir varlıktır. Fikirler hakikatlerden ibarettir. Hakikat belli bir insan, yahut belli bir millet için muteber değil, genel olarak muteberdir. Bir ferdin, yahut bir milletin bulduğu bir fikir, bir hakikat, insaniyete bir armağandır. Bunun için başka taraftan alınmış olan hakikatlerden ibaret bir tefekkür hazinesini muhafaza etmek vazifesi, yenilerini bulmaktan daha önemsiz bir görev değildir.
Bu kanaatle; felsefe tarihinin Türk Milletine ait kuvvetli şahsiyetler yetiştiği bir dönemde en büyük açıklıkla ifade olunmuştur. Doğu Ortaçağ felsefesini kasdediyorum. Bu zamanlarda Türk Milletine mensup yüksek zekâlara rastgeliyoruz; hepsini kısa bir konferansta saymaya imkân olmadığından, en önemlileri olan Farabi ile İbni Sinayı irdelemekle yetineceğim.
Ortaçağ Felsefesinin bütünü hakkında Rönesans ve aydınlanma dönemlerinin etkisi altında- olumsuz hükümler vermek ve onu, düşünüşün tükenişi ve düşünüşte kısırlık olarak görmek adetinin hakim olduğu zaman henüz uzak bir maziye karışmış değildir. Orijinallikten yoksunluk, otoriteye iman, teoloji ve taassuba bağlılık, gözlem ve deneye dayanan bir tabiat ilminin mevcut olmaması... İşte bütün bunlar bu döneme karşı ileri sürülen suçlamalardı. Biz bugün artık Ortaçağ Felsefesini başka açıdan görmeyi ve hakkında daha adil bir hüküm vermeyi öğrendik. Eflâtunla Aristonun eserlerinin felsefeye sokulmasının, felsefe bakımından büyük bir iş olduğunu artık biliyoruz. Ortaçağın mahiyet itibariyle büsbütün başka türden orup devletle toplumu tamamen değiştirmiş olan dini dünya görüşünü İlkçağ felsefesi ile birleştirmenin ne kadar bağımsız bir iş olduğunu görüyoruz. Ortaçağ düşünce âleminin yeni zamanların ta içlerine kadar tesirler yaptığını ve izler bıraktığını, ve bir Descartesın bir Spinozanın ve bir Leibnizin evvelce zannedildiğinden çok fazla ölçüde Ortaçağ tesiri altında olduklarını, Roger Baconnun tabiat araştırmasına temel olarak deneyi gösterdiği vakit, Ortaçağa ait bir takım eskilere dayandığını biliyoruz ki dogmanın ve mukaddes kitapların metinleri ile çelişik olmamak mecburiyeti, Ortaçağ düşünürlerini, çok defa felsefi düşünmeyi daraltmaktan ziyade dini eserlerin gayet geniş ve sembolik bir şekilde tefsirine yöneltmiştir. Bu sözün, Ortaçağın bilhassa İslâm düşünce çevresi ve bu çevre içinde de bilhassa Doğu kısmı için, yani şimdi irdelemek istediğim zaman ve şahsiyetler için doğrudur. 8. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar geçen uzun zaman bu düşünürlerin, Batıdaki şahsiyetlere nazaran hem felsefe, hem tabiat ilimlerinde ve tıp ile matematik- hakim mevkide bulundukları şüphe götürmeyen bir gerçektir.
-II-
İlkçağdan başlayıp gelecek çağlara uzanan felsefe, insan aklının ve zekâsının, çağlar boyunca hiç eskimeyen, eskimeyecek olan düşüncelerini, buluşlarını, yaratılarını daima yenileyerek, bilim hayatının gelişmesine paralel olarak kâinat içinde insanın yeri ve hayatın mânâsı üzerine düşünmeye devam edecektir.
Geçmişte ki felsefeleri bilmeden bugünün ve geleceğin felsefesini anlamak mümkün değildir.
Evrensel felsefeye katkıları bakımından Türk aklının ve zekâsının Felsefe Tarihindeki ve felsefi düşüncenin aşamalarındaki yeri Batılı felsefecilerin ilgisini ve takdirlerini çekmeye devam etmektedir.
Dünyanın sayılı Felsefe Tarihi otoritelerinden Prof. Dr. ERNST VON ASTER 1930lar Türkiye'sinin aydınlıklarına, aydınlıklar sunan bir ilim adamı olarak Ankara Üniversitesinde Felsefe Tarihi Dersleri veren büyük hocalarımızdandı.
Türkiye ikinci Tarih Kongresinde Ernst Von Asterin verdiği, FELSEFE TARİHİNDE TÜRKLER (1937) konulu konferansının metnini izleyicilerimize sunmaktan mutluluk duyuyoruz.
Düşünen Adam dergimiz, bu diziden sonra eski Türk Filozofları üzerine yapılan irdelemeleri de yayınlamayı sürdürecektir. Saygılarımızla.
Hıristiyan Avrupanın iskolastik adını taşıyan Ortaçağ felsefesi birbirinden açıkça ayırt edilebilen iki aşamaya ayrılmaktadır; birinci aşama ile ikinci aşamanın arasındaki esas farkı, ikincisinde Aristonun eserlerinin İslâm düşünce aleminden Batıya geçmiş olması teşkil eder. Aristonun kavimler göçü sırasında kaybolup gitmiş olan eserlerin Arapça tercüme ve tefsirler sayesinde Doğudan Batıya tekrar intikal ettiği malûmdur. Batıda ise Aristonun başlıca yazıları, Eflâtunla Yeni Eflâtuncuların eserleri ile birlikte, muhafaza edilmiş bulunuyor. Yahut şöyle diyebiliriz: Tâ ilk zamanlardan beri Doğuda, Eflâtun ile Pisagorun fikirleri ile birlikte Aristoculuğa ve Revakiliğe ait unsurları ihtiva eden Yeni Eflâtunculuk, Elkindi, Farabi ve İbni Sina gibi şahsiyetlerde Eflâtunla Aristoyu ahenkli bir surette birleştiren bir felsefe karakterini Batıda olduğundan daha yüksek bir derecede- muhafaza etmiştir. Sonraları, İslâm kültür çevresi içinde de Aristo hakim mevkie çıkmıştır; fakat bu, ancak Mağrib, yani Endülüs-Fas çevresinin ve bilhassa İbni Rüşdün tesiri ile gerçekleştirilmiştir. Ancak İbni Rüşdden itibarendir ki Hıristiyan Ortaçağ felsefesi, Ortodoks bir Aristoculuk manasında otoriteye boyun eğen bir karakter kazanmıştır ve İbni Rüşdün bu istikamette yaptığı tesir, Sen Tomanın İbni Rüşd ve taraftarlarına (Averroistlere) karşı açtığı mücadeleye ve belirli noktalarda bizzat kendi tefsirinin Aristodan hayli sapmasına rağmen, pek büyük bir önemi içermektedir. İbni Rüşd, sık sık İbni Sinaya ve bazen de Farabiye karşı keskin surette hücum ettiği vakit, dayandığı yer , Aristonun, doğruluğunu onlara karşı ispata kalkıştığı metinleridir. Böylece Hıristiyan yüksek iskolastiği, kökeni daha ziyade Fas ve İspanya olan Ortodoks bir Aristoculuğun tesiri altında bulunmaktadır; halbuki Türk-İslâm yüksek iskolastiği, daha ziyade doğrudan doğruya Farabi ile İbni Sinaya dayanmaktadır.
Bundan başka, Avrupai Hıristiyan iskolastiği ilk dönemi esas itibariyle teolojiden ibarettir; daha doğrusu, Hristiyan doğmalarını akla kabul ettirmeyi, bunları imanla bilginin, meşhur Credo ut intelligam (=Evvelâ inanıyorum ve inandığımın doğruluğunu ondan sonra aklımla idrak ediyorum) sözleri ile tespit edilmiş olan münasebetine bağlayan mantıkla temellendirmeyi kendisine vazife bilen bir teolojidir. Şüphesiz Farabi ve İbni Sina gibi düşünürler de imanla bilginin çelişik olamayacağına inanmış, samimi müminlerdir. Fakat bunlarda, fikir ve lisan bakımından kesin olarak tespit edilmiş doğmaların sonradan ispatı meselesi çok önemsiz bir rol oynamaktadır. İslâm felsefesinde Allahın iskolastik tarzda ispatlarının mevcut olduğuna, fakat bunların Hıristiyanlarda oynadığı rolden çok daha az bir rol oynadığına çok defa işaret edilmiştir. Bunun sebebi Hıristiyan iskolastiğinin Allahın mevcudiyetini kabul için ispatsız olarak kabul etmeleri değildir; hakiki sebep şudur: dogmanın kilise otoritesi altında kesin bir şekilde formüle etmiş olduğu münferit bir kuralı, mektebe uygun tarzda ispat niteliğin, İslâm feylesoflarına önemsiz tali derecede olan bir iş olarak görünmektedir.
Ortaçağın İslâm ve Hıristiyan felsefelerinde görülen müşterek noktalardan biri, tabiat ilimlerine karşı alakanın yavaş yavaş kuvvetlenmesi ve tabiat hadiselerinin izah ve tasavvurunun Yeni Eflâtunculuktan ziyade Aristo tarzına yaklaşmasıdır. Ortaçağ İslâm felsefesinde de esas itibariyle Yeni Eflâtunculuğa eğilimli bir felsefeden, Aristoya dönük bir felsefeye geçişi müşahede etmekteyiz; yalnız, buradaki geçit Avrupadakinden daha yavaş, daha içten olmuştur.
III-
İlkçağdan başlayıp gelecek çağlara uzanan felsefe, insan aklının ve zekâsının, çağlar boyunca hiç eskimeyen, eskimeyecek olan düşüncelerini, buluşlarını, yaratılarını daima yenileyerek, bilim hayatının gelişmesine paralel olarak kâinat içinde insanın yeri ve hayatın mânâsı üzerine düşünmeye devam edecektir.
Geçmişte ki felsefeleri bilmeden bugünün ve geleceğin felsefesini anlamak mümkün değildir.
Evrensel felsefeye katkıları bakımından Türk aklının ve zekâsının Felsefe Tarihindeki ve felsefi düşüncenin aşamalarındaki yeri Batılı felsefecilerin ilgisini ve takdirlerini çekmeye devam etmektedir.
Dünyanın sayılı Felsefe Tarihi otoritelerinden Prof. Dr. ERNST VON ASTER 1930lar Türkiye'sinin aydınlıklarına, aydınlıklar sunan bir ilim adamı olarak Ankara Üniversitesinde Felsefe Tarihi Dersleri veren büyük hocalarımızdandı.
Türkiye ikinci Tarih Kongresinde Ernst Von Asterin verdiği, FELSEFE TARİHİNDE TÜRKLER (1937) konulu konferansının metnini izleyicilerimize sunmaktan mutluluk duyuyoruz.
Düşünen Adam dergimiz, bu diziden sonra eski Türk Filozofları üzerine yapılan irdelemeleri de yayınlamayı sürdürecektir. Saygılarımızla.