-
- Üyelik Tarihi
- 4 Mar 2019
-
- Mesajlar
- 5,682
-
- MFC Puanı
- 189
Takdim
Varlık âlemini en harika bir şekilde yaratan, tüm varlıkları birer sanat harikası, birer hikmet levhası şeklinde nakşeden Halıkımız, bize varlıklardaki bu güzellikleri görüp anlatacak ve hikmet levhalarını okuyup tanıtacak bir rehber göndermesi hikmetinin gereğidir. Çünkü anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa manasız bir kâğıttan ibaret kalır. İşte kâinat da böylesine derin manaları içeren mükemmel bir kitap gibidir.
Madem yaratıcımızın hikmeti bir rehber ve muallim gerektirir, elbette göndereceği rehber veya muallim, akıl ve şuur sahibi olacaktır. Madem akıl sahibi olanlardan seçecektir, o halde hem kabiliyet olarak, hem de ahlak olarak en mükemmel bir yaratılışta yaratılan bir kulu tercih edecektir. İşte bu kul dost ve düşmanların ittifakıyla Hazreti Muhammed (asv)dir.
Hazreti Muhammed (asm), Cenab-ı Allahın biz kulları için seçtiği örnek şahsiyet ve muallimdir. Peygamberlik vazifesini yüklenen tüm peygamberler gibi, O da İlahi davayı yaymaya başladığı zaman insanların inkârlarıyla karşılaşmıştır. Allahın âdeti üzere, her peygamber (as) davasını ispat için bazı mucizeler göstermiştir. Mucize, karşısındakini aciz bırakan fiillerdir. Yani muhatabın yapmaya aciz olacağı ve gücü yetmediği bir fiil göstermektir. Bu fiil her ne kadar peygamberin fiili gibi gözükse de, aslında o peygamberin eliyle Allahın göstermiş olduğu bir fiildir, yani fiilin gerçek sahibi Allahdır. Demek peygamber mucizeleri, peygamberler tarafından muhataplarının yapmaktan aciz olacakları fiillerle müminlerin imanlarını güçlendirmek ve inanmayanların da iman etmelerine vesile olmak için Allah tarafından yaratılmış fiillerdir. Örneğin, bir elin parmaklarında çeşme gibi suyun akması bir insanın yapmaktan aciz olduğu bir fiildir. Peygamberimiz (asm) ise, Allahın izniyle susuz kalmış ordusunu beş parmağından, beş musluklu bir çeşme gibi akan su ile susuzluklarını gidermesi[1] bir mucizedir.
Hazreti Muhammed (asm)in en büyük ve ebedi mucizesi Kurandır. Kuranın söz söyleme sanatı, bilimsel alandaki haberleri, ilmi çevrelerin buluşlarına ilham olacak beyanları ve gelecekten verdiği haberler gibi, binlerce mucizesi ispatlanmıştır. Zaman geçtikçe Kuran gençleşmekte ve yeni yeni mucizevî yönleri tespit edilmektedir. Kuranın mucizeliğini Kuran-i Kerim | Ana Sayfa sitemize havale ediyoruz.
Peygamberimizin (asm) Kurandan sonra en büyük mucizesi ise kendi zatıdır. Yani Onda (asm) toplanmış en üstün ahlak ve kabiliyetler, mucize derecesinde hususiyetler taşımaktadır. Öyle ki, önceden bir Yahudi âlimi olan Abdullah bin Selam gibi pek çok sahabe, sadece simasını görmekle Bu simada yalan yok, bu yüzde hile olamaz!.. diyerek iman etmişlerdir.[2] Efendimizin (asm) bu mucizevî yönlerini de sitemizdeki Peygamberimizin Örnek Ahlakı isimli bölümümüze havale ediyoruz.
Kuran ve şahsından sonra ise bir kısmı Kuranda geçen, büyük çoğunluğu ise tarih ve siyer kitaplarında nakledilmiş mucizeler göstermiştir. Gelecekle ilgili verdiği haberlerin doğru çıkması, temasıyla yiyeceklerin ve içeceklerin bereketlenmesi, hastaların şifa bulması, bir elinin işaretiyle ayın ikiye yarılması, miraç mucizesi, hayvanlar ve ağaçlarda gösterdiği mucizeler gibi binin üzerinde mucizesi vardır.[3]
Her peygamber mucize göstermiştir.[4] Fakat her peygamber her konuda mucize göstermemiştir. Örneğin Hazreti İsa (as) tıp ilminde mucize göstermesi[5] veya Hazreti Süleyman (as) cinlere ve hayvanlara hükmetmesi gibi[6] tüm peygamberler belli alanlarda mucizeler göstermişlerdir. Ancak Hazret-i Muhammed (asm) her türden mucizelerle desteklenmiştir. Bunun nedenini, peygamberliğinin bütün kâinat için umumi olmasına bağlayabiliriz. Nasıl ki, bir padişahın mühim bir elçisi bir vilayete oradaki halkın tamamını alakadar eden bir mesele için gitse, o vilayetteki halkın her nevinden insanlar o elçiyi karşılamaya gelirler ve hediyeler takdim ederler. Aynen öyle de, Âlemlerin Rabbi, bütün cinlere ve insanlara, dini ve daveti umumi olan son elçisi Hazret-i Muhammedi (asm) gönderdiği zaman; melekler âleminden canlı ve cansız varlıklara kadar her türden mucizeler göstermesine vesile olmuş, bütün kâinat, gösterilen mucizelerle adeta Onu hoşamedi etmiş (alkışlarla karşılamış) ve manevi hediyelerini takdim etmişlerdir.
Bu çalışmamızda, Peygamber Efendimizin (asm) göstermiş olduğu mucizelerden sahih olanlarını, ana başlıklar halinde sınıflandırıp sizlerin istifadesine sunacağız. Çalışmamızda, Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Mucizat-ı Ahmediye (Mektubat, On Dokuzuncu Mektup) isimli eserinde takip ettiği metodu kullanacağız ve yer yer oradan alıntılarda bulunacağız. Mucizelerin sıralanması ve tasnifinde de yine bu eseri esas alacağız. Daha kapsamlı bilgi almak isteyenleri bu müstesna esere müracaat etmelerini tavsiye ediyoruz.
Son olarak bu bölümde nakledeceğimiz mucizelerde raivayetlerde sık göreceğiniz tevatür, mütevatir, manevi mütevatir, ahadi gibi hadis ilminde kullanılan bazı terimler hakkında size kısa bir bilgi vermek istiyoruz ki, konu daha iyi anlaşılabilsin.
Tevatür, yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından bir hadis-i şerifin aktarılması anlamına gelir.
Mütevatir (hakiki mütevatir veya sarih tevatür de denilir), yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadis-i şerifi olduğu gibi aktarması demektir.
Manevi tevatür ise, yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması anlamına gelir. Yani bir hadise olduğu kesindir, ancak teferruatında bazı farklılıklar bulunabilir.
Ahadi (haber-i vahid de denilir) ise, bir kişi kanalıyla gelen haber veya hadisler için kullanılır.
Bu temel bilgileri verdikten sonra şimdi mucizeleri nakletmeye başlıyoruz.
________________________________________________________
[IMG]
En Büyük ve Ebedi Mucize Kurandır
Peygamber Efendimizin (asm) en büyük, ebedî mucizesi Kurandır. Kuran yüzlerce ayetiyle Hazreti Peygamberin (asm) davasını ispat eder. Aynı zamanda Kuranın kendisi Peygamberimizin (asm) en büyük mucizesidir. Öyle bir mucizedir ki, kırk yönden mucize olduğunu, ihtisas sahibi olan binlerce Kuran alimi tarafından ispat edilmiştir.
Kuranın mucize oluşunun ispatını Kuran-ı Kerim sitemiz, Kuran-iKerim.org a havale ederek, Kur'an'ın üstünlüğünü ve özelliklerini anlatan Mustafa Asım Köksal Hocamızın bir çalışmasını buraya aynen almak istiyoruz:
Peygamberimiz Aleyhisselamın Ümmetine Bıraktığı Birinci Büyük Emanet: Kitab
Peygamberimiz Aleyhisselam, Veda Haccında irad buyurduğu hutbesinde:
"Ben size öyle bir şey bıraktım ki, ona sımsıkı sarılırsanız, hiçbir zaman dalâlete düşmez, sapmazsınız: O, Allah'ın Kitabı ve Resûlullahın sünnetidir"
buyurmuştur.[1]
Kur'ân-ı Kerîm'e göre de; Kitab ve sünnet, Müslümanlar için başvurulması gereken iki hidayet kaynağıdır.[2]
Peygamberimiz Aleyhisselam, bir hadis-i şeriflerinde:
"Peygamberlerden hiçbir peygamber yoktur ki, ona insanların iman etmek zorunda kaldığı mucizelerin bir benzeri verilmemiş olsun. Bana verilen mucize ise Allah'ın bana vahyettiğidir, Kur'ân'dır. Bunun için, kıyamet günü peygamberlerin en çok ümmetlisi ben olacağımı umarım!"
buyurmuştur.[3]
Her peygamberin zamanına göre peygamberlik davasını isbatlayan bazı harikuladeleri, mucizeleri vardır: asanın yılana çevrilmesi gibi. Musa Aleyhisselamın zamanında sihir yaygındı. Bunun için, Musa Aleyhisselam Allah'ın izniyle sihirden daha üstün ve baskın olarak bir mucize getirip, sihirbaz muhataplarını iman etmek zorunda bıraktı. İsa Aleyhisselam zamanında tıp yaygındı. Bunun için, İsa Aleyhisselam tıptan daha üstün ve baskın olan bir mucize getirdi: Allah'ın izniyle ölüyü diriltti.
Resûlullah Aleyhisselamın zamanında ise, fesahat ve belagat yaygındı. Bunun için, Resûlullah Aleyhisselam bir fesahat ve belagat mucizesi olan Kur'ân-ı Kerîm'i Allah'tan telakkî edip getirdi.[4]
Peygamberimiz Aleyhisselamdan önceki peygamberlerin mucizeleri kendilerinin vefatlarıyla sona ermiş, onları o zaman hazır bulunanlardan başkaları da görmemişlerdir. Peygamberimiz Aleyhisselamın mucizesi olan Kur'ân-ı Kerîm ise kıyamet gününe kadar devam edecektir.[5]
Diğer peygamberlere verilen mucizelerin benzerleri ya suretçe ya da hakikatça, kendilerinden öncekilere de verilmiş bulunuyordu. Kur'ân-ı Kerîm mucizesinin benzeri ise daha önce hiçbir peygambere verilmemişti.[6]
Ebu Ubeyd'in bildirdiğine göre; bir çöl Arabi, bir zât:
"Artık sen emrolunduğun şeyi açığa vur!" (Hicr, 15/94)
âyetini okurken işitip hemen secdeye kapanır ve: "Ben onun fesahatinden dolayı secde ettim." der.
Başka birisi de:
Vaktâ ki ondan umutlarını kestiler, fısıldaşarak bir yere çekildiler..." (Yusuf, 12/80)
âyetini bir adamdan işitince: "Ben şehadet ederim ki; bu sözün benzerini bir yaratık söylemeye güç yetiremez." demiştir.
Bir cariyeden dinlediği kelâmın fesahatine şaşarak: "Allah için, sen ne kadar da fesâhatlisin!" demekten kendisini alamayan Asmâî'ye, cariye:
"Musa'nın anasına: 'Onu emzir! Onun hakkında sana bir tehlike gelince, kendisini denize bırak! Korkma, tasalanma! Çünkü Biz onu sana geri döndüreceğiz. Hem onu peygamberlerden biri de yapacağız' diye vahiy ve ilham ettik.' "(Kasas, 28/7)
kavlinden sonra, şu benimki bir fesahat mi sayılır?" demiştir.
Gerçekten de, bu bir tek âyette iki emir, iki nehiy, iki haber ve iki müjde birleştirilmiştir.[7]
Peygamberimiz Aleyhisselamın mucizesi sadece Kur'ân-ı Kerîm'den ibaret olmadığı ve daha birçok mucizeleri bulunduğu halde, Peygamberimiz Aleyhisselamın mucizelerinden yalnız Kur'ân'ı anmakla yetinmeleri onun mucizelerinin en büyük ve en yararlısı oluşundan, dine daveti, delil ve hücceti içinde taşımakta bulunuşundan, kıyamet gününe kadar hâzır ve gâib herkesin ondan yararlanışındandır. [8]
Kurân-ı Kerîm'e, Kur'ân isminin verilişi, ilâhî kitaplar arasında, kitapların, belki bütün ilimlerin semerelerini kendisinde toplamış olduğu içindir.
Nitekim, Yüce Allah, buna: "Her şeyin tafsilidir." (Yusuf, 12/111), "Her şeyin apaçık bir beyanıdır." (Nahl, 16/89) âyetleriyle işaret buyurmuştur.[9]
Kurân-ı Kerîm, hakikat ehline göre, bütün hakikatleri toplayan ledün ilminin de icmali, özetidir.[10]
Hz. Ali (ra) der ki:"Resûlullah Aleyhisselamdan işittim: 'Haberiniz olsun ki, birtakım fitneler zuhur edecektir!' buyurdu. 'Yâ Rasûlallah! O fitnelerden çıkış, kurtuluş nedir?' diye sordum.
'Kitabullahtır! Çünkü sizden öncekilerin haberleri de, sizden sonrakilerin haberleri de, aranızdakilerin hükmü de ondadır. O hak ile bâtılı ayıran kesin bir hükümdür, şaka ve boş şey değildir. Onu zorbalıkla bırakan kimsenin Allah boynunu kırar. Hidayeti, doğru yolu ondan başkasında arayanı dalâlete düşürür. O, Allah'ın en sağlam urganıdır! O, hikmetle dolu Kur'ân'dır! O, en doğru yoldur! O boş arzuların haktan saptıramayacağı, dillerin karıştırıp belirsiz edemeyeceği, ilim adamlarının duyamayacağı, çok tekrarlanmasından bıkılmayan, akıllan hayrette bırakan meziyetleri bitip tükenmeyen bir kitabdır. O öyle bir kitabdır ki, cinlerden bir zümre, onu dinledikleri zaman: "Biz, gerçek, hayranlık veren bir Kur'ân dinledik ki, o hakka ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı, biz de ona inandık... demişlerdir. Ona dayanarak konuşan, doğrulanır. Onunla amel eden, ecre erer. Onunla hükmeden adalet eder. Ona davet eden doğruya ve doğru yola davet etmiş olur.' buyurdu."[11]
Peygamberimiz Aleyhisselam, başka bir hadisi şeriflerinde de:
"Önceki kitablar, tek bâb ve tek harf (lügat) üzerine inmişti. Kur'ân ise:
1. Emir
2. Nehiy
3. Helâl
4. Haram
5. Muhkem
6. Müteşâbih
7. Misallerden münekkeb olmak üzere, yedi bâb ve yedi harf (lügat) üzerine inmiştir.
Onun helâlini helâl kılınız!
Onun haramını haram kılınız!
Onda emrolunduğunuz şeyleri işleyiniz!
Onda nehyolunduğunuz şeylerden sakınınız!
Onun getirdiği temsillerden ibret alınız!
Onun muhkemIeriyle amel ediniz!
Onun müteşâbihlerine de iman ediniz ve 'Rabbimizin katından bütün gelenlere iman ettik' deyiniz!" buyurmuştur.[12]
Abdullah b. Mes'ud:
"İlim isteyen, Kur'ân'ı eşelesin. Çünkü, öncekilerin de, sonrakilerin de ilmi onun içindedir![13] Ben ne zaman size bir hadis haber versem, onun Kitabullah'ta doğrulayıcı delilini de haber verebilirim!"demiştir.
Abdullah b. Abbas da:
"Eğer benim yanımda bir devenin diz bağları yitecek olsa, muhakkak onu da Yüce Allah'ın Kitabında bulurum!" demiştir.
Saîd b. Cübeyr de:
"Bana Resûlullah Aleyhisselamdan hiçbir hadis erişmemiştir ki, onun doğrulayıcı delilini Kitabullah'ta bulmuş olmayayım!" diyor.
İmam-ı Şafiî de bir kere Mekke'de:
"İstediğinizi bana sorunuz! Kitabullah'tan onun cevabını size haber vereyim!" demişti.
Kendisine:
"An sineğini öldüren ihramlı hakkında ne diyeceksin?" diye sorulunca, İmamı Şafiî:
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Peygambersize ne verdi ise onu alınız! Size neyi yasakladı ise ondan da sakınınız!" (Haşr, 59/7)
âyetini okumuş; "Huzeyfe b. Yeman'ın Peygamber Aleyhisselamdan bize rivayet ettiği hadiste:
Benden sonra Ebu Bekir ve Ömer b. Hattab'a uyunuz!' buyurulmuş olup, Ömer b. Hattab'ın da ihramlının arı sineğini öldürmesini emrettiği haberi bize Târik b. Şihab'dan rivayet edilmiştir"
diye cevap vermişti.
Ebu Bekir b. Mücâhid bir gün:
"Âlemde hiçbir şey yoktur ki, Kitabullah'ta bulunmasın!"
deyince, kendisine: "Öyleyse, Kur'ân'ın içinde nerede hanlardan bahsedilmiştir?" diye soruldu.
O da:
"'Meskûn olmayan ve içerisinde size ait meta bulunan beyitlere girmenizde size bir vebal yoktur." (Nûr, 24/29)
âyetindeki evlerden maksat, hanlardır." demiştir.
İbn Burhan da:
"Peygamber Aleyhisselam ne buyurdu ise, elbette o Kur'ân'da ya aynen vardır, ya da onun yakın veya uzak aslı vardır. Bu gerçeği ancak anlayışlı olanlar anlar, gözleri kapalı olanlar göremezler. Bunun gibi, onun her hükmündeki isabeti ve inceliği de, istekliler ancak görüşleri, çabaları ve anlayışları nisbetinde kavrayabilirler."demiştir.
Daha başkaları da:
"Allah'ın anlayış verdiği bir kimse için, Kur'ân'dan bulup çıkarmayı mümkün kılmadığı birşey yoktur." demişlerdir.
İbn Fadl'a göre:
"Kelâmullah'ın taşıdığı ilimlerin hakikatini ancak onun sahibi olan Yüce Allah ihata eder. Sonra da, Resûlullah Aleyhisselam kavrar. Cenab-ı Hakk'ın kendisine tahsis ettiği ilimlerden başkasına ise, Resûlullah Aleyhisselamın dört halifesi ve büyük sahabisi Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali ile İbn Mes'ud ve İbn Abbas gibi sahabileri varis olmuşlardır."[14]
Birgün, İbn Abbas'ın yanında ashabdan Huzeyfe b. Yeman bulunduğu sırada, adamın biri gelip İbn Abbas'a:
"Yüce Allah'ın Şûra süresindeki 'Hâ mîm ayn sîn kâf' sözünün tefsirini bana haber ver?" der.
İbn Abbas, adamın bu soruşundan hoşlanmaz, susar; ve sonra da, ondan, yüzünü başka tarafa çevirir.
Adam sorusunu tekrarlar.
İbn Abbas, yine cevap vermez ve yüzünü ondan başka tarafa çevirir.
Adam üçüncü kez sorar.
İbn Abbas yine ona cevap vermez.
Bunun üzerine, Huzeyfe b. Yeman:
"Buna sana ben haber vereyim. Anladım ki, o bunu söylemek istemiyor!" diyerek, bunun:
Ehl-i Beytten Abdulilâh veya Abdullah diye anılan bir zât hakkında nazil olduğunu; kendisinin Şark nehirlerinden bir nehir üzerinde kurulu, nehrin ikiye ayırdığı şehir (Bağdat) üzerinde yerleşeceğini; Yüce Allah'ın onların hakimiyet ve saltanatlarının sona ermesine, devlet ve müddetlerinin kesilmesine izin verdiği zaman, üzerlerine geceleyin bir ateş salınacağına, sabahleyin sanki oradaki yerlerinde hiç bulunmamış gibi olacaklarına, yerlerini toplanan cebbar ve zalimlerin işgal edeceklerine işaret olduğunu söyler.[15]
Bundan on iki asır önce, Hicrî 224 yılında doğan ve 310 yılında ölen İmam Taberî'nin tefsirine kaydettiği bu haber, hem Kur'ân-ı Kerîm'in ne kadar mucizevî, ilmî derinlikler taşıdığını, hem de ashabı kiramdan bazılarının bu derinliklerden ne kadar yararlandıklarını ve hatta müteşâbih âyetlerin tefsirlerine bile vâkıf olduklarını göstermeye yeter. Filvaki, zamanımızda kral naibi Abdulilâh tarafından Bağdat'ta temsil edilen bu hanedanın, bir gece General Kâsım'ın yaptığı darbe ile yaylım ateşine tutularak, kadın erkek, çoluk çocuk hepsinin hayat ve saltanatlarına son verildiği görülmüştür.
İbnü'n Nedîm (vefatı: 378 H.) kendisinden önceki ilim adamlarından kimlerin Kur'ân-ı Kerîm'i tefsir ettiklerini; Kur'ân-ı Kerîm'in mânâları, müşkilleri, mecazlan, lügatları, lügatlarının garibleri, kıraat tarzları, noktaları, şekilleri, lamları, vakıf ve ihtidaları, maktu ve mevsulleri, elfâz ve mânâları, müteşâbihleri, mushaflandaki heceler, Kur'ân'ın cüzleri, Kur'ân'ın faziletleri, Kur'ân harflerinin Medinelilere, Mekkelilere, Kûfelilere, Basralılara, Şamlılara göre sayıları, Kur'ân'ın nâsih ve mensuhlan, âyet ve sûrelerin nüzul tarihleri, Kur'ân'ın hükümleri ve çeşitli mânâları,.. hakkında kimlerin hangi eserleri yazdıklarını uzun uzadıya açıklar.[16]
Kurân-ı Kerîm müfessirlerinden Fahru'r-Râzî der ki:
"Bir zamanlar, 'Yalnız şu Fatiha sûresinin ihtiva ettiği faide ve nefiselerden on bin kadar mesele çıkarılması mümkündür!' sözü dilimden çıkınca, bazı kıskançlarla birtakım bilgisizler ve inatçılar, beni de kendileri gibi isbatlayamayacağı iddialarda bulunur, söylediği sözü isbat kaydında bulunmaz adamlardan sandılar. Şu kitabı [Mefâtihu'l-gayb] yazmaya başlayınca, Fâtiha'dan o kadar mesele çıkarılabileceğinin mümkün bulunduğunu göstermek ve uyarılabilecekleri uyarmak için şu önsözü düzenledim. "[17]
Kur'ân-ı Kerîm'in Bütün Semavî Kitaplara Denk ve Daha Fazlasını Havi Bulunuşu
Peygamberimiz Aleyhisselam, bir hadisi şeriflerinde:
"Bana Tevrat yerine es-Seb'[18] verildi.
Zebur yerine Meûn[19] verildi.
İncil yerine Mesânî[20] verildi.
Mufassallar da[21] fazla olarak verildi" buyurmuştur.[22]
Peygamberimiz Aleyhisselam, Übeyy b. Ka'b'a:
"Sana ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebur'da, ne de Kur'ân'ın diğer sûreleri arasında bir benzeri indirilmemiş olan bir sûre öğretmemi ister misin?"
diye sordu. Übeyy b. Ka'b: "Olur yâ Rasûlallah!" deyince,
"Varlığım Kudret Elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki; onun bir benzeri ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebur'da, ne de Furkan (Kur'ân-ı Kerîmin diğer sûreleri arasında indirilmemiştir! O, seb'ul mesânîdir. O, bana indirilmiş bulunan büyük Kur'ân'dır (Fatiha sûresidir)"[23] buyurdu.
Hindli bilginlerden Süleyman Nedvî der ki:
"Tevrat bir şeriat kitabıdır. Ahlâk ve mev'izaları muhtevî değildir. İncil ahlâk ve mev'izalarla doludur, fakat içinde şeriattan eser yoktur. Zebur kalbi münacatlardan, ilahilerden, dualardan mürekkeptir, fakat diğer sıfatları haiz değildir.
Hz. Mesih'in İncil'i, güzel hutbeleri muhtevi olmakla beraber, insanları derin derin düşündürecek, insanların fikir ve nazarlarını açacak ufuklardan mahrumdur.
Benî İsraillerin kitabları birçok ihbarlarla doludur, fakat onlarda hikmetin incelikleri, imanın sırları görülmez.
Dünyada ancak ilâhî bir kitab vardır ki; şeriat, ahlâk ve mev'izalarla, dua ve münacat ile doludur ve bütün eski kitabların faziletlerini fazlasıyla toplamıştır.
Hitabelerin en kuvvetlisi, fikir ve nazarı açacak ufukların en genişi, inceliklerin ve hikmetin, iman ve amelin sırlarının hepsi bu kitabın içindedir.
Sonra, öteki semavî kitabların hepsi tahrif ve tağyire, çeşitli tercümelerle tebdile uğradığı halde; her türlü tahriften mahfuz ve masun kalan ve vahyolunduğu asıl lisan ile elde bulunan yegâne ilâhî kitab Kur'ân'dır.
Bu kitabın hiçbir âyeti, hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası değişmemiştir. Bu kitab, bu suretle, bekâsını kâtiplerin kalemlerine de medyun değildir. Çünkü, bu kitab her devirde yüzbinlerce mü'minin kalbinde, hafızasında menkuştur.
Kur'ân, dünyanın her tarafında aynı harfler, aynı harekelerle; bizzat Peygamber Aleyhisselam tarafından okunduğu gibi, bizzat Hz. Cibril (as) tarafından vahyolunduğu gibi okunmaktadır.
Diğer semavî kitablar hiçbir veçhile Kur'ân-ı Kerîmle kabili kıyas değildirler.Çünkü, diğer kitaplar mânâ itibarıyla vahyi ilâhî olduğu halde, Kur'ân hem lafzı, hem mânâsı cihetiyle vahyi Rabbânîdir.Halbuki, Tevrat'ın ve İncil'in vahyolundukları diller, ölü diller sırasına geçmiş bulunuyor.
Çünkü, Tevrat'ın aslî dili olan İbrânice, Buhtunnassar'ın ateşleriyle yok olmuş ve Arâmî ile Süryânî dillerine tahavvül etmişti. Birkaç asır sonra, Hz. Üzeyr, İbrânice'yi ihyaya teşebbüs etmişti.
İncil'e gelince; bugüne kadar onun hangi dille vahyolunduğu ve ilk önce hangi dille yazıldığı malûm değildir. Hâlihazırda elde bulunan en eski İncil nüshası Yunanca ile yazılmıştır. Hz. İsa (as)'ın zamanında Filistin'de konuşulan dilin Yunanca olduğu muhakkak değildir.
Kurân-ı Kerîm'e gelince; bu kitab lafzen ve ma'nen nazil olduğu dil ile mahfuz olan yegâne kitabdır."[24]
Kur'ân-ı Kerîm, en iptidaî insanlardan en yüksek ilim ve fikir adamlarına, ticaretle uğraşanlardan hayatlarını zühd ve takva ile geçirenlere, fakirlerden zenginlere, kadar herkesi ilgilendiren, derece derece yükselten düstur ve esasları ihtiva eder.
Kurân-ı Kerîm, her şeyden evvel Allah'ın varlığını, birliğini, sıfatlarını, kudret ve azametini, rahmet ve mağfiretinin genişliğini, mahlukatına sevgisini, Allah'a tevekkül ve itimadın, ibadet ve ubudiyetin, Allah'ın nimetine karşı şükrün gerekliliğini bildirir.
Namaz, oruç, zekat, hac gibi ibadetlerden, din ve diyanetten bahseder. Allah'a iman ve ibadet esaslarını tesbit ve talim eder. İmandan, iman edenlerden bahsederken, yararlı işlerde bulunmak kaydını ekler; imanın amel ile yararlı ve mükemmel olabileceğini öğretir.
Kur'ân-ı Kerîm, aile hayatından, karı ile kocanın karşılıklı hak ve vazifelerinden milletlerarasındaki münasebetlere kadar, selamlaşmaktan evlere müsaade alarak girme âdabına varıncaya kadar, içtima ve medenî hayatın her safhasını içine alan gerçek nizamın hayatî bütün kaidelerini gösterir, en güzel ahlâk düsturlarını öğretir.
Kurân-ı Kerîm beşer nev'inin bir erkekle bir kadından yaratılan bir aile olduğunu; sonra onların birbirleriyle bilişmeleri, tanışmaları için kabilelere, ailelere ayrıldıklarını; onlardan Allah katında en şerefli olanların Allah'tan en çok sakınan, yani Allah'ın tayin ettiği hak ve vazifelere en çok riayet edenler olduğunu; hangi millete, hangi kabileye, hangi sınıf ve mesleğe mensup olursa olsun, kadın erkek, zengin fakir hiç kimsenin bundan başka bir imtiyaza sahip bulunmadığını bildirir.
Kurân-ı Kerîm taahhütlere riayeti, muamelatta dürüstlüğü, muhtaçlara yardımı, dargınların aralarını bulup düzeltmeyi, daima istikamet ve adalet üzere hareket etmeyi, işleri ehliyetli olanlara vermeyi, çalışmayı emir ve her habere inanmayıp onu araştırmayı tavsiye eder.
Kurân-ı Kerîm her hususta hayatî icablara göre hareket edilmesini, iyilik yaparken bile bunun göz önünde tutulmasını, her şeyin yerinde ve zamanında yapılmasını öğretir.
Af ile muamele olunmasını tavsiye ederken, bunun toplulukların huzurunu altüst etmesine meydan verdirmez. Tecavüzün, icabında ceza ile önlenmesini ister.
Kurân-ı Kerîm, birbirimize yardımda bulunurken, o yardımın bizi yoksulluğa düşürecek dereceye vardırılmamasını tavsiye; herkesin şahsî hürriyet ve haklarını kullanırken başkalarının haklarına tecavüz etmemesini tenbih eder.
Kur'ân-ı Kerîm, haset, fesat, zulüm, kin, hıyanet, iftira, yalan, hile, suizan, adam çekiştirme, koğuculuk, kibir, riya, hırsızlık, adam öldürmek, israf, pintilik gibi bütün kötülükleri; içki, kumar gibi kötü itiyadları nehyeder.
Kurân-ı Kerîm gözü gönlü açık tutmayı, körü körüne hareket etmemeyi, düşünmeyi, yerleri ve gökleri ve aralarındakileri incelemeyi, ilim ve irfan sahibi olmayı, geçmiş milletlerin ve memleketlerin hallerini incelemeyi ve bunlardan ibret almayı tavsiye eder.
Kurân-ı Kerîm büyük küçük, hayır şer, işlediğimiz bütün işlerin ortaya döküleceği, herkesin hesaba çekileceği çetin bir Hesap Gününün gelip çatacağını haber verir.
Hülâsa; Kur'ân-ı Kerîm beşikten mezara kadar insanları ilgilendiren her konuya temas ettiği gibi, istikbalde keşfedilecek veya keşfine çalışılacak bir takım ilmî, fennî gerçekler hakkında da açık veya kapalı beyanlarda bulunur.
Meselâ; güneş, ay ve semavî ecramdan her birinin birer felekte (yörüngede) yüzdüğü, her canlının sudan yaratıldığı (Enbiyâ, 21/30-33) güneşin karargâhı, durak yeri için seyr-ü cereyan ettiği (Yâsîn, 36/38), semalara muvazene kanununun koyulduğu (Rahman, 55/7), semanın ilk halinin gaz olduğu (Fussilet, 41/11), bütün insan zürriyetinin Hz. Âdem (as)'den zerreler (genler) halinde bulunduğu (A'raf, 7/173), semerelerin ilkah edici, aşılayıcı rüzgârlar vasıtasıyla husule geldiği (Hicr, 15/22), bazı hayvanlarda, hususan arılarda görülen harikulade ince işlerin onlara Allah tarafından ilham edilmek suretiyle yaptırıldığı (Nahl, 16/68-69), yerde yürüyen, havada uçan hayvanların da insanlar gibi birer topluluk oldukları (En'am, 6/38), yerde olduğu gibi göklerde de canlı varlıklar bulunduğu ve bunların bir gün biraraya gelecekleri (Şûra, 42/29), ruhu anlamaya insan ilminin yetmeyeceği (İsrâ, 17/85), uzayın gittikçe genişletildiği (Zâriyât, 51/47), cansız, dilsiz sanılan şeylerin de Allah'ı tesbih ve tahmid etmekte oldukları, fakat bunu insanların anlayamayacakları (İsrâ, 17/44),.. daha birtakım konulara on dört asır önce işaret edilerek, ilim fen âlemine yeni inceleme ve araştırma ufukları açar.
Kurân-ı Kerîm yalnız Müslümanlar tarafından değil, Müslüman olmayan insaflı birçok ilim adamları tarafından da incelenerek, lâyık olduğu takdir ve saygıyı görmüştür. Okuyucularımıza onlardan bazı örnekler sunuyoruz:
Kur'ân Herkesi İrşad Edebilir
İngilizlerin Arapça bilginlerinden Stanley Lane Poole "Kur'ân'dan Seçmeler" adlı kitabının önsözünde şöyle der:
"Peygamber'in Medine'de telakkî ettiği âyetler bilhassa dikkate şayandır. Çünkü bunlar İslâm cemiyetini idare eden her Müslümanı doğru yola sevk eyleyen âyetlerdir. Mekke'de vahyolunan âyetler ise, büyük ve müessir bir diyanet için gereken her şeyi içine alır."
Kur'ân Bütün Ahlâk ve Felsefe Esaslarını Câmîdir
Fransa'nın en şöhretli müsteşriklerinden Sedillot, "Arabistan'ın Muhtasar Tarihi" unvanlı eserinin 59, 63, 64. sahifelerinde şöyle der
"Kur'ân her saygıya değer eserdir. Kur'ân insanlara hukukullahı tanıtmış, mahlukatin Haliktan ne bekleyeceğini, mahlûkatın Hâlıkıyla münasebetlerini en sarih şekilde öğretmiştir.
Kur'ân, Ahlâk Ve Felsefenin Bütün Esaslarını Câmîdir.
Fazilet ve rezilet, hayır ve şer, eşyanın hakikî mahiyeti, hülasa her mevzu Kur'ân'da ifade olunmuştur.
Hikmet ve felsefenin esası olan kaideler, adalet ve müsavatı ve başkalarına iyilik etmeyi, faziletkâr olmayı öğreten esaslar... bunların hepsi Kur'ân'da vardır.
Kur'ân, insanı iktisat ve adalete sevkeder, dalâletten korur.
Ahlâkî zaafların karanlığından çıkarır, ahlâkî yüksekliklerin ışığına ulaştırır.
İnsanın kusurlarını, hatalarını yüksekliğe ve olgunluğa çevirir.
Müslümanlığa barbar bir din diyenler, şuurdan mahrum insanlardır. Çünkü onlar Kur'ân'ın sarih ve berrak âyetlerine karşı gözlerini yumuyorlar ve Kur'ân'ın nasıl asırdîde reziletleri silip süpürdüğünü incelemiyorlar!"
Kur'ân Cihan Medeniyetinin Dayandığı Temelleri Muhtevidir
Fransa'nın en tanınmış müsteşriklerinden Gaston Carre da şöyle der:
"Kur'ân cihan medeniyetinin dayandığı temelleri muhtevidir. O kadar ki, bu medeniyetin İslâmiyet tarafından neşrolunan esasların uyuşumundan vücut bulduğunu söyleyebiliriz."
Kur'ân Hikmetle Dolu Bir Ahlâk Mecellesidir
Fransız filozoflarından Alexis Louvasonne der ki:
"İnsanlığın hidayeti için Hz. Muhammed'e vahyolunan Kur'ân, hikmetle dolu parlak bir eserdir.
Hz. Muhammed'in hakikî bir peygamber ve âlemin mukadderatına hâkim Yüce Varlığın gönderdiği gerçek bir peygamber olduğunda şek ve şüphe yoktur.
Hz. Muhammed cihana öyle bir kitab bırakmıştır ki, bir nâdire-i belagat, bir mecelle-i ahlâk ve bir kitab-ı mukaddestir.
Yeni fennî keşifler yahut ilim ve irfanın yardımıyla hallolunan veya halline uğraşılan meseleler arasında bir mesele yoktur ki, İslâmiyetin esaslarıyla çelişsin!
Bizim Hristiyanların Hristiyanlığını tabiî kanunlarla bağdaştırmak için harcadığımız çalışmalara mukabil, Kur'ân ve talimatlarıyla tabiî kanunlar arasında tam bir ahenk görülmektedir."
Kur'ân Semavî Kitapların En Güzeli, Her Takdirin Üstünde Bir Fesahat ve Belagat Mucizesidir
Tanınmış müsteşriklerden, Arap edebiyatı uzmanı ve Kur'ân mütercimi Dr. Morrice de şöyle der:
"Kur'ân nedir?
Her tenkidin üstünde bir fesahat ve belagat mucizesidir.
Kur'ân'ın üçyüzelli milyon Müslümanın göğsünü haklı bir gururla kabartan meziyeti, onun her mânâyı güzel ifade etmek itibarıyla semavî kitabların en mükemmeli olmasıdır.
Hayır! Daha ileri gidebiliriz! Kur'ân, tabiatın ezelî inayet ile insana bahşettiği kitabların en güzelidir.
Beşerin refahı nokta-i nazarından, Kur'ân'ın beyanları, Yunan felsefesinin ifadelerinden çok yüksektir.
Kur'ân, arz ve semânın Halikına hamd ve şükürle doludur.
Kur'ân'ın her kelimesi, her şeyi yaratan ve her şeyi taşıdığı kabiliyete göre sevk ve irşad eden Yüce Varlığın azametinde mündemiçtir.
Edebiyat ile ilgililer için, Kur'ân bir kitab-ı edebdir.
Lisan mütehassısları için, Kur'ân bir hazine-i elfazdır.
Şairler için, Kur'ân bir menba-ı ahenktir.
Bundan başka, bu kitab, hukukî hükümler namına bir muhit-i maâriftir.
Davud'un zamanından John Talmos'un devrine kadar gönderilen kitabların hiçbiri, Kur'ân'ın âyetleriyle muvaffakiyetli bir şekilde rekabet edememiştir.
Bundan dolayıdır ki, Müslümanların yüksek sınıfları hayatın hakikatlarını kavramak nokta-i nazarından ne kadar aydınlanırlarsa o derece Kur'an'la ilgileniyor ve ona o derece tazim ve saygı gösteriyorlar.
Müslümanların Kurân'a saygıları daima artmaktadır.
İslâm muharrirleri Kur'ân âyetlerini iktibas ile yazılarını süslerler ve o âyetlerden mülhem olurlar.
Müslümanlar, tahsil ve terbiye itibarıyla yükseldikçe, fikirlerini o nisbette Kur'ân'a istinad ettiriyorlar."
Kur'ân Akâid ve Ahlâkı, İnsanlara Hidayet ve Hayatta Muvaffakiyet Sağlayan Esasların Mükemmel Bir Meceffesidir
İngilizce-Arapça, Arapça-İngilizce lügatların müellifi Dr. Steingas şöyle der:
"Kur'ân akâid ve ahlâkı, insanlara hidayet ve hayatta muvaffakiyet sağlayan esasların mükemmel bir mecellesidir.
Zaman ve mekân itibarıyla birbirlerinden uzak, fikrî inkişafları bakımından da birbirlerinden çok farklı olan insanlara harikulade bir hassasiyet bahşeden, muhalefeti hayra ve iyiliğe çeviren Kur'ân, nasıl en hayretlere şayan bir kitab olarak kabul edilmeye lâyıksa; beşerin mukadderatıyla uğraşan bilginler için de, üzerinde o derece durulmaya, incelenmeye lâyık ve yararlı bir konudur."
Kur'ân'ın Bir Naziri Yoktur
İngiltere'nin en tanınmış ve en büyük tarihçilerinden Edward Gibbon "Roma İmparatorluğunun İnhitatı ve Çöküşü" unvanlı eserinde diyor ki:
"Ganj nehriyle Atlas Okyanusu arasındaki memleketler, Kur'ân'ı bir kanunu esâsî ve teşriî hayatın ruhu olarak tanımıştı.
Kur'ân'ın nazarında satvetli bir hükümdarla zavallı bir fakir arasında fark yoktur. Bu gibi esaslar üzerinde öyle bir teşrî vücuda gelmiştir ki, dünyada bir naziri yoktur."
Kur'ân'ın En Saf ve En Temiz Tevhidi Öğretmesi
Dr. Gustave Le Bon:
"Dünyanın bütün dinleri içinde, Müslümanlık, Kur'ân ile en saf ve en temiz tevhidi öğretmekle temayüz etmiştir." der.
Kur'ân Yüksek Ahlâk Öğretir
Mr. Arnold şöyle der:
"Ahdi Kadim ile Ahdi Ceditten Yahudiler vasıtasıyla öğrendiğimiz dersler, bize mahlukata hürmet ve muhabbetle muameleyi emrediyor.
Halbuki Kur'ân, insanlara mükemmel bir terbiye verdikten başka, onlara hususî hayatlarında ahlâklı, âlicenab, hayırsever, cesur ve şecaatli olmayı ve bütün Müslümanları sevmeyi öğretmektedir."
İmanın Hakikî Kitabı, Fikre İtmi'nan Veren Kitap
Hindli dinî lider Baba Nanak şöyle der:
"Hakikat-ı halde imanın hakiki kitabı, fikre itmi'nan veren kitab, ancak Kur'ân'dır."
Kur'ân Temiz ve Afif Bir Hayatı Sağlayacak Makul ve Mantıkî Emirleri Muhtevidir
İngilizce Popular Encyclopedia (Halk Ansiklopedisinde) şöyle denir:
"Arapçaya göre Kur'ân, son derecede beliğdir. Gerçekten de, Kur'ân'ın bedâîi edebiyyesi eşsizdir. Bundan başka, Kur'ân'ın emirleri o kadar makul ve mantıkîdir ki, insanlar bunları dikkatle mütalaa edecek olurlarsa, onların temiz ve afif bir hayatı sağlayacağını anlarlar."[28]
* * *
Bütün dinler üzerinde yaptığı uzun inceleme ve eleştiriler neticesinde İslâm dinini kabul edip "Nureddin" adını aldığını Yeni Sabah gazetesinde ilan eden Steinhorst adındaki atom bilgininin sözleriyle bahsimize devam ediyoruz:
"Allah'ı tazim, Hristiyanlıkla berbat bir putperestlik haline getirilmiştir.
Bunlar, bir Allah'a tapar görünürler, fakat sadece bir peygamber olmasına rağmen, İsa'ya da Allah'ın oğlu diye taparlar.
İsa'nın anası, Allah'ın anası ilan edilmiştir.
Son konulan bir kaideye göre, Meryem, Allah'ın anası sıfatıyla bedenî olarak mi'raca çıkmış; Papanın son tesbit ettiği bu kaide, mü'min Katolikleri bile şaşırtmıştır!
Hristiyan itikadına göre, Allah çocuk meydana getirmektedir. Halbuki İslâmiyete göre, ancak fâni olan bir varlığa tâbi olanlar çocuk yapmak ihtiyacındadırlar. Allah ise, her varlığın üstünde ve ebedî olduğu için, çocuğa muhtaç değildir.
Bütün yaratılmış şeylerin kaynağı ve her şeyin nâzımı Allah'tır. Bu sebeple, O'nun, işine yardım edecek veya ismini devam ettirecek bir çocuğa ihtiyacı yoktur. Bunun için, Hristiyan dininin ve Kilisenin telkin ettiği üçlü Allah fikri abestir.
Böyle olduğu halde, Hristiyan kilisesi yegâne saadet veren din olduğunu nasıl iddia edebilir? Bu kilise, hangi ahlâkî hakla bir dünya dini olmaya kalkışıyor? Buna hiçbir hakkı yoktur!
Bu dünya bir Allah tarafından yaratılmışsa, milletlerin dinî geleneklerinin bir imanda birleşmesi kat'î ve zaruridir. Dünya, tek bir manevî merkez etrafında toplanmazsa, Yaratıcının birliğini nasıl kavrayabilir?
Bir nehir, birçok ırmaklardan meydana gelir ve onun kuvveti, özelliği bu birleşmede belirir.
Musa'nın, İsa'nın ve diğer peygamberlerin getirdikleri vahiyler, insanlığın yaratılış gayesini gerçekleştirecek bir nehrin ırmaklarıdır. Bu gaye, Allah'ın birliğini idrak etmektir. Bu maksadı ancak Kur'ân sağlayabilir.
Kur'ân'dan başka bir kitab bunu sağlayabilir mi?
Tevrat bunu sağlayamaz. Çünkü o ancak İsrail Tanrısından bahseder.
Zerdüşt de, İlâhî nuru, ancak İran milletine bahşeder.
Veda'lar da bunu yapamaz. Çünkü rişişlere göre, Vedayı dinleyen Hindlilerin kulağına kurşun akıtmak gerekir!
Buda da bir bütünlük göstermez ve yalnız Hindistan'a inhisar eder.
İsa'nın dini bu gayeyi temin edebilir mi?
Hayır!
İsa, cihana şâmil bir öğretici değildir. O, havarilerine şöyle demişti:
'Puta tapanların yolunda gitmeyin ve Sâmirîlerin şehirlerine girmeyin. Yalnız İsrail'in kaybolmuş koyunlarının arasına katılın.' (Matta: 10: 56)
Şu halde, İslâm'ın Peygamber'inden önce hiç kimse bütün beşeriyete şâmil bir haber getirmemiştir.
Kur'ân'dan önce hiçbir kitab bütün insanlığa hitap etmemiştir.
Hz. Muhammed şu vahyi getiriyor:
'Ey insanlar! Gerçekten ben hepiniz için Allah'ın elçisiyim!' (A'raf, 7/159)
Böylece, yalnız Kur'ân'dır ki, muhtelif dinler arasındaki farkları ve ayrılıkları bertaraf edebilir.
Dinlerin çokluğu, birleştirici bir imanın vücudunu zaruri kılar.
Bu iman, İslâmlıktır."[29]
Kur'ân-ı Kerîm'in Başlıca Özellikleri
John Davenport da, "Hz. Muhammed ve Kur'ân-ı Kerîm" isimli eserinde, Kur'ân-ı Kerîm'den bahsederken şöyle der:
"Müslümanlar Kur'ân-ı Kerîm'e azamî hürmet ve tevkîri gösterirler. Tâhir yani temiz olmazlarsa, Kitaba el sürmezler. Bunun için, Kitabın kapağına:
Ona tertemiz olanlardan başkası dokunamaz. (Vâkıa, 56/79.)
âyeti yazılır ve bu suretle Kitaba taharetsiz iken kimsenin yanlışlıkla el sürmemesini sağlarlar. Müslümanlar, Kitabı kemâli hürmetle okurlar, onu öperler, savaşa giderken ceplerinde taşırlar. Silahlarına ondan âyetler kazıttırırlar, Kitabı altınlar ve mücevherlerle süslerler, onun bir gayri müslimin elinde bulunmamasını isterler.
İslâm terbiyesinin kaynağı, bu Kitabı Mübîn'dir.
Çocuklar her şeyden önce onu okumayı öğrenir ve ezberlerler.
Hayatın nurunu bulmak için, Müslümanlar Kitabı Mübin'i tedkik ve tetebbu ederler.
Camiler vardır ki, orada Kur'ân-ı Kerîm sürekli hatmolunur.
On iki asırdan beri Kur'ân-ı Kerîm'in sesi milyonlarca mü'minin kalbinde ve ruhunda devamlı bir surette akisler uyandırmıştır.
Kur'ân-ı Kerîm Allah'a imanı, ilâhî iradeye teslimiyeti, ilâhî emirlere itaati, iyilik etmeyi, takvâlı, itidalli olmayı, içkiden sakınmayı, hoşgörülü olmayı, din uğrunda ölenlere bir hürmeti mahsusa beslemeyi emreder.
Amelî farzlara gelince; bunlar, İslâm dininin neşr ve tebliği, malın kırkta birinin zekat olarak verilmesidir.
Fakat, Kurân'ın emirleri dinî ve ahlâki vazifelere münhasır değildir.
Gibbon der ki: 'Kur'ân, Atlas okyanusu sahillerinden Ganj'a kadar, yalnız ilahiyatın değil, medenî, cezaî ahkâmın da mecelle-i esası sayılmakta; insanların bütün harekât ve ahvâlini tanzim eden kanunlar, Allah'ın bozulmaz emirleriyle teyid edilmiş bulunmaktadır.
Başka bir deyişle, Kur'ân Müslümanların dinî, içtimaî, medenî, ticarî, askerî, kazâî, cezaî umumî kitabıdır.
Kur'ân, dinî vazifelerden günlük vazifelere, ruhun necat ve felahından bedenin sağlığına, umumun hukukundan ferdin hukukuna, insanın menfaatlerinden cemiyetin menfaatlerine, ahlâkiyat sahasından cinâîyat sahasına, dünyevî hayatın ukubatından uhrevî hayatın ukubatına kadar herşeyin nâzımıdır.
Binnetice, Kur'ân Tevrat'tan ayrılmaktadır.
Kumb'un dediği gibi, Tevrat bir ilahiyat sistemini haiz değildir.
Tevrat kıssalardan, vasıflardan, takvâperverane teheyyüclerden, birbirine mantıkî bir bağla bağlı olmamakla beraber kuvvetli bir ahlâktan müteşekkildir.
Kur'ân, İncil gibi de, ancak sâliklerin dinî fikirlerini, ibadet ve amellerini düzenleyen bir düsturdan da ibaret değildir.
Belki, Kur'ân siyasî bir sistemdir de. Çünkü devletin her kanunu ona müsteniddir.
Hayat ve emvale ait olan her şey onun hükmü ile hallolunmaktadır.'
Kurân-ı Kerîm, tevhid akidesinin en şerefli abidesidir.
Kurân-ı Kerîm, en sarih surette, ezelî ve ebedî olan, doğmayan, doğurmayan, şerik ve naziri olmayan, her şeyi yaratan, Rahman ve Rahîm olan, Kendisine bağlananları koruyan, kötülük yapıp pişman olanları affeden, kıyamet gününün sahibi olan, herkesi ameline göre muhakeme eden, iyilik yapanlara, Allah yolunda ölenlere ebedî saadet bahşeden, kötüleri cezalandıran Allah'ın varlığını öğretir.
Kur'ân, meleklerin varlığını da öğretmektedir; fakat meleklerin de, peygamberlerin de tapılmaya müstehak olmadıklarını anlatır.
Her insanı koruyan ve amellerini murakabe eden iki melek vardır.
Şeytanlar insan nev'inin düşmanıdırlar.
Müslümanlar cinlerin varlığına da inanırlar.
Kurân-ı Kerîm'in açıkladığı bu akideler ne kadar haksızca tecavüze uğradıysa, Kur'ân'ın ahlâkî talimatı da aynı surette tecavüze uğramıştır. Halbuki, Kurân'ın ahlâkı fısk u fücuru, her türlü aşırılığı, riyayı, pintiliği, kibirlenmeyi, kıskançlığı, dünyevî şeyler uğrunda ihtirasla koşmayı kınar.
Sadaka vermeyi, ana babayı sevmeyi, Allah'a şükranı, ahde vefayı, doğruluğu, ihlasilliği, yetimlere şefkati, fark gözetilmeden adaleti, iffeti, hayâyı, sabır ve tahammülü, iyilikseverliği, kölelerin azadlanmasını, kötülüğe karşı iyiliği, fazileti, af ve safhı, bütün bunları bir karşılık beklemeyip sadece ilâhî rızayı gözeterek yapmayı emreder.
Yukarıda da söylediğim gibi, Kur'ân yalnız bir mecelle-i diniyye değildir; Müslümanların kavânîn-i medeniyyesini de ihtiva eder.
Binaenaleyh, Kur'ân birçok zevce almayı tahdid, almayı tarif, karı kocanın haklarını izah, validelerin süt emzirme müddetini tesbit, dulların hukukunu, mehirlerin, boşanmaların nasıl olacağını tarif eder.
Miras, vasiyetler, velilikler, akidler... Kur'ân'da zikrolunmaktadır.
Nihayet, yalancı şahitlerin, hırsızların, zânîlerin, çocuklarını öldürenlerin, fücurun, sahtekârlığın, vesairenin cezası da Kur'ân'da gösterilir.
Bu itibarla, Hz. Muhammed yalnız peygamber değil, bir de Şâri'dir.
Hristiyanlıkla Müslümanlık arasındaki farkı anlamak için şuna dikkat etmek lâzımdır ki; Hristiyanlığın sâlikleri üzerinde haiz olduğu nüfuz dogmalara istinad ettirilerek din ile ahlâk birbirinden ayrıldığı halde; Müslümanlıkta dogmalara değil, dinin amelî tarafı ahlâkî, içtimaî, hukukî, siyasî fikirler üzerinde tesir etmekte ve bu suretle Müslümanın dimağında vatanperverlik, hukuk, an'ane, gelenek, kanunu esâsî bir kelimede derlenip toparlanmaktadır, bu kelime Müslümanlıktır.
Müslümanlığın iftihar edeceği birçok güzellikler arasında bilhassa ikisi pek belirgindir.
Birincisi, uluhiyetten bahsederken, beşerî zaaflardan ve hırslardan tenzih ettiği Yüce Varlığı en tebcîlkâr, en saygı dolu sözlerle ifade etmesi; ikincisi de, Kur'ân'ın ahlâk ve terbiyeye aykırı her fikirden, her hikâye ve sözden tamamıyla uzak bulunmasıdır.
Halbuki, Musevîlerin Kitabı Mukaddesi bu gibi kusurlarla doludur.
Kur'ân, diğer kitaplar namına gayri kabili inkâr olan kusurlardan o kadar münezzehtir ki, utangaç bir insan, hiç kızarmadan, onu başından sonuna kadar okuyabilir.
Hâsılı, Kurân-ı Kerîm'in tesis ettiği din sırf tevhiddir.
Kur'ân'ın tarif ettiği uluhiyet, kurulmuş kanunlarla kâinatı idare eden, fakat yaklaşılması kabil olmayan bir ihtişam içinde bir tarafta duran felsefî bir illet-i ûlâ değil, her an hâzır ve nazır, kâinatın her yerinde faal kudret sahibi bir varlıktır..."[30]
Varlık âlemini en harika bir şekilde yaratan, tüm varlıkları birer sanat harikası, birer hikmet levhası şeklinde nakşeden Halıkımız, bize varlıklardaki bu güzellikleri görüp anlatacak ve hikmet levhalarını okuyup tanıtacak bir rehber göndermesi hikmetinin gereğidir. Çünkü anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa manasız bir kâğıttan ibaret kalır. İşte kâinat da böylesine derin manaları içeren mükemmel bir kitap gibidir.
Madem yaratıcımızın hikmeti bir rehber ve muallim gerektirir, elbette göndereceği rehber veya muallim, akıl ve şuur sahibi olacaktır. Madem akıl sahibi olanlardan seçecektir, o halde hem kabiliyet olarak, hem de ahlak olarak en mükemmel bir yaratılışta yaratılan bir kulu tercih edecektir. İşte bu kul dost ve düşmanların ittifakıyla Hazreti Muhammed (asv)dir.
Hazreti Muhammed (asm), Cenab-ı Allahın biz kulları için seçtiği örnek şahsiyet ve muallimdir. Peygamberlik vazifesini yüklenen tüm peygamberler gibi, O da İlahi davayı yaymaya başladığı zaman insanların inkârlarıyla karşılaşmıştır. Allahın âdeti üzere, her peygamber (as) davasını ispat için bazı mucizeler göstermiştir. Mucize, karşısındakini aciz bırakan fiillerdir. Yani muhatabın yapmaya aciz olacağı ve gücü yetmediği bir fiil göstermektir. Bu fiil her ne kadar peygamberin fiili gibi gözükse de, aslında o peygamberin eliyle Allahın göstermiş olduğu bir fiildir, yani fiilin gerçek sahibi Allahdır. Demek peygamber mucizeleri, peygamberler tarafından muhataplarının yapmaktan aciz olacakları fiillerle müminlerin imanlarını güçlendirmek ve inanmayanların da iman etmelerine vesile olmak için Allah tarafından yaratılmış fiillerdir. Örneğin, bir elin parmaklarında çeşme gibi suyun akması bir insanın yapmaktan aciz olduğu bir fiildir. Peygamberimiz (asm) ise, Allahın izniyle susuz kalmış ordusunu beş parmağından, beş musluklu bir çeşme gibi akan su ile susuzluklarını gidermesi[1] bir mucizedir.
Hazreti Muhammed (asm)in en büyük ve ebedi mucizesi Kurandır. Kuranın söz söyleme sanatı, bilimsel alandaki haberleri, ilmi çevrelerin buluşlarına ilham olacak beyanları ve gelecekten verdiği haberler gibi, binlerce mucizesi ispatlanmıştır. Zaman geçtikçe Kuran gençleşmekte ve yeni yeni mucizevî yönleri tespit edilmektedir. Kuranın mucizeliğini Kuran-i Kerim | Ana Sayfa sitemize havale ediyoruz.
Peygamberimizin (asm) Kurandan sonra en büyük mucizesi ise kendi zatıdır. Yani Onda (asm) toplanmış en üstün ahlak ve kabiliyetler, mucize derecesinde hususiyetler taşımaktadır. Öyle ki, önceden bir Yahudi âlimi olan Abdullah bin Selam gibi pek çok sahabe, sadece simasını görmekle Bu simada yalan yok, bu yüzde hile olamaz!.. diyerek iman etmişlerdir.[2] Efendimizin (asm) bu mucizevî yönlerini de sitemizdeki Peygamberimizin Örnek Ahlakı isimli bölümümüze havale ediyoruz.
Kuran ve şahsından sonra ise bir kısmı Kuranda geçen, büyük çoğunluğu ise tarih ve siyer kitaplarında nakledilmiş mucizeler göstermiştir. Gelecekle ilgili verdiği haberlerin doğru çıkması, temasıyla yiyeceklerin ve içeceklerin bereketlenmesi, hastaların şifa bulması, bir elinin işaretiyle ayın ikiye yarılması, miraç mucizesi, hayvanlar ve ağaçlarda gösterdiği mucizeler gibi binin üzerinde mucizesi vardır.[3]
Her peygamber mucize göstermiştir.[4] Fakat her peygamber her konuda mucize göstermemiştir. Örneğin Hazreti İsa (as) tıp ilminde mucize göstermesi[5] veya Hazreti Süleyman (as) cinlere ve hayvanlara hükmetmesi gibi[6] tüm peygamberler belli alanlarda mucizeler göstermişlerdir. Ancak Hazret-i Muhammed (asm) her türden mucizelerle desteklenmiştir. Bunun nedenini, peygamberliğinin bütün kâinat için umumi olmasına bağlayabiliriz. Nasıl ki, bir padişahın mühim bir elçisi bir vilayete oradaki halkın tamamını alakadar eden bir mesele için gitse, o vilayetteki halkın her nevinden insanlar o elçiyi karşılamaya gelirler ve hediyeler takdim ederler. Aynen öyle de, Âlemlerin Rabbi, bütün cinlere ve insanlara, dini ve daveti umumi olan son elçisi Hazret-i Muhammedi (asm) gönderdiği zaman; melekler âleminden canlı ve cansız varlıklara kadar her türden mucizeler göstermesine vesile olmuş, bütün kâinat, gösterilen mucizelerle adeta Onu hoşamedi etmiş (alkışlarla karşılamış) ve manevi hediyelerini takdim etmişlerdir.
Bu çalışmamızda, Peygamber Efendimizin (asm) göstermiş olduğu mucizelerden sahih olanlarını, ana başlıklar halinde sınıflandırıp sizlerin istifadesine sunacağız. Çalışmamızda, Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Mucizat-ı Ahmediye (Mektubat, On Dokuzuncu Mektup) isimli eserinde takip ettiği metodu kullanacağız ve yer yer oradan alıntılarda bulunacağız. Mucizelerin sıralanması ve tasnifinde de yine bu eseri esas alacağız. Daha kapsamlı bilgi almak isteyenleri bu müstesna esere müracaat etmelerini tavsiye ediyoruz.
Son olarak bu bölümde nakledeceğimiz mucizelerde raivayetlerde sık göreceğiniz tevatür, mütevatir, manevi mütevatir, ahadi gibi hadis ilminde kullanılan bazı terimler hakkında size kısa bir bilgi vermek istiyoruz ki, konu daha iyi anlaşılabilsin.
Tevatür, yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından bir hadis-i şerifin aktarılması anlamına gelir.
Mütevatir (hakiki mütevatir veya sarih tevatür de denilir), yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadis-i şerifi olduğu gibi aktarması demektir.
Manevi tevatür ise, yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması anlamına gelir. Yani bir hadise olduğu kesindir, ancak teferruatında bazı farklılıklar bulunabilir.
Ahadi (haber-i vahid de denilir) ise, bir kişi kanalıyla gelen haber veya hadisler için kullanılır.
Bu temel bilgileri verdikten sonra şimdi mucizeleri nakletmeye başlıyoruz.
________________________________________________________
[IMG]
En Büyük ve Ebedi Mucize Kurandır
Peygamber Efendimizin (asm) en büyük, ebedî mucizesi Kurandır. Kuran yüzlerce ayetiyle Hazreti Peygamberin (asm) davasını ispat eder. Aynı zamanda Kuranın kendisi Peygamberimizin (asm) en büyük mucizesidir. Öyle bir mucizedir ki, kırk yönden mucize olduğunu, ihtisas sahibi olan binlerce Kuran alimi tarafından ispat edilmiştir.
Kuranın mucize oluşunun ispatını Kuran-ı Kerim sitemiz, Kuran-iKerim.org a havale ederek, Kur'an'ın üstünlüğünü ve özelliklerini anlatan Mustafa Asım Köksal Hocamızın bir çalışmasını buraya aynen almak istiyoruz:
Peygamberimiz Aleyhisselamın Ümmetine Bıraktığı Birinci Büyük Emanet: Kitab
Peygamberimiz Aleyhisselam, Veda Haccında irad buyurduğu hutbesinde:
"Ben size öyle bir şey bıraktım ki, ona sımsıkı sarılırsanız, hiçbir zaman dalâlete düşmez, sapmazsınız: O, Allah'ın Kitabı ve Resûlullahın sünnetidir"
buyurmuştur.[1]
Kur'ân-ı Kerîm'e göre de; Kitab ve sünnet, Müslümanlar için başvurulması gereken iki hidayet kaynağıdır.[2]
Peygamberimiz Aleyhisselam, bir hadis-i şeriflerinde:
"Peygamberlerden hiçbir peygamber yoktur ki, ona insanların iman etmek zorunda kaldığı mucizelerin bir benzeri verilmemiş olsun. Bana verilen mucize ise Allah'ın bana vahyettiğidir, Kur'ân'dır. Bunun için, kıyamet günü peygamberlerin en çok ümmetlisi ben olacağımı umarım!"
buyurmuştur.[3]
Her peygamberin zamanına göre peygamberlik davasını isbatlayan bazı harikuladeleri, mucizeleri vardır: asanın yılana çevrilmesi gibi. Musa Aleyhisselamın zamanında sihir yaygındı. Bunun için, Musa Aleyhisselam Allah'ın izniyle sihirden daha üstün ve baskın olarak bir mucize getirip, sihirbaz muhataplarını iman etmek zorunda bıraktı. İsa Aleyhisselam zamanında tıp yaygındı. Bunun için, İsa Aleyhisselam tıptan daha üstün ve baskın olan bir mucize getirdi: Allah'ın izniyle ölüyü diriltti.
Resûlullah Aleyhisselamın zamanında ise, fesahat ve belagat yaygındı. Bunun için, Resûlullah Aleyhisselam bir fesahat ve belagat mucizesi olan Kur'ân-ı Kerîm'i Allah'tan telakkî edip getirdi.[4]
Peygamberimiz Aleyhisselamdan önceki peygamberlerin mucizeleri kendilerinin vefatlarıyla sona ermiş, onları o zaman hazır bulunanlardan başkaları da görmemişlerdir. Peygamberimiz Aleyhisselamın mucizesi olan Kur'ân-ı Kerîm ise kıyamet gününe kadar devam edecektir.[5]
Diğer peygamberlere verilen mucizelerin benzerleri ya suretçe ya da hakikatça, kendilerinden öncekilere de verilmiş bulunuyordu. Kur'ân-ı Kerîm mucizesinin benzeri ise daha önce hiçbir peygambere verilmemişti.[6]
Ebu Ubeyd'in bildirdiğine göre; bir çöl Arabi, bir zât:
"Artık sen emrolunduğun şeyi açığa vur!" (Hicr, 15/94)
âyetini okurken işitip hemen secdeye kapanır ve: "Ben onun fesahatinden dolayı secde ettim." der.
Başka birisi de:
Vaktâ ki ondan umutlarını kestiler, fısıldaşarak bir yere çekildiler..." (Yusuf, 12/80)
âyetini bir adamdan işitince: "Ben şehadet ederim ki; bu sözün benzerini bir yaratık söylemeye güç yetiremez." demiştir.
Bir cariyeden dinlediği kelâmın fesahatine şaşarak: "Allah için, sen ne kadar da fesâhatlisin!" demekten kendisini alamayan Asmâî'ye, cariye:
"Musa'nın anasına: 'Onu emzir! Onun hakkında sana bir tehlike gelince, kendisini denize bırak! Korkma, tasalanma! Çünkü Biz onu sana geri döndüreceğiz. Hem onu peygamberlerden biri de yapacağız' diye vahiy ve ilham ettik.' "(Kasas, 28/7)
kavlinden sonra, şu benimki bir fesahat mi sayılır?" demiştir.
Gerçekten de, bu bir tek âyette iki emir, iki nehiy, iki haber ve iki müjde birleştirilmiştir.[7]
Peygamberimiz Aleyhisselamın mucizesi sadece Kur'ân-ı Kerîm'den ibaret olmadığı ve daha birçok mucizeleri bulunduğu halde, Peygamberimiz Aleyhisselamın mucizelerinden yalnız Kur'ân'ı anmakla yetinmeleri onun mucizelerinin en büyük ve en yararlısı oluşundan, dine daveti, delil ve hücceti içinde taşımakta bulunuşundan, kıyamet gününe kadar hâzır ve gâib herkesin ondan yararlanışındandır. [8]
Kurân-ı Kerîm'e, Kur'ân isminin verilişi, ilâhî kitaplar arasında, kitapların, belki bütün ilimlerin semerelerini kendisinde toplamış olduğu içindir.
Nitekim, Yüce Allah, buna: "Her şeyin tafsilidir." (Yusuf, 12/111), "Her şeyin apaçık bir beyanıdır." (Nahl, 16/89) âyetleriyle işaret buyurmuştur.[9]
Kurân-ı Kerîm, hakikat ehline göre, bütün hakikatleri toplayan ledün ilminin de icmali, özetidir.[10]
Hz. Ali (ra) der ki:"Resûlullah Aleyhisselamdan işittim: 'Haberiniz olsun ki, birtakım fitneler zuhur edecektir!' buyurdu. 'Yâ Rasûlallah! O fitnelerden çıkış, kurtuluş nedir?' diye sordum.
'Kitabullahtır! Çünkü sizden öncekilerin haberleri de, sizden sonrakilerin haberleri de, aranızdakilerin hükmü de ondadır. O hak ile bâtılı ayıran kesin bir hükümdür, şaka ve boş şey değildir. Onu zorbalıkla bırakan kimsenin Allah boynunu kırar. Hidayeti, doğru yolu ondan başkasında arayanı dalâlete düşürür. O, Allah'ın en sağlam urganıdır! O, hikmetle dolu Kur'ân'dır! O, en doğru yoldur! O boş arzuların haktan saptıramayacağı, dillerin karıştırıp belirsiz edemeyeceği, ilim adamlarının duyamayacağı, çok tekrarlanmasından bıkılmayan, akıllan hayrette bırakan meziyetleri bitip tükenmeyen bir kitabdır. O öyle bir kitabdır ki, cinlerden bir zümre, onu dinledikleri zaman: "Biz, gerçek, hayranlık veren bir Kur'ân dinledik ki, o hakka ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı, biz de ona inandık... demişlerdir. Ona dayanarak konuşan, doğrulanır. Onunla amel eden, ecre erer. Onunla hükmeden adalet eder. Ona davet eden doğruya ve doğru yola davet etmiş olur.' buyurdu."[11]
Peygamberimiz Aleyhisselam, başka bir hadisi şeriflerinde de:
"Önceki kitablar, tek bâb ve tek harf (lügat) üzerine inmişti. Kur'ân ise:
1. Emir
2. Nehiy
3. Helâl
4. Haram
5. Muhkem
6. Müteşâbih
7. Misallerden münekkeb olmak üzere, yedi bâb ve yedi harf (lügat) üzerine inmiştir.
Onun helâlini helâl kılınız!
Onun haramını haram kılınız!
Onda emrolunduğunuz şeyleri işleyiniz!
Onda nehyolunduğunuz şeylerden sakınınız!
Onun getirdiği temsillerden ibret alınız!
Onun muhkemIeriyle amel ediniz!
Onun müteşâbihlerine de iman ediniz ve 'Rabbimizin katından bütün gelenlere iman ettik' deyiniz!" buyurmuştur.[12]
Abdullah b. Mes'ud:
"İlim isteyen, Kur'ân'ı eşelesin. Çünkü, öncekilerin de, sonrakilerin de ilmi onun içindedir![13] Ben ne zaman size bir hadis haber versem, onun Kitabullah'ta doğrulayıcı delilini de haber verebilirim!"demiştir.
Abdullah b. Abbas da:
"Eğer benim yanımda bir devenin diz bağları yitecek olsa, muhakkak onu da Yüce Allah'ın Kitabında bulurum!" demiştir.
Saîd b. Cübeyr de:
"Bana Resûlullah Aleyhisselamdan hiçbir hadis erişmemiştir ki, onun doğrulayıcı delilini Kitabullah'ta bulmuş olmayayım!" diyor.
İmam-ı Şafiî de bir kere Mekke'de:
"İstediğinizi bana sorunuz! Kitabullah'tan onun cevabını size haber vereyim!" demişti.
Kendisine:
"An sineğini öldüren ihramlı hakkında ne diyeceksin?" diye sorulunca, İmamı Şafiî:
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Peygambersize ne verdi ise onu alınız! Size neyi yasakladı ise ondan da sakınınız!" (Haşr, 59/7)
âyetini okumuş; "Huzeyfe b. Yeman'ın Peygamber Aleyhisselamdan bize rivayet ettiği hadiste:
Benden sonra Ebu Bekir ve Ömer b. Hattab'a uyunuz!' buyurulmuş olup, Ömer b. Hattab'ın da ihramlının arı sineğini öldürmesini emrettiği haberi bize Târik b. Şihab'dan rivayet edilmiştir"
diye cevap vermişti.
Ebu Bekir b. Mücâhid bir gün:
"Âlemde hiçbir şey yoktur ki, Kitabullah'ta bulunmasın!"
deyince, kendisine: "Öyleyse, Kur'ân'ın içinde nerede hanlardan bahsedilmiştir?" diye soruldu.
O da:
"'Meskûn olmayan ve içerisinde size ait meta bulunan beyitlere girmenizde size bir vebal yoktur." (Nûr, 24/29)
âyetindeki evlerden maksat, hanlardır." demiştir.
İbn Burhan da:
"Peygamber Aleyhisselam ne buyurdu ise, elbette o Kur'ân'da ya aynen vardır, ya da onun yakın veya uzak aslı vardır. Bu gerçeği ancak anlayışlı olanlar anlar, gözleri kapalı olanlar göremezler. Bunun gibi, onun her hükmündeki isabeti ve inceliği de, istekliler ancak görüşleri, çabaları ve anlayışları nisbetinde kavrayabilirler."demiştir.
Daha başkaları da:
"Allah'ın anlayış verdiği bir kimse için, Kur'ân'dan bulup çıkarmayı mümkün kılmadığı birşey yoktur." demişlerdir.
İbn Fadl'a göre:
"Kelâmullah'ın taşıdığı ilimlerin hakikatini ancak onun sahibi olan Yüce Allah ihata eder. Sonra da, Resûlullah Aleyhisselam kavrar. Cenab-ı Hakk'ın kendisine tahsis ettiği ilimlerden başkasına ise, Resûlullah Aleyhisselamın dört halifesi ve büyük sahabisi Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali ile İbn Mes'ud ve İbn Abbas gibi sahabileri varis olmuşlardır."[14]
Birgün, İbn Abbas'ın yanında ashabdan Huzeyfe b. Yeman bulunduğu sırada, adamın biri gelip İbn Abbas'a:
"Yüce Allah'ın Şûra süresindeki 'Hâ mîm ayn sîn kâf' sözünün tefsirini bana haber ver?" der.
İbn Abbas, adamın bu soruşundan hoşlanmaz, susar; ve sonra da, ondan, yüzünü başka tarafa çevirir.
Adam sorusunu tekrarlar.
İbn Abbas, yine cevap vermez ve yüzünü ondan başka tarafa çevirir.
Adam üçüncü kez sorar.
İbn Abbas yine ona cevap vermez.
Bunun üzerine, Huzeyfe b. Yeman:
"Buna sana ben haber vereyim. Anladım ki, o bunu söylemek istemiyor!" diyerek, bunun:
Ehl-i Beytten Abdulilâh veya Abdullah diye anılan bir zât hakkında nazil olduğunu; kendisinin Şark nehirlerinden bir nehir üzerinde kurulu, nehrin ikiye ayırdığı şehir (Bağdat) üzerinde yerleşeceğini; Yüce Allah'ın onların hakimiyet ve saltanatlarının sona ermesine, devlet ve müddetlerinin kesilmesine izin verdiği zaman, üzerlerine geceleyin bir ateş salınacağına, sabahleyin sanki oradaki yerlerinde hiç bulunmamış gibi olacaklarına, yerlerini toplanan cebbar ve zalimlerin işgal edeceklerine işaret olduğunu söyler.[15]
Bundan on iki asır önce, Hicrî 224 yılında doğan ve 310 yılında ölen İmam Taberî'nin tefsirine kaydettiği bu haber, hem Kur'ân-ı Kerîm'in ne kadar mucizevî, ilmî derinlikler taşıdığını, hem de ashabı kiramdan bazılarının bu derinliklerden ne kadar yararlandıklarını ve hatta müteşâbih âyetlerin tefsirlerine bile vâkıf olduklarını göstermeye yeter. Filvaki, zamanımızda kral naibi Abdulilâh tarafından Bağdat'ta temsil edilen bu hanedanın, bir gece General Kâsım'ın yaptığı darbe ile yaylım ateşine tutularak, kadın erkek, çoluk çocuk hepsinin hayat ve saltanatlarına son verildiği görülmüştür.
İbnü'n Nedîm (vefatı: 378 H.) kendisinden önceki ilim adamlarından kimlerin Kur'ân-ı Kerîm'i tefsir ettiklerini; Kur'ân-ı Kerîm'in mânâları, müşkilleri, mecazlan, lügatları, lügatlarının garibleri, kıraat tarzları, noktaları, şekilleri, lamları, vakıf ve ihtidaları, maktu ve mevsulleri, elfâz ve mânâları, müteşâbihleri, mushaflandaki heceler, Kur'ân'ın cüzleri, Kur'ân'ın faziletleri, Kur'ân harflerinin Medinelilere, Mekkelilere, Kûfelilere, Basralılara, Şamlılara göre sayıları, Kur'ân'ın nâsih ve mensuhlan, âyet ve sûrelerin nüzul tarihleri, Kur'ân'ın hükümleri ve çeşitli mânâları,.. hakkında kimlerin hangi eserleri yazdıklarını uzun uzadıya açıklar.[16]
Kurân-ı Kerîm müfessirlerinden Fahru'r-Râzî der ki:
"Bir zamanlar, 'Yalnız şu Fatiha sûresinin ihtiva ettiği faide ve nefiselerden on bin kadar mesele çıkarılması mümkündür!' sözü dilimden çıkınca, bazı kıskançlarla birtakım bilgisizler ve inatçılar, beni de kendileri gibi isbatlayamayacağı iddialarda bulunur, söylediği sözü isbat kaydında bulunmaz adamlardan sandılar. Şu kitabı [Mefâtihu'l-gayb] yazmaya başlayınca, Fâtiha'dan o kadar mesele çıkarılabileceğinin mümkün bulunduğunu göstermek ve uyarılabilecekleri uyarmak için şu önsözü düzenledim. "[17]
Kur'ân-ı Kerîm'in Bütün Semavî Kitaplara Denk ve Daha Fazlasını Havi Bulunuşu
Peygamberimiz Aleyhisselam, bir hadisi şeriflerinde:
"Bana Tevrat yerine es-Seb'[18] verildi.
Zebur yerine Meûn[19] verildi.
İncil yerine Mesânî[20] verildi.
Mufassallar da[21] fazla olarak verildi" buyurmuştur.[22]
Peygamberimiz Aleyhisselam, Übeyy b. Ka'b'a:
"Sana ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebur'da, ne de Kur'ân'ın diğer sûreleri arasında bir benzeri indirilmemiş olan bir sûre öğretmemi ister misin?"
diye sordu. Übeyy b. Ka'b: "Olur yâ Rasûlallah!" deyince,
"Varlığım Kudret Elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki; onun bir benzeri ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebur'da, ne de Furkan (Kur'ân-ı Kerîmin diğer sûreleri arasında indirilmemiştir! O, seb'ul mesânîdir. O, bana indirilmiş bulunan büyük Kur'ân'dır (Fatiha sûresidir)"[23] buyurdu.
Hindli bilginlerden Süleyman Nedvî der ki:
"Tevrat bir şeriat kitabıdır. Ahlâk ve mev'izaları muhtevî değildir. İncil ahlâk ve mev'izalarla doludur, fakat içinde şeriattan eser yoktur. Zebur kalbi münacatlardan, ilahilerden, dualardan mürekkeptir, fakat diğer sıfatları haiz değildir.
Hz. Mesih'in İncil'i, güzel hutbeleri muhtevi olmakla beraber, insanları derin derin düşündürecek, insanların fikir ve nazarlarını açacak ufuklardan mahrumdur.
Benî İsraillerin kitabları birçok ihbarlarla doludur, fakat onlarda hikmetin incelikleri, imanın sırları görülmez.
Dünyada ancak ilâhî bir kitab vardır ki; şeriat, ahlâk ve mev'izalarla, dua ve münacat ile doludur ve bütün eski kitabların faziletlerini fazlasıyla toplamıştır.
Hitabelerin en kuvvetlisi, fikir ve nazarı açacak ufukların en genişi, inceliklerin ve hikmetin, iman ve amelin sırlarının hepsi bu kitabın içindedir.
Sonra, öteki semavî kitabların hepsi tahrif ve tağyire, çeşitli tercümelerle tebdile uğradığı halde; her türlü tahriften mahfuz ve masun kalan ve vahyolunduğu asıl lisan ile elde bulunan yegâne ilâhî kitab Kur'ân'dır.
Bu kitabın hiçbir âyeti, hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası değişmemiştir. Bu kitab, bu suretle, bekâsını kâtiplerin kalemlerine de medyun değildir. Çünkü, bu kitab her devirde yüzbinlerce mü'minin kalbinde, hafızasında menkuştur.
Kur'ân, dünyanın her tarafında aynı harfler, aynı harekelerle; bizzat Peygamber Aleyhisselam tarafından okunduğu gibi, bizzat Hz. Cibril (as) tarafından vahyolunduğu gibi okunmaktadır.
Diğer semavî kitablar hiçbir veçhile Kur'ân-ı Kerîmle kabili kıyas değildirler.Çünkü, diğer kitaplar mânâ itibarıyla vahyi ilâhî olduğu halde, Kur'ân hem lafzı, hem mânâsı cihetiyle vahyi Rabbânîdir.Halbuki, Tevrat'ın ve İncil'in vahyolundukları diller, ölü diller sırasına geçmiş bulunuyor.
Çünkü, Tevrat'ın aslî dili olan İbrânice, Buhtunnassar'ın ateşleriyle yok olmuş ve Arâmî ile Süryânî dillerine tahavvül etmişti. Birkaç asır sonra, Hz. Üzeyr, İbrânice'yi ihyaya teşebbüs etmişti.
İncil'e gelince; bugüne kadar onun hangi dille vahyolunduğu ve ilk önce hangi dille yazıldığı malûm değildir. Hâlihazırda elde bulunan en eski İncil nüshası Yunanca ile yazılmıştır. Hz. İsa (as)'ın zamanında Filistin'de konuşulan dilin Yunanca olduğu muhakkak değildir.
Kurân-ı Kerîm'e gelince; bu kitab lafzen ve ma'nen nazil olduğu dil ile mahfuz olan yegâne kitabdır."[24]
Kur'ân-ı Kerîm, en iptidaî insanlardan en yüksek ilim ve fikir adamlarına, ticaretle uğraşanlardan hayatlarını zühd ve takva ile geçirenlere, fakirlerden zenginlere, kadar herkesi ilgilendiren, derece derece yükselten düstur ve esasları ihtiva eder.
Kurân-ı Kerîm, her şeyden evvel Allah'ın varlığını, birliğini, sıfatlarını, kudret ve azametini, rahmet ve mağfiretinin genişliğini, mahlukatına sevgisini, Allah'a tevekkül ve itimadın, ibadet ve ubudiyetin, Allah'ın nimetine karşı şükrün gerekliliğini bildirir.
Namaz, oruç, zekat, hac gibi ibadetlerden, din ve diyanetten bahseder. Allah'a iman ve ibadet esaslarını tesbit ve talim eder. İmandan, iman edenlerden bahsederken, yararlı işlerde bulunmak kaydını ekler; imanın amel ile yararlı ve mükemmel olabileceğini öğretir.
Kur'ân-ı Kerîm, aile hayatından, karı ile kocanın karşılıklı hak ve vazifelerinden milletlerarasındaki münasebetlere kadar, selamlaşmaktan evlere müsaade alarak girme âdabına varıncaya kadar, içtima ve medenî hayatın her safhasını içine alan gerçek nizamın hayatî bütün kaidelerini gösterir, en güzel ahlâk düsturlarını öğretir.
Kurân-ı Kerîm beşer nev'inin bir erkekle bir kadından yaratılan bir aile olduğunu; sonra onların birbirleriyle bilişmeleri, tanışmaları için kabilelere, ailelere ayrıldıklarını; onlardan Allah katında en şerefli olanların Allah'tan en çok sakınan, yani Allah'ın tayin ettiği hak ve vazifelere en çok riayet edenler olduğunu; hangi millete, hangi kabileye, hangi sınıf ve mesleğe mensup olursa olsun, kadın erkek, zengin fakir hiç kimsenin bundan başka bir imtiyaza sahip bulunmadığını bildirir.
Kurân-ı Kerîm taahhütlere riayeti, muamelatta dürüstlüğü, muhtaçlara yardımı, dargınların aralarını bulup düzeltmeyi, daima istikamet ve adalet üzere hareket etmeyi, işleri ehliyetli olanlara vermeyi, çalışmayı emir ve her habere inanmayıp onu araştırmayı tavsiye eder.
Kurân-ı Kerîm her hususta hayatî icablara göre hareket edilmesini, iyilik yaparken bile bunun göz önünde tutulmasını, her şeyin yerinde ve zamanında yapılmasını öğretir.
Af ile muamele olunmasını tavsiye ederken, bunun toplulukların huzurunu altüst etmesine meydan verdirmez. Tecavüzün, icabında ceza ile önlenmesini ister.
Kurân-ı Kerîm, birbirimize yardımda bulunurken, o yardımın bizi yoksulluğa düşürecek dereceye vardırılmamasını tavsiye; herkesin şahsî hürriyet ve haklarını kullanırken başkalarının haklarına tecavüz etmemesini tenbih eder.
Kur'ân-ı Kerîm, haset, fesat, zulüm, kin, hıyanet, iftira, yalan, hile, suizan, adam çekiştirme, koğuculuk, kibir, riya, hırsızlık, adam öldürmek, israf, pintilik gibi bütün kötülükleri; içki, kumar gibi kötü itiyadları nehyeder.
Kurân-ı Kerîm gözü gönlü açık tutmayı, körü körüne hareket etmemeyi, düşünmeyi, yerleri ve gökleri ve aralarındakileri incelemeyi, ilim ve irfan sahibi olmayı, geçmiş milletlerin ve memleketlerin hallerini incelemeyi ve bunlardan ibret almayı tavsiye eder.
Kurân-ı Kerîm büyük küçük, hayır şer, işlediğimiz bütün işlerin ortaya döküleceği, herkesin hesaba çekileceği çetin bir Hesap Gününün gelip çatacağını haber verir.
Hülâsa; Kur'ân-ı Kerîm beşikten mezara kadar insanları ilgilendiren her konuya temas ettiği gibi, istikbalde keşfedilecek veya keşfine çalışılacak bir takım ilmî, fennî gerçekler hakkında da açık veya kapalı beyanlarda bulunur.
Meselâ; güneş, ay ve semavî ecramdan her birinin birer felekte (yörüngede) yüzdüğü, her canlının sudan yaratıldığı (Enbiyâ, 21/30-33) güneşin karargâhı, durak yeri için seyr-ü cereyan ettiği (Yâsîn, 36/38), semalara muvazene kanununun koyulduğu (Rahman, 55/7), semanın ilk halinin gaz olduğu (Fussilet, 41/11), bütün insan zürriyetinin Hz. Âdem (as)'den zerreler (genler) halinde bulunduğu (A'raf, 7/173), semerelerin ilkah edici, aşılayıcı rüzgârlar vasıtasıyla husule geldiği (Hicr, 15/22), bazı hayvanlarda, hususan arılarda görülen harikulade ince işlerin onlara Allah tarafından ilham edilmek suretiyle yaptırıldığı (Nahl, 16/68-69), yerde yürüyen, havada uçan hayvanların da insanlar gibi birer topluluk oldukları (En'am, 6/38), yerde olduğu gibi göklerde de canlı varlıklar bulunduğu ve bunların bir gün biraraya gelecekleri (Şûra, 42/29), ruhu anlamaya insan ilminin yetmeyeceği (İsrâ, 17/85), uzayın gittikçe genişletildiği (Zâriyât, 51/47), cansız, dilsiz sanılan şeylerin de Allah'ı tesbih ve tahmid etmekte oldukları, fakat bunu insanların anlayamayacakları (İsrâ, 17/44),.. daha birtakım konulara on dört asır önce işaret edilerek, ilim fen âlemine yeni inceleme ve araştırma ufukları açar.
Kurân-ı Kerîm yalnız Müslümanlar tarafından değil, Müslüman olmayan insaflı birçok ilim adamları tarafından da incelenerek, lâyık olduğu takdir ve saygıyı görmüştür. Okuyucularımıza onlardan bazı örnekler sunuyoruz:
Kur'ân Herkesi İrşad Edebilir
İngilizlerin Arapça bilginlerinden Stanley Lane Poole "Kur'ân'dan Seçmeler" adlı kitabının önsözünde şöyle der:
"Peygamber'in Medine'de telakkî ettiği âyetler bilhassa dikkate şayandır. Çünkü bunlar İslâm cemiyetini idare eden her Müslümanı doğru yola sevk eyleyen âyetlerdir. Mekke'de vahyolunan âyetler ise, büyük ve müessir bir diyanet için gereken her şeyi içine alır."
Kur'ân Bütün Ahlâk ve Felsefe Esaslarını Câmîdir
Fransa'nın en şöhretli müsteşriklerinden Sedillot, "Arabistan'ın Muhtasar Tarihi" unvanlı eserinin 59, 63, 64. sahifelerinde şöyle der
"Kur'ân her saygıya değer eserdir. Kur'ân insanlara hukukullahı tanıtmış, mahlukatin Haliktan ne bekleyeceğini, mahlûkatın Hâlıkıyla münasebetlerini en sarih şekilde öğretmiştir.
Kur'ân, Ahlâk Ve Felsefenin Bütün Esaslarını Câmîdir.
Fazilet ve rezilet, hayır ve şer, eşyanın hakikî mahiyeti, hülasa her mevzu Kur'ân'da ifade olunmuştur.
Hikmet ve felsefenin esası olan kaideler, adalet ve müsavatı ve başkalarına iyilik etmeyi, faziletkâr olmayı öğreten esaslar... bunların hepsi Kur'ân'da vardır.
Kur'ân, insanı iktisat ve adalete sevkeder, dalâletten korur.
Ahlâkî zaafların karanlığından çıkarır, ahlâkî yüksekliklerin ışığına ulaştırır.
İnsanın kusurlarını, hatalarını yüksekliğe ve olgunluğa çevirir.
Müslümanlığa barbar bir din diyenler, şuurdan mahrum insanlardır. Çünkü onlar Kur'ân'ın sarih ve berrak âyetlerine karşı gözlerini yumuyorlar ve Kur'ân'ın nasıl asırdîde reziletleri silip süpürdüğünü incelemiyorlar!"
Kur'ân Cihan Medeniyetinin Dayandığı Temelleri Muhtevidir
Fransa'nın en tanınmış müsteşriklerinden Gaston Carre da şöyle der:
"Kur'ân cihan medeniyetinin dayandığı temelleri muhtevidir. O kadar ki, bu medeniyetin İslâmiyet tarafından neşrolunan esasların uyuşumundan vücut bulduğunu söyleyebiliriz."
Kur'ân Hikmetle Dolu Bir Ahlâk Mecellesidir
Fransız filozoflarından Alexis Louvasonne der ki:
"İnsanlığın hidayeti için Hz. Muhammed'e vahyolunan Kur'ân, hikmetle dolu parlak bir eserdir.
Hz. Muhammed'in hakikî bir peygamber ve âlemin mukadderatına hâkim Yüce Varlığın gönderdiği gerçek bir peygamber olduğunda şek ve şüphe yoktur.
Hz. Muhammed cihana öyle bir kitab bırakmıştır ki, bir nâdire-i belagat, bir mecelle-i ahlâk ve bir kitab-ı mukaddestir.
Yeni fennî keşifler yahut ilim ve irfanın yardımıyla hallolunan veya halline uğraşılan meseleler arasında bir mesele yoktur ki, İslâmiyetin esaslarıyla çelişsin!
Bizim Hristiyanların Hristiyanlığını tabiî kanunlarla bağdaştırmak için harcadığımız çalışmalara mukabil, Kur'ân ve talimatlarıyla tabiî kanunlar arasında tam bir ahenk görülmektedir."
Kur'ân Semavî Kitapların En Güzeli, Her Takdirin Üstünde Bir Fesahat ve Belagat Mucizesidir
Tanınmış müsteşriklerden, Arap edebiyatı uzmanı ve Kur'ân mütercimi Dr. Morrice de şöyle der:
"Kur'ân nedir?
Her tenkidin üstünde bir fesahat ve belagat mucizesidir.
Kur'ân'ın üçyüzelli milyon Müslümanın göğsünü haklı bir gururla kabartan meziyeti, onun her mânâyı güzel ifade etmek itibarıyla semavî kitabların en mükemmeli olmasıdır.
Hayır! Daha ileri gidebiliriz! Kur'ân, tabiatın ezelî inayet ile insana bahşettiği kitabların en güzelidir.
Beşerin refahı nokta-i nazarından, Kur'ân'ın beyanları, Yunan felsefesinin ifadelerinden çok yüksektir.
Kur'ân, arz ve semânın Halikına hamd ve şükürle doludur.
Kur'ân'ın her kelimesi, her şeyi yaratan ve her şeyi taşıdığı kabiliyete göre sevk ve irşad eden Yüce Varlığın azametinde mündemiçtir.
Edebiyat ile ilgililer için, Kur'ân bir kitab-ı edebdir.
Lisan mütehassısları için, Kur'ân bir hazine-i elfazdır.
Şairler için, Kur'ân bir menba-ı ahenktir.
Bundan başka, bu kitab, hukukî hükümler namına bir muhit-i maâriftir.
Davud'un zamanından John Talmos'un devrine kadar gönderilen kitabların hiçbiri, Kur'ân'ın âyetleriyle muvaffakiyetli bir şekilde rekabet edememiştir.
Bundan dolayıdır ki, Müslümanların yüksek sınıfları hayatın hakikatlarını kavramak nokta-i nazarından ne kadar aydınlanırlarsa o derece Kur'an'la ilgileniyor ve ona o derece tazim ve saygı gösteriyorlar.
Müslümanların Kurân'a saygıları daima artmaktadır.
İslâm muharrirleri Kur'ân âyetlerini iktibas ile yazılarını süslerler ve o âyetlerden mülhem olurlar.
Müslümanlar, tahsil ve terbiye itibarıyla yükseldikçe, fikirlerini o nisbette Kur'ân'a istinad ettiriyorlar."
Kur'ân Akâid ve Ahlâkı, İnsanlara Hidayet ve Hayatta Muvaffakiyet Sağlayan Esasların Mükemmel Bir Meceffesidir
İngilizce-Arapça, Arapça-İngilizce lügatların müellifi Dr. Steingas şöyle der:
"Kur'ân akâid ve ahlâkı, insanlara hidayet ve hayatta muvaffakiyet sağlayan esasların mükemmel bir mecellesidir.
Zaman ve mekân itibarıyla birbirlerinden uzak, fikrî inkişafları bakımından da birbirlerinden çok farklı olan insanlara harikulade bir hassasiyet bahşeden, muhalefeti hayra ve iyiliğe çeviren Kur'ân, nasıl en hayretlere şayan bir kitab olarak kabul edilmeye lâyıksa; beşerin mukadderatıyla uğraşan bilginler için de, üzerinde o derece durulmaya, incelenmeye lâyık ve yararlı bir konudur."
Kur'ân'ın Bir Naziri Yoktur
İngiltere'nin en tanınmış ve en büyük tarihçilerinden Edward Gibbon "Roma İmparatorluğunun İnhitatı ve Çöküşü" unvanlı eserinde diyor ki:
"Ganj nehriyle Atlas Okyanusu arasındaki memleketler, Kur'ân'ı bir kanunu esâsî ve teşriî hayatın ruhu olarak tanımıştı.
Kur'ân'ın nazarında satvetli bir hükümdarla zavallı bir fakir arasında fark yoktur. Bu gibi esaslar üzerinde öyle bir teşrî vücuda gelmiştir ki, dünyada bir naziri yoktur."
Kur'ân'ın En Saf ve En Temiz Tevhidi Öğretmesi
Dr. Gustave Le Bon:
"Dünyanın bütün dinleri içinde, Müslümanlık, Kur'ân ile en saf ve en temiz tevhidi öğretmekle temayüz etmiştir." der.
Kur'ân Yüksek Ahlâk Öğretir
Mr. Arnold şöyle der:
"Ahdi Kadim ile Ahdi Ceditten Yahudiler vasıtasıyla öğrendiğimiz dersler, bize mahlukata hürmet ve muhabbetle muameleyi emrediyor.
Halbuki Kur'ân, insanlara mükemmel bir terbiye verdikten başka, onlara hususî hayatlarında ahlâklı, âlicenab, hayırsever, cesur ve şecaatli olmayı ve bütün Müslümanları sevmeyi öğretmektedir."
İmanın Hakikî Kitabı, Fikre İtmi'nan Veren Kitap
Hindli dinî lider Baba Nanak şöyle der:
"Hakikat-ı halde imanın hakiki kitabı, fikre itmi'nan veren kitab, ancak Kur'ân'dır."
Kur'ân Temiz ve Afif Bir Hayatı Sağlayacak Makul ve Mantıkî Emirleri Muhtevidir
İngilizce Popular Encyclopedia (Halk Ansiklopedisinde) şöyle denir:
"Arapçaya göre Kur'ân, son derecede beliğdir. Gerçekten de, Kur'ân'ın bedâîi edebiyyesi eşsizdir. Bundan başka, Kur'ân'ın emirleri o kadar makul ve mantıkîdir ki, insanlar bunları dikkatle mütalaa edecek olurlarsa, onların temiz ve afif bir hayatı sağlayacağını anlarlar."[28]
* * *
Bütün dinler üzerinde yaptığı uzun inceleme ve eleştiriler neticesinde İslâm dinini kabul edip "Nureddin" adını aldığını Yeni Sabah gazetesinde ilan eden Steinhorst adındaki atom bilgininin sözleriyle bahsimize devam ediyoruz:
"Allah'ı tazim, Hristiyanlıkla berbat bir putperestlik haline getirilmiştir.
Bunlar, bir Allah'a tapar görünürler, fakat sadece bir peygamber olmasına rağmen, İsa'ya da Allah'ın oğlu diye taparlar.
İsa'nın anası, Allah'ın anası ilan edilmiştir.
Son konulan bir kaideye göre, Meryem, Allah'ın anası sıfatıyla bedenî olarak mi'raca çıkmış; Papanın son tesbit ettiği bu kaide, mü'min Katolikleri bile şaşırtmıştır!
Hristiyan itikadına göre, Allah çocuk meydana getirmektedir. Halbuki İslâmiyete göre, ancak fâni olan bir varlığa tâbi olanlar çocuk yapmak ihtiyacındadırlar. Allah ise, her varlığın üstünde ve ebedî olduğu için, çocuğa muhtaç değildir.
Bütün yaratılmış şeylerin kaynağı ve her şeyin nâzımı Allah'tır. Bu sebeple, O'nun, işine yardım edecek veya ismini devam ettirecek bir çocuğa ihtiyacı yoktur. Bunun için, Hristiyan dininin ve Kilisenin telkin ettiği üçlü Allah fikri abestir.
Böyle olduğu halde, Hristiyan kilisesi yegâne saadet veren din olduğunu nasıl iddia edebilir? Bu kilise, hangi ahlâkî hakla bir dünya dini olmaya kalkışıyor? Buna hiçbir hakkı yoktur!
Bu dünya bir Allah tarafından yaratılmışsa, milletlerin dinî geleneklerinin bir imanda birleşmesi kat'î ve zaruridir. Dünya, tek bir manevî merkez etrafında toplanmazsa, Yaratıcının birliğini nasıl kavrayabilir?
Bir nehir, birçok ırmaklardan meydana gelir ve onun kuvveti, özelliği bu birleşmede belirir.
Musa'nın, İsa'nın ve diğer peygamberlerin getirdikleri vahiyler, insanlığın yaratılış gayesini gerçekleştirecek bir nehrin ırmaklarıdır. Bu gaye, Allah'ın birliğini idrak etmektir. Bu maksadı ancak Kur'ân sağlayabilir.
Kur'ân'dan başka bir kitab bunu sağlayabilir mi?
Tevrat bunu sağlayamaz. Çünkü o ancak İsrail Tanrısından bahseder.
Zerdüşt de, İlâhî nuru, ancak İran milletine bahşeder.
Veda'lar da bunu yapamaz. Çünkü rişişlere göre, Vedayı dinleyen Hindlilerin kulağına kurşun akıtmak gerekir!
Buda da bir bütünlük göstermez ve yalnız Hindistan'a inhisar eder.
İsa'nın dini bu gayeyi temin edebilir mi?
Hayır!
İsa, cihana şâmil bir öğretici değildir. O, havarilerine şöyle demişti:
'Puta tapanların yolunda gitmeyin ve Sâmirîlerin şehirlerine girmeyin. Yalnız İsrail'in kaybolmuş koyunlarının arasına katılın.' (Matta: 10: 56)
Şu halde, İslâm'ın Peygamber'inden önce hiç kimse bütün beşeriyete şâmil bir haber getirmemiştir.
Kur'ân'dan önce hiçbir kitab bütün insanlığa hitap etmemiştir.
Hz. Muhammed şu vahyi getiriyor:
'Ey insanlar! Gerçekten ben hepiniz için Allah'ın elçisiyim!' (A'raf, 7/159)
Böylece, yalnız Kur'ân'dır ki, muhtelif dinler arasındaki farkları ve ayrılıkları bertaraf edebilir.
Dinlerin çokluğu, birleştirici bir imanın vücudunu zaruri kılar.
Bu iman, İslâmlıktır."[29]
Kur'ân-ı Kerîm'in Başlıca Özellikleri
John Davenport da, "Hz. Muhammed ve Kur'ân-ı Kerîm" isimli eserinde, Kur'ân-ı Kerîm'den bahsederken şöyle der:
"Müslümanlar Kur'ân-ı Kerîm'e azamî hürmet ve tevkîri gösterirler. Tâhir yani temiz olmazlarsa, Kitaba el sürmezler. Bunun için, Kitabın kapağına:
Ona tertemiz olanlardan başkası dokunamaz. (Vâkıa, 56/79.)
âyeti yazılır ve bu suretle Kitaba taharetsiz iken kimsenin yanlışlıkla el sürmemesini sağlarlar. Müslümanlar, Kitabı kemâli hürmetle okurlar, onu öperler, savaşa giderken ceplerinde taşırlar. Silahlarına ondan âyetler kazıttırırlar, Kitabı altınlar ve mücevherlerle süslerler, onun bir gayri müslimin elinde bulunmamasını isterler.
İslâm terbiyesinin kaynağı, bu Kitabı Mübîn'dir.
Çocuklar her şeyden önce onu okumayı öğrenir ve ezberlerler.
Hayatın nurunu bulmak için, Müslümanlar Kitabı Mübin'i tedkik ve tetebbu ederler.
Camiler vardır ki, orada Kur'ân-ı Kerîm sürekli hatmolunur.
On iki asırdan beri Kur'ân-ı Kerîm'in sesi milyonlarca mü'minin kalbinde ve ruhunda devamlı bir surette akisler uyandırmıştır.
Kur'ân-ı Kerîm Allah'a imanı, ilâhî iradeye teslimiyeti, ilâhî emirlere itaati, iyilik etmeyi, takvâlı, itidalli olmayı, içkiden sakınmayı, hoşgörülü olmayı, din uğrunda ölenlere bir hürmeti mahsusa beslemeyi emreder.
Amelî farzlara gelince; bunlar, İslâm dininin neşr ve tebliği, malın kırkta birinin zekat olarak verilmesidir.
Fakat, Kurân'ın emirleri dinî ve ahlâki vazifelere münhasır değildir.
Gibbon der ki: 'Kur'ân, Atlas okyanusu sahillerinden Ganj'a kadar, yalnız ilahiyatın değil, medenî, cezaî ahkâmın da mecelle-i esası sayılmakta; insanların bütün harekât ve ahvâlini tanzim eden kanunlar, Allah'ın bozulmaz emirleriyle teyid edilmiş bulunmaktadır.
Başka bir deyişle, Kur'ân Müslümanların dinî, içtimaî, medenî, ticarî, askerî, kazâî, cezaî umumî kitabıdır.
Kur'ân, dinî vazifelerden günlük vazifelere, ruhun necat ve felahından bedenin sağlığına, umumun hukukundan ferdin hukukuna, insanın menfaatlerinden cemiyetin menfaatlerine, ahlâkiyat sahasından cinâîyat sahasına, dünyevî hayatın ukubatından uhrevî hayatın ukubatına kadar herşeyin nâzımıdır.
Binnetice, Kur'ân Tevrat'tan ayrılmaktadır.
Kumb'un dediği gibi, Tevrat bir ilahiyat sistemini haiz değildir.
Tevrat kıssalardan, vasıflardan, takvâperverane teheyyüclerden, birbirine mantıkî bir bağla bağlı olmamakla beraber kuvvetli bir ahlâktan müteşekkildir.
Kur'ân, İncil gibi de, ancak sâliklerin dinî fikirlerini, ibadet ve amellerini düzenleyen bir düsturdan da ibaret değildir.
Belki, Kur'ân siyasî bir sistemdir de. Çünkü devletin her kanunu ona müsteniddir.
Hayat ve emvale ait olan her şey onun hükmü ile hallolunmaktadır.'
Kurân-ı Kerîm, tevhid akidesinin en şerefli abidesidir.
Kurân-ı Kerîm, en sarih surette, ezelî ve ebedî olan, doğmayan, doğurmayan, şerik ve naziri olmayan, her şeyi yaratan, Rahman ve Rahîm olan, Kendisine bağlananları koruyan, kötülük yapıp pişman olanları affeden, kıyamet gününün sahibi olan, herkesi ameline göre muhakeme eden, iyilik yapanlara, Allah yolunda ölenlere ebedî saadet bahşeden, kötüleri cezalandıran Allah'ın varlığını öğretir.
Kur'ân, meleklerin varlığını da öğretmektedir; fakat meleklerin de, peygamberlerin de tapılmaya müstehak olmadıklarını anlatır.
Her insanı koruyan ve amellerini murakabe eden iki melek vardır.
Şeytanlar insan nev'inin düşmanıdırlar.
Müslümanlar cinlerin varlığına da inanırlar.
Kurân-ı Kerîm'in açıkladığı bu akideler ne kadar haksızca tecavüze uğradıysa, Kur'ân'ın ahlâkî talimatı da aynı surette tecavüze uğramıştır. Halbuki, Kurân'ın ahlâkı fısk u fücuru, her türlü aşırılığı, riyayı, pintiliği, kibirlenmeyi, kıskançlığı, dünyevî şeyler uğrunda ihtirasla koşmayı kınar.
Sadaka vermeyi, ana babayı sevmeyi, Allah'a şükranı, ahde vefayı, doğruluğu, ihlasilliği, yetimlere şefkati, fark gözetilmeden adaleti, iffeti, hayâyı, sabır ve tahammülü, iyilikseverliği, kölelerin azadlanmasını, kötülüğe karşı iyiliği, fazileti, af ve safhı, bütün bunları bir karşılık beklemeyip sadece ilâhî rızayı gözeterek yapmayı emreder.
Yukarıda da söylediğim gibi, Kur'ân yalnız bir mecelle-i diniyye değildir; Müslümanların kavânîn-i medeniyyesini de ihtiva eder.
Binaenaleyh, Kur'ân birçok zevce almayı tahdid, almayı tarif, karı kocanın haklarını izah, validelerin süt emzirme müddetini tesbit, dulların hukukunu, mehirlerin, boşanmaların nasıl olacağını tarif eder.
Miras, vasiyetler, velilikler, akidler... Kur'ân'da zikrolunmaktadır.
Nihayet, yalancı şahitlerin, hırsızların, zânîlerin, çocuklarını öldürenlerin, fücurun, sahtekârlığın, vesairenin cezası da Kur'ân'da gösterilir.
Bu itibarla, Hz. Muhammed yalnız peygamber değil, bir de Şâri'dir.
Hristiyanlıkla Müslümanlık arasındaki farkı anlamak için şuna dikkat etmek lâzımdır ki; Hristiyanlığın sâlikleri üzerinde haiz olduğu nüfuz dogmalara istinad ettirilerek din ile ahlâk birbirinden ayrıldığı halde; Müslümanlıkta dogmalara değil, dinin amelî tarafı ahlâkî, içtimaî, hukukî, siyasî fikirler üzerinde tesir etmekte ve bu suretle Müslümanın dimağında vatanperverlik, hukuk, an'ane, gelenek, kanunu esâsî bir kelimede derlenip toparlanmaktadır, bu kelime Müslümanlıktır.
Müslümanlığın iftihar edeceği birçok güzellikler arasında bilhassa ikisi pek belirgindir.
Birincisi, uluhiyetten bahsederken, beşerî zaaflardan ve hırslardan tenzih ettiği Yüce Varlığı en tebcîlkâr, en saygı dolu sözlerle ifade etmesi; ikincisi de, Kur'ân'ın ahlâk ve terbiyeye aykırı her fikirden, her hikâye ve sözden tamamıyla uzak bulunmasıdır.
Halbuki, Musevîlerin Kitabı Mukaddesi bu gibi kusurlarla doludur.
Kur'ân, diğer kitaplar namına gayri kabili inkâr olan kusurlardan o kadar münezzehtir ki, utangaç bir insan, hiç kızarmadan, onu başından sonuna kadar okuyabilir.
Hâsılı, Kurân-ı Kerîm'in tesis ettiği din sırf tevhiddir.
Kur'ân'ın tarif ettiği uluhiyet, kurulmuş kanunlarla kâinatı idare eden, fakat yaklaşılması kabil olmayan bir ihtişam içinde bir tarafta duran felsefî bir illet-i ûlâ değil, her an hâzır ve nazır, kâinatın her yerinde faal kudret sahibi bir varlıktır..."[30]