-
- Üyelik Tarihi
- 9 Mar 2015
-
- Mesajlar
- 1,008
-
- MFC Puanı
- 28
Türklerde Tanrı İnancı ve Şamanizm
Türklerde Tanrı İnancı ve Tengricilik hakkında üstün körü de olsa bazı bilgilere sahibiz. Ancak derli toplu olmayan, dağınık kaynaklarda karşımıza çıkan ve çoğu zaman yanlış yorumlanan bilgiler Türklerin İslamiyetle tanışmadan önceki Dini inanışlarını ve dolayısıyla Dinin toplumsal dokudaki izlerini doğru yorumlamamıza engel oluyor.
Türklerde Tanrı İnancı ve Tengricilik hakkında üstün körü de olsa bazı bilgilere sahibiz. Ancak derli toplu olmayan, dağınık kaynaklarda karşımıza çıkan ve çoğu zaman yanlış yorumlanan bilgiler Türklerin İslamiyetle tanışmadan önceki Dini inanışlarını ve dolayısıyla Dinin toplumsal dokudaki izlerini doğru yorumlamamıza engel oluyor. Bu bağlamda tarih kaynaklarında dağınık olarak rastlanan bilgileri, Türk Kaya Yazıtları ve Destanlarda geçen Dinsel motiflerden edindiğimiz bulguları toparlayarak ve kıyaslayarak Türk Tarihinin İslamiyet Öncesi dönemlerinde inandıkları Tengricilik inancı hakkında somut bulgular ortaya koymaya çalışacağız.
Tengricilikte Tanrı İnancı
Türklerde esas Dinsel tema Tanrı yani Tengridir. Tüm diğer dinsel motifler bu inanç merkezi üzerinden şekillenmiş, tahrif olmuş, türemiş ve esinlenmiştir. Tanrı kelimesi, Göktürk ve Uygur dönemlerinde yazılmış olan Türk yazıtlarında Tengri olarak karşımıza çıkar. Türkçenin etimolojik yapısını göz önüne aldığımızda sessiz harfleri görmezden gelerek TNR anonslarını kök olarak kabul edebiliriz. Lehçe farklılıkları hasebiyle pek çok Türk Kavminde bu ifade Tenri, Tenre, Tener, Teneri, Tanara v.b. sessiz harf değişiklikleri ya da ekleriyle (TenGri gibi) karşımıza çıkabilmektedir.
Türklerde Tengri, tapınılan tek ve yegâne unsur olmuştur. Onunla rekabet eden ya da alternatifi olabilecek başka bir tanrı yoktur. O tektir, doğumsuz ve ölümsüzdür. Bu bakımdan Türklerin tanrı inancı, tarih öncesi dönemlerdeki inanç sistemleri içerisinde benzersizdir. Zira Türklerin dışında hiçbir medeniyet Hak Dinlerin dışında Tek Tanrılı bir inanca sahip olmamıştır. Mısır tanrı olarak firavunlarını görüyor, Roma ve Batı birbirleriyle mücadele eden, doğan ve ölen tabiat tanrılarına inanıyor, Araplar, Çinliler ve Hintler tabiat güçlerine ve putlara inanıyorlardı. Türkler ise Tanrının tekliğinden ve rakipsizliğinden hiçbir dönemde ödün vermemiş, onu somutlaştırmamış hatta simgesel bile olsa resmini çizmemiştir. Bununla birlikte Bozkır kanunları olarak gördüğümüz Töre/Türe geleneğinde Tengrinin resmini çizmek büyük bir suç olmuştur.
Türkler, Tengrinin gökyüzünde olduğunu kabullenir. Bu bakış açısını değerlendirecek olursak gökyüzü aslında her yerdir. Zira Tengri, Dünyanın içerisinde değildir ve Dünyayı yaratıp onu seyretmektedir. O insanları yaratmadan önce kendisine hizmet eden ve buyruklarını yerine getiren ruhları yaratmış, sonra Dünyayı yaratmış ve yeryüzü ile gökyüzünü yedi kat halinde meydana getirmiştir. Meydana gelen Dünyaya ise sonradan İnsanların meskeni olmuştur.
Tengricilikte İnsanoğlunun Yaratılışı
Türklerin yaratılışla ilgili inançlarına Altay, Saka, Kırgız ve Hun efsanelerinden ulaşabiliyoruz. Bu efsanelere göre Tengri, önce yedi kat göğü, sonra yedi kat yeri yaratmıştır. Sonra Kendisine hizmet eden ruhları yaratmış, onlara vazifeler vermiştir. Bu ruhların istifade etmesi için büyük bir ağaç bulunmaktadır. Bu ağaçta 9 büyük dal bulunur. Bu dallardan beş tanesinden istifade edilebilirken dört tanesi yasaklıdır ve istifade edilmesine izin verilmez. Tengrinin bu kuralına tüm ruhlar uymuştur ancak Törüngey ve Ece adındaki iki ruh bu kuralı çiğnemiştir. Güçlü meleklerden biri olan Erlik, Törüngey ve Eceye bu dallardan istifade etmenin artık mümkün olduğunu ve yasak olmadığını söylemiş, Törüngey ve Ece de Erlike inanarak bu dallara tenezzül etmiştir. Bunu öğrenen Tengri önce Erliki cezalandırarak onu Gökten kovmuş ve yedi kat olarak yarattığı yeryüzünün en alt katına göndermiştir. Burası yerin yedi kat altıdır ve ateşler içindedir. Tüm kötü ruhlar artık buraya gönderilecektir. Erklik de artık burada hüküm sürecektir. Erlikin kandırdığı Ecenin cezası doğurganlıktır. Tengri onu kadın yapmıştır ve artık neslini doğurarak çoğaltacaktır. Diğer suçlu Törüngey ise Ecenin doğuracağı tüm İnsanların sorumluluğunu alacak, onları eğitecek, yetiştirecek ve neslini çoğaltacaktır.
Buradan görülmektedir ki İnsanlar önce bir ruh olarak yaratılmış olan ve sonra tanrının kutsal makamı olan gökten kovularak yeryüzüne gönderilmiş, bu iki ruh insan olmuş ve tüm insanoğlu bu iki insandan türemiştir. Açıkça görülmektedir ki Türkler tıpkı semavi dinlerde olduğu gibi İbrahimi bir inanç benimsemişlerdir. Türklerin tanrı inançları Hz. İsa ve Hz. Musanın dünyaya gelmesinden çok öncede benimsenmiş olması ise oldukça şaşırtıcıdır. Zira Türklerdeki bu semavi inanç sisteminin üç semavi dinden sonra meydana gelmiş olması durumunda Orta Doğu ve Mezopotamya bağlantılarını sorgulayabilir, bu inancın bir şekilde Orta Doğudan Asyaya ulaştığını düşünebilirdik. Türklerin semavi bir inanca sahip olmaları bizi şu tespite sürükleyecektir; Türklerin inanç sistemi Hz. Nuh ve Hz. İbrahimden miras kalmıştır.
Türklerin Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyetin zuhurundan önce Semavi ve Yegâne Yaratıcı inancını benimsemiş olmalarını tesadüf ya da gelişi güzel bir tezahür olarak yorumlamamız mantık dışı olacaktır. Zira pek çok benzerlik söz konusudur ve bu benzerliklerin birbirleriyle olan bağıntıları tesadüf olarak açıklanamayacak kadar detaylıdır. Görülmektedir ki Türkler, M.ö. 1000li yıllardan çok daha önce bu inancı benimsemiş ve toplum nezdinde itibar etmiştir. Hz. Musa, İsa ve Muhammed (s.a.v.) dönemlerinden evvelki devirlere gittiğimizde karşımıza Semavi dinlerin ilk peygamberleri Hz. Nuh ve Hz. İbrahim çıkacaktır. Türklerin Hz. Nuh ve Hz. İbrahim ile münasebette bulunmaları ise pekte sıra dışı değildir. Zira Hz. Nuh M.ö. 2700lü yıllarda, Hz. İbrahim ise M.ö. 2000li yıllarda yaşamışlardır. Bilindiği üzere bu iki Büyük Peygamberin yaşadığı bölge bu tarihlerde Sümerliler medeniyetine ev sahipliği yapmaktaydı. Görülmektedir ki Tarihi Sümerlilere dayanan Asyalı Türkler, Hz. Nuh ve Hz. İbrahim dönemlerinde Semavi dinlerin temel kaidelerini benimsemişler, Sümerlilerin yıkılmasından sonra İç Asyaya göç ederek bu inancı 2500 yıl boyunca yaşamış ve muhafaza etmişlerdi. Bu noktada Türkleri özel ve benzersiz yapan husus Hz. İbrahim döneminden sonra semavi dinlerin kaidelerine inanan yegâne millet olmalarıdır.
Tengricilikte Cennet ve Cehennem İnancı
Türklerde kozmolojik anlayışı ise üçe ayırabiliriz. Yer, Gök ve Yer Altı. Gök, yaratıcının bulunduğu sonsuzluk, Yer insanoğlunun yaratıldığı ve yaşamasına izin verilen Dünya, Yer Altı ise kötü ruhların cezalandırıldığı, ateşler içinde ve karanlık kötü âlemdir. Tengricilik inancında İnsanlar doğduktan sonra yaşamlarını Tengrinin kurallarına uyarak ona ibadet ederek geçirir, öldüklerinde ise Tengrinin buyruklarına uymuşlar ve iyi birer insan olmuşlar ise mükâfatlandırılmak üzere Tengrinin katına yani Göklerdeki Uçmağa giderler. Eğer Tengri, kendisinden memnun olmazsa kötü ruhların gönderildiği Yerin Yedi Kat altında bulunan Erlikin yanına gönderilir. Görülmektedir ki Tengricilik inancında ölümden sonra hayat vardır ve iyi insanlar mükâfatlandırılmak için Uçmağa yani bugünkü tabiriyle Cennete, kötü insanlar ise Erlikin yani Şeytanın gönderildiği kötü ruhların karanlıklar âlemine yani Cehenneme gönderilirler.
Tengricilikteki Cehennem inancı Asya Türkleri için çok önemlidir ve toplum nezdinde ki kültürel yapıya derinden tesir etmiştir. Öldükten sonra başka bir âlemde başka bir boyutta yeniden dirileceğine inanan Asyalı Türkler mezarlarına çok önem verirler. Başlı başına bir mimari yapı olan Kurganlar Türklerdeki ölümden sonraki yaşam düşüncesini ortaya koyan en önemli bulgudur. Toplum nezdinde saygı gören bir kişi, kağan, asker ya da devlet adamı Kurgan olarak tabir ettiğimiz anıt mezarlarda defnedilirler. Yeniden dirildiğinde kendisine hizmet etmesi için yardımcıları, atı ve silahları da ölen kişi ile birlikte Kurganlara konulur ve gömülür.
Kurganlar, dönemin şartları gereği külfet gerektiren bir uygulama olduğundan daha çok Kağanlar, Şadlar, Vezirler ve büyük Askeri Komutanlar için yapılmıştır. Vefat eden kişi sıradan bir asker ya da halktan biriyse defin merasimi daha mütevazı şekilde gerçekleştirilir. Ölen kişi yaşadığı çadıra konulur ve değerli eşyaları yakılarak bedeninin üzerine serpiştirilir. Yemek dağıtılarak merasime katılanlara ikram edilir. Bu ikramlar ölümden sonra belirlenen günlerde birkaç kez daha tekrar edilir. Ölen kişinin yakın akrabaları ölünün etrafında feryat ederek ağlar, yüzlerini yaralayarak gözyaşlarıyla kanın karışmasını sağlar ve acılarını haykırırlar. Bu kültürel alışkanlığı günümüzde Cenaze merasimlerindeki ağıtlarda, feryat ve figan ile ağlama eylemlerinde açıkça görebiliriz. Cenaze sonrasında dağıtılan helva, ölen kişinin 7. ve 40. Günleri dağıtılan helva ve anmalar bu kültürel alışkanlıkların bir kalıntısı olarak günümüzde de devam ettirilmektedir.
Türklerde Tanrı İnancı ve Tengricilik hakkında üstün körü de olsa bazı bilgilere sahibiz. Ancak derli toplu olmayan, dağınık kaynaklarda karşımıza çıkan ve çoğu zaman yanlış yorumlanan bilgiler Türklerin İslamiyetle tanışmadan önceki Dini inanışlarını ve dolayısıyla Dinin toplumsal dokudaki izlerini doğru yorumlamamıza engel oluyor.
Türklerde Tanrı İnancı ve Tengricilik hakkında üstün körü de olsa bazı bilgilere sahibiz. Ancak derli toplu olmayan, dağınık kaynaklarda karşımıza çıkan ve çoğu zaman yanlış yorumlanan bilgiler Türklerin İslamiyetle tanışmadan önceki Dini inanışlarını ve dolayısıyla Dinin toplumsal dokudaki izlerini doğru yorumlamamıza engel oluyor. Bu bağlamda tarih kaynaklarında dağınık olarak rastlanan bilgileri, Türk Kaya Yazıtları ve Destanlarda geçen Dinsel motiflerden edindiğimiz bulguları toparlayarak ve kıyaslayarak Türk Tarihinin İslamiyet Öncesi dönemlerinde inandıkları Tengricilik inancı hakkında somut bulgular ortaya koymaya çalışacağız.
Tengricilikte Tanrı İnancı
Türklerde esas Dinsel tema Tanrı yani Tengridir. Tüm diğer dinsel motifler bu inanç merkezi üzerinden şekillenmiş, tahrif olmuş, türemiş ve esinlenmiştir. Tanrı kelimesi, Göktürk ve Uygur dönemlerinde yazılmış olan Türk yazıtlarında Tengri olarak karşımıza çıkar. Türkçenin etimolojik yapısını göz önüne aldığımızda sessiz harfleri görmezden gelerek TNR anonslarını kök olarak kabul edebiliriz. Lehçe farklılıkları hasebiyle pek çok Türk Kavminde bu ifade Tenri, Tenre, Tener, Teneri, Tanara v.b. sessiz harf değişiklikleri ya da ekleriyle (TenGri gibi) karşımıza çıkabilmektedir.
Türklerde Tengri, tapınılan tek ve yegâne unsur olmuştur. Onunla rekabet eden ya da alternatifi olabilecek başka bir tanrı yoktur. O tektir, doğumsuz ve ölümsüzdür. Bu bakımdan Türklerin tanrı inancı, tarih öncesi dönemlerdeki inanç sistemleri içerisinde benzersizdir. Zira Türklerin dışında hiçbir medeniyet Hak Dinlerin dışında Tek Tanrılı bir inanca sahip olmamıştır. Mısır tanrı olarak firavunlarını görüyor, Roma ve Batı birbirleriyle mücadele eden, doğan ve ölen tabiat tanrılarına inanıyor, Araplar, Çinliler ve Hintler tabiat güçlerine ve putlara inanıyorlardı. Türkler ise Tanrının tekliğinden ve rakipsizliğinden hiçbir dönemde ödün vermemiş, onu somutlaştırmamış hatta simgesel bile olsa resmini çizmemiştir. Bununla birlikte Bozkır kanunları olarak gördüğümüz Töre/Türe geleneğinde Tengrinin resmini çizmek büyük bir suç olmuştur.
Türkler, Tengrinin gökyüzünde olduğunu kabullenir. Bu bakış açısını değerlendirecek olursak gökyüzü aslında her yerdir. Zira Tengri, Dünyanın içerisinde değildir ve Dünyayı yaratıp onu seyretmektedir. O insanları yaratmadan önce kendisine hizmet eden ve buyruklarını yerine getiren ruhları yaratmış, sonra Dünyayı yaratmış ve yeryüzü ile gökyüzünü yedi kat halinde meydana getirmiştir. Meydana gelen Dünyaya ise sonradan İnsanların meskeni olmuştur.
Tengricilikte İnsanoğlunun Yaratılışı
Türklerin yaratılışla ilgili inançlarına Altay, Saka, Kırgız ve Hun efsanelerinden ulaşabiliyoruz. Bu efsanelere göre Tengri, önce yedi kat göğü, sonra yedi kat yeri yaratmıştır. Sonra Kendisine hizmet eden ruhları yaratmış, onlara vazifeler vermiştir. Bu ruhların istifade etmesi için büyük bir ağaç bulunmaktadır. Bu ağaçta 9 büyük dal bulunur. Bu dallardan beş tanesinden istifade edilebilirken dört tanesi yasaklıdır ve istifade edilmesine izin verilmez. Tengrinin bu kuralına tüm ruhlar uymuştur ancak Törüngey ve Ece adındaki iki ruh bu kuralı çiğnemiştir. Güçlü meleklerden biri olan Erlik, Törüngey ve Eceye bu dallardan istifade etmenin artık mümkün olduğunu ve yasak olmadığını söylemiş, Törüngey ve Ece de Erlike inanarak bu dallara tenezzül etmiştir. Bunu öğrenen Tengri önce Erliki cezalandırarak onu Gökten kovmuş ve yedi kat olarak yarattığı yeryüzünün en alt katına göndermiştir. Burası yerin yedi kat altıdır ve ateşler içindedir. Tüm kötü ruhlar artık buraya gönderilecektir. Erklik de artık burada hüküm sürecektir. Erlikin kandırdığı Ecenin cezası doğurganlıktır. Tengri onu kadın yapmıştır ve artık neslini doğurarak çoğaltacaktır. Diğer suçlu Törüngey ise Ecenin doğuracağı tüm İnsanların sorumluluğunu alacak, onları eğitecek, yetiştirecek ve neslini çoğaltacaktır.
Buradan görülmektedir ki İnsanlar önce bir ruh olarak yaratılmış olan ve sonra tanrının kutsal makamı olan gökten kovularak yeryüzüne gönderilmiş, bu iki ruh insan olmuş ve tüm insanoğlu bu iki insandan türemiştir. Açıkça görülmektedir ki Türkler tıpkı semavi dinlerde olduğu gibi İbrahimi bir inanç benimsemişlerdir. Türklerin tanrı inançları Hz. İsa ve Hz. Musanın dünyaya gelmesinden çok öncede benimsenmiş olması ise oldukça şaşırtıcıdır. Zira Türklerdeki bu semavi inanç sisteminin üç semavi dinden sonra meydana gelmiş olması durumunda Orta Doğu ve Mezopotamya bağlantılarını sorgulayabilir, bu inancın bir şekilde Orta Doğudan Asyaya ulaştığını düşünebilirdik. Türklerin semavi bir inanca sahip olmaları bizi şu tespite sürükleyecektir; Türklerin inanç sistemi Hz. Nuh ve Hz. İbrahimden miras kalmıştır.
Türklerin Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyetin zuhurundan önce Semavi ve Yegâne Yaratıcı inancını benimsemiş olmalarını tesadüf ya da gelişi güzel bir tezahür olarak yorumlamamız mantık dışı olacaktır. Zira pek çok benzerlik söz konusudur ve bu benzerliklerin birbirleriyle olan bağıntıları tesadüf olarak açıklanamayacak kadar detaylıdır. Görülmektedir ki Türkler, M.ö. 1000li yıllardan çok daha önce bu inancı benimsemiş ve toplum nezdinde itibar etmiştir. Hz. Musa, İsa ve Muhammed (s.a.v.) dönemlerinden evvelki devirlere gittiğimizde karşımıza Semavi dinlerin ilk peygamberleri Hz. Nuh ve Hz. İbrahim çıkacaktır. Türklerin Hz. Nuh ve Hz. İbrahim ile münasebette bulunmaları ise pekte sıra dışı değildir. Zira Hz. Nuh M.ö. 2700lü yıllarda, Hz. İbrahim ise M.ö. 2000li yıllarda yaşamışlardır. Bilindiği üzere bu iki Büyük Peygamberin yaşadığı bölge bu tarihlerde Sümerliler medeniyetine ev sahipliği yapmaktaydı. Görülmektedir ki Tarihi Sümerlilere dayanan Asyalı Türkler, Hz. Nuh ve Hz. İbrahim dönemlerinde Semavi dinlerin temel kaidelerini benimsemişler, Sümerlilerin yıkılmasından sonra İç Asyaya göç ederek bu inancı 2500 yıl boyunca yaşamış ve muhafaza etmişlerdi. Bu noktada Türkleri özel ve benzersiz yapan husus Hz. İbrahim döneminden sonra semavi dinlerin kaidelerine inanan yegâne millet olmalarıdır.
Tengricilikte Cennet ve Cehennem İnancı
Türklerde kozmolojik anlayışı ise üçe ayırabiliriz. Yer, Gök ve Yer Altı. Gök, yaratıcının bulunduğu sonsuzluk, Yer insanoğlunun yaratıldığı ve yaşamasına izin verilen Dünya, Yer Altı ise kötü ruhların cezalandırıldığı, ateşler içinde ve karanlık kötü âlemdir. Tengricilik inancında İnsanlar doğduktan sonra yaşamlarını Tengrinin kurallarına uyarak ona ibadet ederek geçirir, öldüklerinde ise Tengrinin buyruklarına uymuşlar ve iyi birer insan olmuşlar ise mükâfatlandırılmak üzere Tengrinin katına yani Göklerdeki Uçmağa giderler. Eğer Tengri, kendisinden memnun olmazsa kötü ruhların gönderildiği Yerin Yedi Kat altında bulunan Erlikin yanına gönderilir. Görülmektedir ki Tengricilik inancında ölümden sonra hayat vardır ve iyi insanlar mükâfatlandırılmak için Uçmağa yani bugünkü tabiriyle Cennete, kötü insanlar ise Erlikin yani Şeytanın gönderildiği kötü ruhların karanlıklar âlemine yani Cehenneme gönderilirler.
Tengricilikteki Cehennem inancı Asya Türkleri için çok önemlidir ve toplum nezdinde ki kültürel yapıya derinden tesir etmiştir. Öldükten sonra başka bir âlemde başka bir boyutta yeniden dirileceğine inanan Asyalı Türkler mezarlarına çok önem verirler. Başlı başına bir mimari yapı olan Kurganlar Türklerdeki ölümden sonraki yaşam düşüncesini ortaya koyan en önemli bulgudur. Toplum nezdinde saygı gören bir kişi, kağan, asker ya da devlet adamı Kurgan olarak tabir ettiğimiz anıt mezarlarda defnedilirler. Yeniden dirildiğinde kendisine hizmet etmesi için yardımcıları, atı ve silahları da ölen kişi ile birlikte Kurganlara konulur ve gömülür.
Kurganlar, dönemin şartları gereği külfet gerektiren bir uygulama olduğundan daha çok Kağanlar, Şadlar, Vezirler ve büyük Askeri Komutanlar için yapılmıştır. Vefat eden kişi sıradan bir asker ya da halktan biriyse defin merasimi daha mütevazı şekilde gerçekleştirilir. Ölen kişi yaşadığı çadıra konulur ve değerli eşyaları yakılarak bedeninin üzerine serpiştirilir. Yemek dağıtılarak merasime katılanlara ikram edilir. Bu ikramlar ölümden sonra belirlenen günlerde birkaç kez daha tekrar edilir. Ölen kişinin yakın akrabaları ölünün etrafında feryat ederek ağlar, yüzlerini yaralayarak gözyaşlarıyla kanın karışmasını sağlar ve acılarını haykırırlar. Bu kültürel alışkanlığı günümüzde Cenaze merasimlerindeki ağıtlarda, feryat ve figan ile ağlama eylemlerinde açıkça görebiliriz. Cenaze sonrasında dağıtılan helva, ölen kişinin 7. ve 40. Günleri dağıtılan helva ve anmalar bu kültürel alışkanlıkların bir kalıntısı olarak günümüzde de devam ettirilmektedir.