SA'ADET:
Arapça, mutluluk, bahtiyarlık anlamına gelen bir kelime. Zıddı şekavettir, bedbahtlıktır. İlâhî nimetlere, feyzlere ve tevfika ulaşmak ve bu şekilde dünyada ve ahirette yüksek makamlara ermek demektir. Allah'a kulluk, saadet; isyan ise, şekavettir. Allah'ın rızasına nail olmuş kişiye, sa'îd, aksi durumdakine de şakî denir.
SA'AK:
Yıldırım düşmesi, şiddetli gürlemek, bayılıp kendinden geçmek ve helak olmak gibi çeşitli anlamları olan Arapça bir kelimedir. Kur'an-ı Kerimde, Hz. Musa'nın Tur-ı Sina'daki bayılışı konusunda geçer: "Musa, tayin ettiğimiz vakitte (Tur-ı Sina'ya) gelip de, Rabbi onunla konuşunca, 'Rabbim, bana (kendini) göster; Seni göreyim' dedi. (Rabbi) 'Sen, Beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak. Eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin! buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince, onu paramparça etti. Musa da baygın yere serildi. Kendine gelince dedi ki, 'Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Sana tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim" (Araf/143). Kâşânî, sa'akı, "Zât'a ait tecellî sebebiyle Hak'ta fani olmak" diye tarif eder. Sa'ak; bayılmak, aklın gitmesi ve fânî olmayı ifade eden bir terimdir. Bunun sebebi, hakikatlerin nurlarını mütâlâa etmektir. Sa'ak bir dehşet hâlidir; sekr ise, sâdık bir kulun kalbine, Allah'ın sırlarının tecellî etmesinden kaynaklanır, bu da, müşahede hâlinde olur. Salik manevî makamları kat ederken, Rabbânî nurları müşahede etmekten dolayı kendinden geçer, buna sa'ak denir. Her halükârda, sa'ak, psikolojik olarak sufînin yaşadığı, bir tür kendinden geçme hâlidir. Olay, bu yönüyle sübjektiftir. İşte bu şekilde sa'ak insana ve âleme zahir olan bütün tecellî nurları ve ilahî tecellî pırıltılarına denir. Bir görüşe göre de, sa'ak, bir anda aşığı yakıp kül eden aşk ateşi veya kıvılcımıdır.
SÂ'AT:
Saat, şimdi, zaman parçası, kıyamet gibi manaları ihtiva eden Arapça bir kelime. İki saat vardır. 1. Sâat-i kübrâ, 2. Sâat-ı suğra. ilâhî hakikatin zuhuruna, sâat-ı kübrâ (büyük saat) denir. Alemin her bir parçasının, umumî saatle bir araya gelen, kendine has bir saati vardır ki, buna da, sâat-i suğrâ (küçük saat) denir. Büyük saate, kıyamet de denir.
SABÂ:
Arapça, fiil olarak, âşık olmak, özlemek, meyletmek; isim olarak, Sabâ rüzgarı, seher rüzgarı, ferahlatıcı rüzgâr demektir. Bu rüzgarın, gül ve çeşitli çiçeklerin açmasını sağladığı, söylenir. Kâşânî'ye göre, ruhaniyete ait doğu cihetlerinden esen ve hayra vesile olan rahmanî nefhalar, rahmanî esintilerdir. Sabâ rüzgarının, Ümmet-i Muhammed için müjdeci bir anlamı vardır.
SABAH MEYDANI:
Mevlevî tâbiridir. Erbain çıkarmış veya kapıdan geçirilmiş dervişlerin sabahleyin toplandıkları yere, sabah meydanı denir. Burada dervişler, "işrâk Namazı"nın vaktini (güneş doğuşundan kırk beş dakika sonra) istiğfar, tefekkür ve Kur'ân okuyarak beklerlerdi. Aynı şey ikindi-akşam arasında da yapılırdı. Sabah namazı kılındıktan ve ism-i Celâl okunduktan sonra, başta Şeyh veya Aşçı Dede, Sultan Veled Postu'na, dedeler de kıdem sırasına göre, meydandaki postlara otururlardı. Herkes yerini aldıktan sonra, iç Meydancısı tarafından baklava şeklinde kesilmiş ve kızartılmış birer lokmalık ekmek parçaları, bir tepsi içinde dolaştırılır, ardından birer sade kahve sunulurdu. Bundan sonra topluca murakabeye varılırdı. Murakabe, Şeyh'in veya Aşçı Dede'nin "Nasr (izâ câe nasrullahi ve'l-feth) suresini okumasıyla sona erer, ardından şu gülbank okunarak herkes hücresine çekilirdi: "Sabah-ı şerîf hayrola, hayırlar fethola, serler def ola, ashâb-ı hayratın rûh-ı revanı handan u ve şad, kulûb-ı âşıkân küşâd, demler safâlar müzdâd, dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı Şems, kerem-i İmâm Ali, hû diyelim hû".
SABIK:
Arapça, önceki, geçen, anlamına ism-i fail. Sabık, hallere sahib kişiye denir. Bu durumdaki kişi, Allah'ın muradı karşısında, kendi isteğinden vazgeçmiştir. Sâbık'ın Allah'a heybet üzere ibadet ettiği, Rabbisini unutmadığı, belâlardan lezzet aldığı söylenir. Bu ise, sufînin halidir.
SABIKA:
Öne geçen, önceki manasında, Arapça bir kelime. Kâşânî bu terimi şöyle tarif eder: Kur'an-ı Kerim'de "inananlara Rableri katında yüksek makamlar bulunduğunu müjdele" (Yunus/2) âyetinde işaret edilen ezelî inayete 'sabıka' denir.
SABÎHU'L-VECH:
Arapça, parlak ve güzel yüzlü anlamında bir tamlama. Kâşânî, Allah'ın Cevvâd (çok cömert) ismine mazhar olan ve bunu kendinde gerçekleştiren kişiye, sabîhu'l-vech tâbirini kullanır. Camiu's- Sağîr'de bu konuda bir hadis zikrolonur: "Hayrı, güzel yüzlülerden isteyiniz".
SÂBİRİYYE:
Hoca Alâeddin Ali Ahmed Sâbir (ö. 690/1291) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu. Çiştiyye'nin kollarından biridir.
SABR:
Birini bir şeyden alıkoymak, hapsetmek, tutmak, dayanmak, sabretmek vs. gibi anlamları olan Arapça bir kelime. Başına gelen belalara, sıkıntılara dayanmaya sabır dendiği gibi, Allah'a ibâdette devam ve isyandan sürekli kaçmaya da sabır denir. Sabr, musibetle karşılaşıldığında, ilk anda olur. Sabır için çeşitli dereceler vardır: 1. Sonunda karşılaşacağı nimetleri düşünerek belâlara sabır etmek. 2. Allah'ın cezalandırmasından korkarak, günaha girmekten kaçınmaya sabretmek, 3. Tâat ve ibâdette nefse gelen ağırlığa sabretmek. Kur'ân-ı Kerim'de, kulun çeşitli dayanıklılık testlerine tâbi tutulduğunu gösteren pek çok ayet olup onlardan biri şudur: "Andolsun ki sizi biraz korku, açlık mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey! Hz. Muhammed a.s) Sen, sabredenleri müjdele"
(Bakara/155). Sabrın mukabilinin cez, olduğu söylenir. Sabır konusunda çeşitli atasözü ve deyimler vardır: Sabr-ı cemîl : Yusuf Suresinde Hz. Yakub(a)'un, hüzün ve şikayetini kullara değil, sadece Allah'a yapması, insanlara şikâyetlenmemesi şeklinde olan sabıra, sabr-ı cemîl, yani güzel sabır denir. Mutasavvıflar, belânın Allah'tan geldiğini, insanlara sızlanmanın, dertlenmenin, bir tür Allah'ı şikâyet mânâsına gelebileceğini söylerler. Râdıye ve mardıyye mertebelerinde irâdesini Allah'ın irâdesine teslim eden kulun, O'ndan gelen iyi, kötü her şeyi "el-hayru fimahtârahullâh" (Hayır, Allah'ın seçtiği şeydedir) espirisiyle değerlendirmesi gerekir. Sabreden derviş muradına ermiş : Burada derviş, hem fakir kimse, hem de sufî anlamına gelir. Her ikisi de sabrettiğinde, sonunda mutlaka hedefe ulaşacaklardır. Sabır acı, meyvesi tatlıdır : Bu atasözü, sabrın sonunda, mutlaka iyiliğe kavuşulacağına, ancak bunun için biraz sıkıntı çekilmesi gerektiğine işaret vardır. Nitekim âdetullah da böyledir. Önce zorluk ve sıkıntı (usr) sonra, kolaylık ve iyilik (yüsr). inşirah suresinde, bu husus, önemine binaen yinelenerek zikredilmiştir: "Muhakkak her zorlukla beraber bir kolaylık vardır, Muhakkak her zorlukla beraber bir kolaylık vardır" (inşirâh/4-5). Sabırla koruk helva olur, dut yaprağı atlas : Bu söz de, koruğun zamanla üzüm, dut yaprağının da kendisini yiyen ipek böceğinin karnında ipek haline dönüşeceğini bildirir. Sabırlı ol da, molla desinler : Mollalık, uzun yıllar ağır bir eğitim-öğretim sonucu elde edilir ve büyük bir sabır ister. Bu da sabırla okuyup ilim tahsil etmeyi öğütleyen bir atasözüdür. Sabrın sonu selâmettir : Bu söz, sabırla pek çok sıkıntıdan kurtulmanın mümkün olacağını ifade eder.
Sen adli zulüm sanma. Teslim ol oda yanma. Sabret sakın usanma. Mevlâ görelim n'eyler, N'eylerse güzel eyler. Deme şu niçin şöyle, Yerincedir ol öyle, Bak sonuna sabreyle, Mevlâ görelim n'eyler, N'eylerse güzel eyler. Erzurumlu İbrahim Hakkı
Sabır, ferdin toplum hayatında, uyum ve düzen açısından büyük önem arzeder. Zira her güzel ahlâkın başı sabırdır. Önemine binâen sabırdan türetilmiş çeşitli anlatımlar, Kur'ân-ı Kerim'de 103 yerde geçmektedir. Allah'ın güzel isimlerinden biri de es-Sabûr'dur. SABUHÎ: Sabahleyin yenilen veya içilen, erken sağılan süt, sabah içilen şarap gibi, anlamlan ihtiva eden Arapça bir kelime. Irakî, bu ifâdeyi sohbet anlamında kullanır.
Peymane-i hurşîd ile her subh ederiz ıyş, İsa ile peymânekeş-i bezm-i sabunuz. Ruhî
SADA:
Pas anlamına Arapça bir kelime. Nefsin kötülüklerinden meydana gelen karanlık ve maddî şekiller dolayısıyla, kalbin üzerinde oluşan ince perdeye denir. Bu perde, hakikatlerin kabulüne ve tecellî nurlarının alınmasına engel teşkil eder. Kâşânî, bu kirliliğin mahrumiyet derecesine ulaşmasında, "reyn" adını aldığını söyler.
SADAKA:
Arapça, Allah rızası için ihtiyaç sahiplerine verilen şeye sadaka denir. Kelime kök olarak sıdk, doğruluk, doğru olmaktan türemiştir. Sevap kazanma ümidiyle, fakire bir miktar aynî veya nakdî yardımda bulunma anlamıyla, dinî tarifi yapılır. Çoğulu sadakât'tır. Kamus-ı Osmanî'de şu tarif yer alır: "Sıdk ve ihlâs ile livechillâhi Teâlâ verilen para, şey ; mesûbâta sıdk-ı rağbeti izhar eylediği için, o yoldaki atiyyeye sadaka denmiştir." Velilerin alameti, çok cömert olmalarıdır.
SADÂKAT:
Arapça, doğruluk, sıdk demektir. Kalbin vefa, cefâ, verme (ata), vermeme (men') gibi, olumlu ve olumsuz her halde durumunu bozmaması, aynı halde kalmasına sadâkat denir.
SÂDE:
Arapça, efendiler demektir. Seyyid kelimesinin çoğuludur. Sevad-ı âzamin yönetimini elinde
tutanlara denir.
SÂDIKİYYE: Rüknüddin Muhammed Mansûr es-Sâdık tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.
SA'DİYYE:
Sa'düddin el-Cibâvî (ö. 736/1335) tarafından kurulan ve Rıfâiyye'nin Suriye kolu olan bir tasavvuf okulu.
SADR:
Arapça, göğüs anlamına gelen bir kelime. Ruh, kalbin bir mertebesi, Şerh-i sadr: 1. Hz. Peygamber (s)'in göğsünün yarılması olayı, 2. Gönlünde, ilâhî marifet pırıltıları zuhur eden sufînin durumu. Kalbin her türlü pislikten temizlenmesine, selâmet-i sadr denir. Burada pislikten kastedilen şey, Kur'ân ve Sünnete aykırı düşen, her türlü düşünce ve hâtıralardır.
SADRİYYE:
Sadreddin Konevî (ö. 672/1273) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu. Hâtimiyye'nin bir kolu.
SAFA-SAFVET:
Safa; safî olmak, bunanıksız duru olmak; safvet ise bir şeyin hâlisi, hayırlısı, iyisi anlamında iki Arapça kelimedirler. Safa, nefsânî özelliklerden arınmayı ifâde eder. Kâşânî, safvet-i "gayrılık pisliğinden arınmayı gerçekleştime" olarak tanımlar. Safânın üç mertebesinden bahsedilir: 1. Safâ-i İlim: Bu safa, Hz. Peygamber (s)'in yolunda gidenin sülûkunu süsler, sâliki Hz. Peygamber (s)'in edebiyle edeblendirir, 2. Safâ-i Hal: Bu safa ile hakikat şahitleri görülür, münâcât lezzeti tadılır ve cismânî âlemden geçilir, 3. Safâ-ı ittisal: Kulun kendinden fanî olarak, Hakk'ı görmesidir ki, bu durumda olan kul, kendi sıfat ve fiillerini, Allah'ın sıfat ve fiillerinde mahv ve ifna eder (yok eder). Cefâyı çekmeyen âşık, satanın kadrini bilmez. (Lâedrî)
SAFÂ-İ ZİHİN:
Arapça, düşünce arılığı, tefekkür temizliği demektir. Cürcanî bunu, "nefsin, sıkıntısız olarak gayeye ulaşmayı sağlayan kabiliyeti" şeklinde tanımlar. Riyazet ve mücâhede ile saflaşan zihin, bir takım ulvî ve manevî gerçekleri idrâk eder hâle gelir. Bu konuda Kur'ân-ı Kerim'deki şu âyet, dikkat çekicidir: "Uğrumuzda cihâd edenleri, elbette yollarımıza ileteceğiz. Allah iyi davrananlarla beraberdir" (Ankebût/69). Yine bir âyet: "Ey inananlar! Eğer takva üzere amel ederseniz, O, size iyi ile kötüyü ayırdetme kabiliyetini, yani furkanı bahşeder..." (Enfâl/29).
SAFA NAZAR-KEM NAZAR:
İyi bakış, kötü bakış anlamında iki ifâde. Kem, Farsça'da, kötü manasınadır. Temiz, garazsız, şehvetsiz bakışa safa nazar denir. Şeyhin, müridine himmet dolu, yetiştirici ve feyz verici olan bakışma da, safâ-nazar denir. Bu özelliği taşıyan velîlere, sâhip-nazar denir. Ve bu himmet bakışı ile, mürid çok kısa bir zamanda olgunluk kazanır. Meselâ, Hacı Bayram Velî, halifelerinden Şeyh Lütfulllah'ı, Ankara-Balıkesir yolculuğu gibi, iki haftalık kısa bir zaman içinde bu şekilde yetiştirmiştir. Ancak himmet nazarı, kabiliyetli dervişlere uygulanan, genel olmayan, son derece kısa yoldan bir adam yetiştirme yoludur.
Evliya safâ-nazar edeli gündenberi Hâsıl oldu Yunus'a her kim olasıdır. Yunus Emre
Kem-nazar da, kötülükle bakmayı ifâde eder. Kur'ân'daki "hâinete'l-a'yun" tamlaması, kem nazar anlamınadır: "Allah, kalplerdekini ve gözlerin hainliğini bilir" (Gafir/19).
SAFEVİYYE:
Şeyh Safiyyüddin Erdebilî (ö. 735/1334) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Sühreverdiyye'nin Erdebil kolu olduğu söylenir.
SAFFİYYE:
Saffa mensub anlamına Arapça bir kelime. Bunlar sufîlerdir. ilk safta namaz kılmaya rağbet etmelerinden dolayı, onlara bu isim verilmiştir.
SAFİYYULLAH:
Allah'ın saflaştırdığı arındırdığı anlamında Arapça bir terkip. Bu, Hz. Adem hakkında kullanılır.
SAF SECCADESİ:
Saf, Arapça yanyana düzgün bir şekilde dizilmekten meydana gelen sıraya denir. Cemâatle olan namazlarda, sadece bir kişinin üzerinde namaz kılabileceği kadar küçük, saffı düzgün tutmaya yarayan seccadelere, saf seccadesi denir. Bu seccadeler, dar ve uzundur.
SAĞAR:
Farsça, kadeh demektir. Gayb nurlarını görmeye ve mânâları idrak etmeye yarayan şeye, sağar denir. Bu, arif kişinin gönlüdür. Arifin gönlü, açıklamaya paralel olarak, mecazî anlamda humhâne, meygede ve meyhane olarak da isimlendirilmiştir. Murakabe kabiliyetini elde eden sufî, seher vaktinde, Mevlâsının nurundan zuhura gelen feyz okyanusu ile, manevî kalp kadehini (ki maddî kalp de, anatomik olarak bir kadehi andırır) doldurma çabasındadır; o kadeh ile, feyz deryasından yudum yudum içer ve manen mesafeler kateder.
Sâkıyâ meclise gel cismime gelsün canım. Ahdler, tevbeler, ol sâğare kurban olsun. Nedim
SAĞ ELİN VERDİĞİNİ SOL EL BİLMESİN:
Yapılan hayrın sırf Allah için yapılması gerektiğini ve bundan başka bir gaye güdülmemesi icâbettiğini bildiren bir atasözü. Yaptığın hayrı ve sana yapılan kötülüğü unut, esprisi içinde bu atasözü, aynı zamanda, yardım yapılanın kişiliğini korumayı hedeflemektedir. Ayet: "Sadakalarınızı, eza ve başa kakarak boşa çıkarmayınız: (Bakara/264). "Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır" (Bakara/271).
SAHAB:
Arapça, bulut anlamınadır. İlahî feyz, mukaddes feyz, kerem bulutu gibi anlamlar yüklenen bu kelime, rahmetin menbaı ve her şeye hayat veren suyun, yücelerden kopup geldiği bulut olarak da tanımlanır.
SAHABE:
Arapça, arkadaş manasınadır. Cürcânî sahabeyi şöyle tanımlar: "Her hangi bir şey rivayet etmese de, Hz. Peygamber (s)'i gören ve onunla sohbet eden kişiye denir. Hatta sohbetinde bulunmayıp sırf görse bile, o kişiye sahabe adı verilir denilmiştir". Bu tarif Hz. Peygamber (s) zamanında yaşamış, O'na arkadaşlık yapmış, iman üzere ölmüş şeklinde daha da genişletilir. Ebû Bekr el-Vâsıtî, mutasavvıfların diliyle ilk konuşan kişinin, sahabeden Hz. Ebû Bekir (r) olduğunu söyler.
SÂHİB:
Arapça, arkadaş, dost, bir şeyin mâliki anlamınadır. Tasavvuf ıstılahı olarak; sohbete iştirak eden, mürid, musâhib, ehl gibi mânâları vardır. Bu kelime ile ilgili bazı tâbirler şunlardır: Sâhib-Kırân: Kıran, iki kutlu veya kutsuz yıldızın, aynı dereceye gelmesidir. Kutsuz yıldızlar olan Zühal ve Mirrîh (Merih), aynı dereceye gelirse "kırân-ı nahseyn" yani iki uğursuz, kutsuz yıldızın bir araya gelmesi denir. İki uğurlu ve kutlu yıldızın bir araya gelmesine "kırân-ı sa'deyn" denir. Bu iki uğurlu yıldız Güneş ve Müşteri (jüpiter)'dir. Birincisi uğursuz bir vakit olarak, ikincisi de talihli, uğurlu bir vakit şeklinde değerlendirilir. Padişahın tahta çıkışı, eğer bu iki kutlu yıldızın bir araya gelme zamanına tesadüf ederse, o padişaha "Sâhib-Kırân" denilir. Bu, iki uğurlu ve kutlu yıldızın özelliğini taşıyor anlamına gelir. Sahib-Kıran ifadesi, kutub ve himmet eri anlamına da gelir. Sahib-i Kalp : Gönlündeki irfan sermayesini dile getiremeyen kişi demektir. Sahib-i Nazar : Bakış sahibi demektir. Müride, bakışıyla güç verecek ve onu yetiştirebilecek güce sahip mürşide, sahib-i nazar denir. Sahib-i Makam : Sâlikin manevî terakkî yolunda uğradığı makamda, bir süre kalıp, onun özelliğini kazanmasına denir. Sahib-i Tasarruf : iradesini Allah'ın iradesinde eritmiş olan olgun kişiler üzerinde, Allah'ın bir takım tasarruflarda bulunmasıdır ki, burada sufî gerçek mutasarrıf değildir, ancak meydana gelen tasarrufun âleti durumundadır. Allah'ın kendisine farz, nafile vb. gibi ibadetlerle yaklaşanlara tutan el, duyan kulak, gören göz, yürüyen ayak olması hadisi, (Buhari, Rikak, 38) bu espiriyi aydınlatır niteliktedir. "Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı" (Enfâl/17) âyet-i kerimesinde, yine aynı açıklamaya işaret vardır. Sâhib-i Zaman : Zamanın sahibi, o zamanın kutbudur. Bu tâbir, zamanın etkisinden kurtulmuş, geçmiş, gelecek düşüncesinden sıyrılmış, ân-ı vahidi yakalayan ve onu sürekli yaşayan kişidir. O, bu durumuyla zamanı aşmıştır. Zira Allah'ın vechinden başka her şey helak olacaktır. Bu bilince ulaşan arif, kendisinde ilk berzahın cem'iyyetini (toplanmasını) gerçekleştirmiştir. Zaman, sahibi zamanın, hal, fiil ve sıfatlarına zarf olduğu için o, zamanda ve mekanda tasarruf eder. imamiyye'ye göre sahib-i zaman "Mehdî"dir. Sâhib-i İşaret: Konuşması; marifet, remz, mecaz, nükte ve işaret ihtiva eden sufîye denir. Sâhib-i Basiret: İnce düşünce, ihatalı, geniş olarak tefekkür ve görüş gücüne sahip kişiye denir. Kuşeyrî, sahib-i basireti şöyle anlatır: Kralın biri, tebasından bir adamı kendine nedim edinir. Halbuki onun, zahirî olarak dikkat çeken hiç bir özelliği yoktur. Bu sebeple herkes hayret eder. Bir zaman gelir, kral ordusuyla birlikte sefere çıkar. Bir durak yerinde, kral, yüksek bir dağa uzun uzun bakar, sonra istirahata çekilir. Aradan fazla bir zaman geçmeden kralın nedimi, heybesinde bir top buz parçasıyla pâdişâhın huzuruna gelir ve sıcak mevsimde bu ikram hem makbule geçer, hem de tebâ hayretler içinde kalır. Kral, ona "o dağda buz
bulunduğunu nereden anladın?" diye sorar. Nedim "eğer bir kral, bir şeye uzun uzun dikkatle bakarsa, orada muhakkak bir şey vardır, demektir. Ben sizin o dağa uzun uzun baktığınızı görünce, orada bir şey vardır, diyerek atımla gittim ve orada size layık bu buzu buldum" karşılığını verir. Bu cevabı alan kral, etrafındaki tebâya dönerek" işte, bu ince basireti sebebiyle ben bu adamı kendime nedim edindim, ondaki bu basiret, maalesef sizde yok. Siz kendi başınızın çaresine bakmakla meşgul iken, o benim hallerimle meşgul, bu yüzden o bana sizden daha yakın" der. Sâhib-i İzin : Allah'ın, İslâm'ı koruma yeteneğini ruhuna yerleştirdiği velilere, sahib-i izin denir. Bunlara, aynı zamanda, sahib-i da'vet de, denir. İmam-ı Rabbânî, buna başat bir örnek teşkil eder. Bu tür velilerde el- emru bi'l, ma'rûf ve'n-nehyü ani'l-münker özelliği, baskın bir şahsiyet motifi olarak dikkat çeker.
SÂHİBİYYE: Sapık bir tasavvufî grub.
SÂHİLİYYE:
Sâhilü'l-Melekî nisbesi ile tanınan Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed Abdürrahman el- Ensarî (ö. 736/1535) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.
SAHK:
Bir şeyi un ufak etmek, ezmek anlamında Arapça bir kelime. Kahrın etkisiyle, kulun terkibinin (maddî özelliklerinin) ortadan kalkması. Kahhâr isminin tecellisi ile, kulun kendinden geçmesi. Mahk da, kavram olarak aynı manaya yakınlık arzeder. Şarkavî'nin ifâde ettiği gibi, kulun maddî yapısı, Hakk'ın rü'yetine engeldir, işte bu maddî yoğunluk giderse, yerine latîf cisim geçer ve bu şekilde kul, Allah'da bekayı görür, müşahede eder. Mahk, sahkdan sonra gelen, daha mükemmel bir haldir. Lüma'da da mahkın, sahkdan daha sür'atli ve daha mükemmel olduğu kaydedilir.
SAHRA: Lügatta çöl, sahra manasına gelen Arapça bir kelime. Ruhanî âlem.
SAHV:
Uykudan uyanmak, bulutsuz gün anlamlarında Arapça bir kelime. Cürcânî sahv'ı, kulun, yitirdiği hislerini tekrar kazanması şeklinde tanımlar. Bunun zıddı, sekr (sarhoşluk) halidir. Sekri Hak ile olanın, sahvi (uyanıklığı) de Hak ile olur. Sekri karışık olanın, sahvi de karışıktır. Hal olarak sahv ve sekr, zevk ve şürbden sonra gelir.
Bezminin mahrem-i bî huşı olan ehl-i huzur, İstemez neşvesini sahv ile etmek tağyir. Tokadîzâde Şekib
SÂİD:
Arapça dirsekten kola kadar olan yer (pazı) e denir. Kuvvet sıfatı, İlâhî kudret. "Teşmir-i sâideyn etmek" Teşmir-i sâideyn: Paçaları sıvamak, yani bir işe dört elle ve ciddiyetle sarılmak demektir.
SAÎDİYYE: Ebû Saîd b. Ebi'l-Hayr b. Fazlillahi'l-Meyhenî (ö. 440/1049) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.
SAKA-SAKÎ: Arapça, sucu demektir. Feyyâz-ı mutlak, sevgi ve feyzin kaynağı olan Allah, mürşid, gibi anlamları vardır. İçki meclisinde kadehlerle içki dağıtan kişiye saki denir.
SAKA POSTU: Mevlevî-hanelerde, Bektaşî tekkelerinde suculuk görevini yapanların oturdukları yere (daha doğrusu posta) verilen addır. Saka postu, mutfak kapısının yanıbaşında bulunurdu.
SAKA YERİ: Mevlevî tekkelerinde dervişliğe soyunmak isteyenler, mutfak kapısının yanındaki saka postunda, üç gün oturma tecrübesinden geçerdi. Bunu başarırsa hizmete girebilirdi. Bu post üzerinde, tarikata girecek kişi, diz üstü üç gün tefekkür ve murakabe ile meşgul olurdu.
SAKÎNÂME: Divan şâirlerinin sâkî ve şarabın övülmesi ve sâkîden şarap istenmesi konusunda yazdıkları manzumeler hakkında kullanılan bir tâbirdir.
Sakî tut elim ki, hasta hâlim Gam rehgüzerinde pâyimalim, Sensin, meni mübtelâya gamhâr, Senden özge dahi kimim var, Müşkil işe düşmüşem, meded kıl,
Mey-i Hızır ile belâmı red kıl. Fuzûlî SALA: Arapça. Ezandan önce, özellikle Cum'a günleri, Hz. Muhammed (s)'i övmek maksadıyla okunan na'at. Bu bir Mevlevi tâbiridir. Mevleviler davet anlamında kullanırlar. Sebebi çağırana göre değişirdi. Somatçılık (Sofracılık) görevi yapan derviş (can) "sala" diye bağırırsa bu "yemek hazır, buyurun" anlamına gelirdi. Kandilci olan derviş "sala" diye bağırsa, bu, "camiye, namaza buyurun" demekti. Zikir töreninin icra edildiği mukabele günleri, dış meydancı her kapıyı vurur ve "mukabele olacak, tennurenizi giyin, hazır olun" manasında olmak üzere "Destur tennureye, sala yahu" diye bağırırdı. Sala, Mevlevî-hânenin ortasında yüksek bir sesle bağırılırdı.
Mestân-ı harâbâbâda saladır ne dururlar, Zühhâda tegallüb idecek dem bu zamandır. Nef'î
Bu tâbir, meydan okuma manasında da kullanılmıştır. Bu cümleden olmak üzere, meydan okununca "benimle başa çıkacak kişi varsa, sala" denirdi.
SALÂH:
İstikamet, iyilik, uygunluk, doğruluk gibi anlamları ihtiva eden Arapça bir kelime. İbadetin devamıyla, kulun süveydâ-i kalbinde İlâhî nüktenin iyice yerleşmesi.
SALAHİYYE-İ HALVETİYYE:
Balıkesirli Abdullah Salâhaddin Efendi'nin kurduğu bir tasavvuf okulu. Halvetiyye'nin kollarından biri.
SALÂT-SALAVÂT:
Arapça, dua demektir. Hz. Peygamber (s)'e dua olmak üzere hazırlanmış olan ve bir kısmı bestelenen ibarelere salât denir. Delâil-i Hayrât'da, Süleyman Cezûlî'nin terkip ettiği salavat sayısı yüz yirmiden fazladır. Hz. Peygamber (s)'e dua etmek mü'minler üzerine bir vecibedir. Nitekim bu, şu âyette ifadesini bulur: "...Ey iman edenler Nebi üzerine salât (dua) ediniz... (Ahzâb/56).
SALÂT-I İSTİHARE:
İstihare namazı. Hakkında, hayır mı, şer mi diye şüpheye düşülen bir hususta, hayırlı olup olmadığını anlamak üzere, kılınan iki rek'at namazdır. Birinci rek'atta Fatihadan sonra "Kâfirun", ikinci rek'atta da "İhlâs" suresini okumak sünnettir. Namazın ardından, bir de okunacak özel, mesnun bir duası vardır.
SALA VERMEK :
Cuma günleri, namazdan önce minarelerde makamla okunan dua. Bir de, ölen kimseler için minarelerden sala vermek âdeti vardır ki, Anadolu'da oldukça yaygındır.
SALİH: Arapça, istikamet ve iyilik sahibi dürüst kimseye denir. Bu kelimenin mukabili müfsid'dir.
SÂLİHİYYE: ibn Muhammed es-Salih'e nisbet olunan bir tasavvuf okulu.
SALİK: Arapça, giren demektir. Manâ olgunluğunu elde etmek üzere, tasavvuf yoluna giren kişiye, sâlik denir.
SALSALE: Arapça, kuru şeylerin birbirine dokunarak ses çıkarması demektir. Bir çeşit azametle, ağacın gövdesinden tecellî yolu ile kâdiriyyet sıfatının ortaya çıkmasıdır. Bu da, kahredici heybet sıfatının ortaya çıkışlarından ibarettir. Bu tecellîye mazhar olan kulda, zil sesinin başlangıçları görülür.
SALTAKIY :
Salt tek, yalnız, mücerred anlamına gelen Türkçe bir kelimedir. Sarı Saltuk'un, adı, bu kelimeden türemiştir. Dünya işlerinden sıyrılmış anlamına gelir. Bunlar ehl-i tecriddirler. Saltakıy, iki yandan saçakları sarkan ve Kalenderîler tarafından giyilen elbisenin adıdır ki, yine bu Türkçe sözden, Farsça kuralı ile nisbet adı yapılmıştır.
SAMEDİYYET:
Arapça, herşeyin kendisine muhtaç olduğu, kendisinin de hiç bir şeye muhtaç olmadığını belirten bir kelime. Bu tâbiri, ilk defa kullananlardan biri olarak, Sühreverdi el-Maktûl gösterilmektedir. Ona göre samediyye, samedden türemiştir. O (yani Allah) yok olmayan Bakîdir. Yine bu kelimenin, doyurulmayan Dâim olduğu, ayrıca ihtiyaç halinde kendisine başvurulan ve bu durumuyla sürekli ihtiyaçların yöneldiği merkez olduğu söylenir. Herşeyin O'na ihtiyâcı var, O'nun hiç birşeye ihtiyâcı yoktur.
SAMT:
Arapça, susmayı ifâde eden bir kelime. Dilin âfetlerinden korunmak üzere, az konuşmak veya sükûtu tercih etmek, malayânî konuşmamak tasavvufta esastır. Zira, hatâ ve günahların çoğu dilden neş'et etmektedir. O halde ona ket vurmak gerek. Bir dile iki dudak verilmesi, onun zararlı faaaliyetini önlemek üzere çizilmiş ilâhî bir plandır. Sükût tefekküre yol açtığı sürece makbuldür. Eğer sükût masivâyı tefekküre sebep olursa makbul değildir.
SANCAK-I ŞERİF:
Hz. Muhammed (s) zamanında kullanılmış, Topkapı'da Mukaddes Emanetler bölümünde muhafaza edilen bayrak. İslâm'da bayrak, hicrî birinci senede kullanılmaya başlanmıştır. Hz. Peygamber (s), uzun bir mızrağa düz beyaz bir kumaş bağlayarak, ashabdan Ebû Mersed'e verip cihada göndermiştir. Hayber Gazvesi'nde bu bayrak siyah bayrakla değiştirilmişti.
SANCAK-I ŞERİF ŞEYHİ :
Seferde, Sancak-ı Şerif ile beraber bulunan sâdâttan olan zat hakkında bu tâbir kullanılır. Bunun yanında Sancak-ı Şerif altında bulunmak üzere bir kısım sâdât da sefere giderdi. Savaş sırasında Sancak-ı Şerif, altında bulunmak üzere, bir kısım sâdât da sefere giderdi. Savaş sırasında sancak-ı şerif yanında Serdar ve Sadrazam durur ve etrafında bulunan sâdât ve hafızlar sürekli Fetih Suresi'ni okurlardı.
SANCAK MUSHAFI : Sancak başlarına takılan küçük mushaflar hakkında kullanılan bir tâbir.
SANCAKTAR :
Sancak taşıyan kişiye denir. Aynı mânâda "alemdar" kelimesi de kullanılır. Tekkelerde bulunan sancakları korumakla ve tekke mensuplarının sancakla gittikleri zamanlarda, taşımakla görevli derviş hakkında kullanılan bir tâbirdir. Bu görev, tarikatta ilerlemiş kişilere verilirdi.
SANDUKA :
Türbelerde, mezarların üzerine tahtadan sandık şeklinde yapılan ve üstüne yeşil çuha örtülen yere denir.
SANDUKÇE :
Arapça, küçük sandık demektir. Sedef ve fildişi kakmalı olur, içine, Hz. Peygamber'in (s) sakalından bir veya birkaç kıl, "enâm-ı şerif" yahut Kur'ân-ı Kerim konurdu. Bu küçük sandıklar, bazen gümüş ve altın ile de kaplanırdı.
SANEM:
Arapça, put demektir. Çoğulu asnâm. Kulu, Allah'a vuslattan alıkoyan her şey puttur. En büyük put nefistir. Nefsin ilahlaştırılmasını gösteren şu âyet ilginçtir: "Ey Muhammed (s), nefsinin hevasını ilâh edineni görmedin mi?" (Câsiye/23). Ruhî hakikatlere de sanem denir. Sevgili, pîr anlamında da kullanılır.
SARIK:
Kavuk, börk, külah, fes ve emsali başlıklar üzerine sarılan tülbent veya şala verilen ad. Sosyal tabakalaşmaya göre, sarığın rengi ve biçimi farklı olur.
SARIKLI SİKKE:
Mevlevîlerin, sikke adı verilen başlıklarından "destarlı" olanlar hakkında kullanılan bir tâbirdir. Sarıklı olmayanlara, dal sikke denir. Sikkeye sarık sarma, Çelebi Efendi tarafından tekbirlendikten sonra gerçekleşebilirdi.
SASANİYYE : Suriye ve Anadolu'da bir esnaf tarikatı (XII-XVI. yüzyıl).
SATMAK :
Çocuğu doğup ölen ve bu yüzden çocuk sahibi olmakta zorlanan bazı Anadolu yörelerindeki aileler, satma denen bir yola başvururlardı. Kadın hâmile kalınca, bir türbeye gider, oradaki yatıra çocuğunu satardı. Bazı yerlerde bu muamelede, çocuk az bir paraya, bir koyuna satıldığı gibi, kadın sandukanın şebekesine bir iple bağlanırdı. Bundan sonra doğan çocuk ölmezse, erkekse adı Satılmış, kadınsa Satı olurdu. Bu âdetin köken olarak nerelere uzadığını tesbit etmek, ilmî bir çalışmaya muhtaçtır. Bazen doğan çocuğa o yatırın adı verilir, bazan da çocuk, kayaya ve ağaca satılırdı. Eskiden bir çocuğun kundak takımı vefa türbesine bir süre konulup orada bir hafta kalması âdeti yaygındı. SAUDlYYE: Sa'ûd b. Ebi'l-Aşayirî'l- Vâsiti'l-Bâdırînî (ö. 644/1246) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.
SA'ÛDlYYE: Ebu's-Sa'ûdî'l-Cârihî (ö. 933/1527) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.
SAVÂMl-l ZlKR: Arapça, zikir çekilen tekke, savmaa anlamında bir terkip. Bu, sufînin, dikkatini dağıtmadan bir noktada topladığı, kendisini tefrikadan koruduğu manevî yerler ve hallerdir.
SAVAŞ BÜYÜK SAVAŞ :
Hz. Peygamber (s) Tebük gazvesinden dönüşünde "küçük savaştan büyük savaşa döndük" demiştir. Ay, Ramazan ayı yani oruç ayı idi. O, bu şekilde oruca, yani nefisle mücadeleye büyük savaş adını vermişti. Savaşın büyüğü, bu şekilde, nefisle yapılan savaştır.
SAVİYYE-İ HALVETİYYE:
Seyyid Ahmed b. Muhammedi'l-Mâliki's-Sâvî (ö. 1241/1825) tarafından kurulmuş, Halvetiyye'nin Derdiriyye şubesinin bir kolu olan tarikat.
SAVM:
Arapça, oruç demektir. Samediyyet sıfatıyla sıfatlanmak üzere, beşerî olarak hoşa gitmeyen şeyleri yapmaktan sakınmak. Bu herkesin gücü yani orucu nisbetinde olur; neticede, o kişide Hak'ın tecellîleri zuhur eder. Bu tür kendini riyazete sokma, ömürde hiç olmazsa bir ay tecrübe edilmelidir. Aslında, bütün bir ömür boyu. bu mânâda oruç tutmak gerek.
SAVL-SAVLET:
Arapça, hamle ve hücumu ifade eden bir kelime. Haller sebebiyle mürid ve mutavassıtların, kendi durumunda olanlara, sözlü sataşmada bulunmaları. Bu zemmolunmuştur. Kişinin kendinden üstüne dil uzatması küstahlık, altında bulunana konuşması tamamen ma'rifetten ibarettir. Kendisi gibi olana dil uzatması ise. sû-i edebdir. Sâdıklar sükûn azlığı sebebiyle, Allah tarafından, Allah'tan gayri şeye savlet eder. Peygamber Efendimiz (s) şöyle der: "Allahım! Seninle saldırır, Seninle hücum ederim." Savlet, tesir mânâsına da gelir. Meselâ, şu ibarede bunu görürüz. "Cüneyd"in sözlerinde bâtıl sözlerde bulunmayan bir savlet (tesir) vardır". "Batılın savleti (tesiri) olur, devleti olmaz". "Nice söz vardır ki savidan (saldırı) daha etkilidir".
SAVMA'A:
Arapça, ibadethane anlamında bir kelime. Islâmın erken dönemlerinde, zaviyelere, savma'a denirdi. Hristiyan mistikleri de, uzlete çekildikleri yerlere savma'a adı verirlerdi. Hristiyanların savma'asına, manastır adı da verilir. Bu gibi yerler, tefekküre engel teşkil edecek, toplumsal hareketliliğin canlı olduğu yerlerden uzaklarda, dağ başlarında, ıssız yerlerde kurulurdu. Kâşânî, savma'ayı, zikir ehlini, zikrettiğine yaklaştıracak yerler olarak tanımlar. Ruh yok savmaanın pîr-i aba pusunda, Hal var meygedenin rind-i kadeh nûşunda. Nailî-i Kadîm
SAVT:
Arapça, ses manasına gelmekte birlikte, günümüzde, kullanım olarak rey, oy manasına da gelir. Dindarlıkla birlikte güzel sesin, kalbinde Allah sevgisi bulunanlarda olduğu, ve güzel sesin bir Allah vergisi bulunduğu kaydedilir. Muhasibi, şu üç şeyin önemli olduğunu vurgular: Dindarlıkla birlikte güzel ses (yani hem islâm'ı takva üzere yaşacak, hem de güzel ses sahibi olacak, bu şekilde, sesini İslâm'a aykırı yerlerde kullanmayacak), namuslu olmakla birlikte güzel bir yüz, vefalı olmak kaydıyla güzel bir kardeşlik.
SAYD: Arapça, av demektir. Tasavvufta, kulu, Allah'a çeken cezbe ve hicran makamı olarak tanımlanır.
SAYE:
Farsça, gölge anlamında bir kelime. Mecazen lütuf ve ihsan anlamına gelir. Erbab-ı tasavvuf, başarılı olduğu bir işi anlatırken, kendi varlığını ortadan kaldırmak için, "Rabbimin sayesinde", "sâye-i erenlerde", "pîr sayesinde" gibi ifâdeler kullanırlar. Eskiden "sâye-i şahanede" diye bir kullanım daha vardı ki bu, padişahlara lâyık gölgede, padişahın lütuf ve ihsânıyla anlamında olarak, padişaha yakın kişilere söylenirdi. Gölge, hakikatin gölgesi olarak değerlendirilir ki, bu da, öze göre kışr (kabuk) demektir. İmam-ı Rabbanî'ye göre bu âlem, sıfatların gölgesinin tecellîsidir, halbuki M. İbn Arabî'ye göre bu âlem, doğrudan sıfatların tecellî yeri durumundadır.
SAYYÂDİYYE:
Ahmed izzeddin Sayyâd (508/1114-620/1223) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Rifâiyye'nin kollarından biridir.
SEB'A ŞEYHLİĞİ:
Seb'a, Arapça'da yedi (7) demektir. Esnaf teşkilatı reislerinden birine bu ad verilirdi. Ahî teşkilâtında yedinci mertebeyi elde edenlere, "şeyh" unvanı verildiği için, esnaf teşkilâtında da kullanılmıştır. Fütüvvetnâme'ye göre, Ahi halife gibidir. Şeyhin kaimmakamıdır, ama seccade sahibi değildir, ahi ve halifenin üzerinde şeyh bulunur. Seb'a şeyhliği hem İstanbul'da, hem de Anadolu'da bulunmaktaydı.
Çırak çıkarılırken yapılan merasim, hep şeyhin huzurunda icra edilirdi. Yakın zamanlarda Seb'a şeyhinin görevi, hacca giden esnafı uğurlamak ve karşılamaktan ibaret kalmıştı. Daha sonra bunların yerini kethüdalar ve yiğitbaşılar almıştır.
SEB'ATU EBHUR:
Yedi deniz manasına Arapça bir ifâde. Tasavvuf yoluna girenlerin takip ettikleri yedi meşreb, yedi yol: Sekr, vecd, berk, hayret, şuhûd, nûr-ı kurb, velâyet-i vücûd.
SEBEB: Arapça, vasıta, araç demektir. Kul ile Allah arasındaki vasıtaya denir. Tasavvuf erbabı için sebep değil, onu yaratan müsebbib yani Allah büyük önem arzeder. Sufiler kendilerini sebeple değil, sebebin Yaratıcısı ile meşgul ederler. Allah, Müsebbibu'l-Esbab'tır, yani sebepleri yaratandır. Sufiler, bu maddî âlemde sebeplere yapışmakta bir mahzur görmezler. Çünkü sebeplere yapışmak, bir Allah emridir.
Hak tecelli eyleyince her işi asan eder, Halk eder esbabını bir lahzada ihsan eder. La-edri
SEBHA:
Kırlık, çorak yer, gübre vs. gibi anlamları olan Arapça bir kelime. Allah'ın yarattığı mahlukatındaki karanlığa denir. Allah, bu karanlığa nurundan saçmış, bu nurun değdiği kimseler hidayete ermiş, aksi durumda olanlar sapıklıkta kalmıştır.
SEBİL:
Arapça, yol anlamına gelir. Hayır ve sevab ümidi ile parasız su dağıtılan, etrafı parmaklıklı ve çoğunlukla kubbe ile örtülü olan binalara, sebil veya sebilhane denir. Susuzluktan kavrulan ciğerleri ferahlandırmak, serinletmek konusundaki teşvik edici hadis-i şerifler, İslam dünyasında, bu sosyal yardıma yönelik müessesenin kurulmasına sebep olmuştur.
Kanalların izi yok, köprüler harap olmuş, Sebiller kurumuş, çeşmeler serap olmuş. Mehmet Akif Ersoy
SEB'İNİYYE:
Filozof ibn Seb'in (ö. 669/1270) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu. Cüneydiyye'nin kollarından biri.
SEBSEBİYYE:
Şeyh Süleyman Sebsebi tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Rifaiyye tarikatı şubelerinden biri.
SEBTİYYE:
Ebu'l-Abbas Ahmed b. Ca'feri's-Sebtî (ö. 601/1205) tarafından kurulmuş, Medyeniyye'nin kollarından bir tasavvuf okulu. (vahdet) şarabının kadehi, mutlak feyz kaynağına da, bu isim verilir.
es-SEB'U'L-MESANl:
Arapça, yedi çiftler demektir. Fatiha suresinin bir başka adı. Ayn ve ilim mertebelerindeki yedi çeşit zuhuru bakımından Hakk'ın zatı.
SEBZİ:
Farsça, yeşillik demektir. Sebz yeşil anlamına. Hakiki vahdetle birleşen mutlak kemal. SECCADE: Arapça, namaz kılmaya mahsus dikdörtgen şeklinde küçük boyutlu halı. Şeriat, tarikat ve hakikati gösterir. Bu üçünü tam olarak gerçekleştiren dervişe, seccade denir. Gerçekleştiremeyen dervişe de, mecazen seccade denir. Hafnî, bu kelimenin Farsça seh (üç) cadde (yol) kelimelerinin Arapçalaşmasından oluştuğunu söyler. Hazret-i Peygamber (s)'in sünnetine de seccade denilir. Hz. Aişe (r), Hz. Peygamber (s) için, gece namaz kılsın diye, hasırdan bir seccade ördüğünü söyler. Erken dönem sufileri, ribatlarda toplandıkları sırada, bu sünneti uygulamak üzere seccade kullanırlardı. Seccade şeyhi: Seccade-nişin, post- nişin anlamında kullanılan bir sözdür.
SECCADE-NlŞİN:
Farsça iki kelime olup, seccadede oturan demektir. Şeyhler hakkında kullanılan bir tabir. Bu manada olmak üzere, şeyhe post-nişin (postta oturan) de denir. Şeyhler, tekkelerde seccade veya post üzerinde oturdukları için, bu adla anılmışlardır.
SECDE:
Arapça, secde etmek, Allah'ı tazim için, yüzü yere koymak anlamını ifade eden bir kelime. Mukaddes zatın sürekli zuhuru ile, beşerî özelliklerin silinip yok olması, iki türlü secdeden söz edilir: 1) Küllî
secde: Kul, âlemin tamamı olması bakımından secde ederse buna külli secde denir. 2) ihtisas secdesi-kalb secdesi: Kul, kendisini Hak'a bağlayan özel bir yönden secde ederse, buna da ihtisas veya kalb secdesi denir, ilkinde. Allah kuluna her dil ile seslenirken, ikincisinde, özel bir dille seslenir.
SECDE-İ KALB:
Arapça, kalbin secdesi demektir. Kaşanî bu tabiri şöyle açıklar: Şühud sırasında Hak'ta fani olmaktır. O bu halde vücud uzuvlarını kullanamaz.
SECDE-İ ŞÜKÜR:
Arapça, şükür secdesi anlamına bir ifade. Mevleviler, namaz kıldıktan sonra, namaz kılma nimetine muvvaffak kılması sebebiyle, Allah'a teşekkür için, şükür secdesi yaparlardı.
SECDESİZ NAMAZ:
Cenaze namazı için kullanılan bir tâbir. Bilindiği gibi, cenaze namazında rükû ve secde yoktur.
SEFEH:
Arapça, sefihlik, ahlaksızlık gibi manaları ihtiva eder. İslam'ın veya aklın aksine bir iş yapmak.
SEFER:
Arapça, yolculuk demektir. Cürcanî ve Kaşanî, zikir vasıtasıyla sufînin Allah'a doğru yolculuk yapmasına, sefer derler. Dört türlü sefer vardır: 1) Seyr ilallah (Allah'a doğru yolculuk), 2) Seyr fillâh (Allah'ta seyr), 3) Seyr Billâh (Allah ile seyretmek) 4) Seyr anillah (Allah'tan seyr). Sufîler, Allah'ın yeryüzündeki âyetlerine nazar için, ayrıca, çile çekmek ve diğer şeyhlerle görüşmek maksadıyla uzun yolculuklara çıkarlardı. Zamanla sefer, içte yapılmak üzere yorumlanmıştır. Kişinin, kendi iç dünyasında yaptığı bu sefere, sefer-der-vatan demişlerdir. Bu şekilde sefer: manâ âlemine gidiş, kötü huylardan iyi huylara hicret etme gibi anlamları içerir.
SEFER-DER-VATAN:
Arapça ve Farsça'dan oluşan bir sözcük. Vatanda yolculuk yapmak demektir. Bu bir Nakşbendîyye tâbiridir. Sâlikin, fena huylardan iyi huylara yönelmesi: beşerî sıfatlardan, melekî sıfatlara ulaşması demektir. Maddî yolculuk ile, bir kimsenin kötü huylarını bırakması mümkün değildir. Mühim olan, iç dünyada yolculuktur. Ancak Nakşî şeyhleri, bir mürşid bulana kadar maddî mânâda sefer yapılmasını tavsiye ederek, irşad ediciyi bulduktan sonra, onun terbiyesinde ikâmet etmekle, kötü huylardan iyi huylara yönelmenin önemini vurgulamışlardır.
SEFER GÜLBANGİ:
Mevlevî tâbiridir. Dedeler ve muhiblerden birinin, Konya'ya veya Hac amacıyla, Mekke'ye gitmesi sırasında okunan gülbanktir. Derviş, yola çıkarken, dede ve diğer dervişler (canlar) kendisiyle musafaha yapar, daha sonra Dede Efendi dua ederdi.
SEHÂ:
Arapça, cömertlik demektir. Sehâ, Allah'ın sıfatlarındandır. Allah, mutlak olarak kerimdir. Cüneyd, cömerdi, seni vesileye muhtaç bırakmayandır, diye tanımlar.
SEHER:
Arapça, gece uykusuz kalmak, uyumamak demektir. Orta harfi "he" dir. Zariyat/18'de, Allah şöyle buyurur: "Onlar gecenin son vakitlerinde (tan yeri ağarmadan önce) istiğfar ederler". Bu âyete, başta Hz. Peygamber (s) olmak üzere sûfiler, büyük önem vermişler; seher vaktini namaz, zikir, kıraat, fikir ve murakabe ile değerlendirmişlerdir. Bu konuda çeşitli hadisler de, mevcuttur: "Allah, gecenin son üçte birinde yer yüzü semasına iner". Gecenin son bölümünü uykusuz geçirenlere, seherî denir. Seherlerde (gecenin sonlarında) hal erbabı için mahv, gözyaşı, niyaz, tazarru', sızlanma, feryâd, ateş, ölüm, yokluk, hiçlik, yüceliş, oluş, eriş, titreyen dudaklar, ibadetten şişen ayaklar, kırpmayan gözler, yılmak bilmez ısrarlı talepler, zevkler ve sancılar vardır. Seher vakti, imsaktan yaklaşık üç saat önce başlar.
SEHER DUASI:
Arapça, seher gecenin sonuna denir. Orta harfi "he" değil "ha"dır. Seher vakti, duaların kabul olduğu özel zaman dilimlerinden biridir.Bu sebeple seher vakti, sufîler dua ve niyaza ağırlık verirler. Seher vaktini uyanık olarak ihya edenlere "seherî" denir.
SEHLİYYE: Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (ö. 283/896) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.
SEKİL:
Bektaşî tabiridir. Beştaşîlerin boyunlarına astıkları taşa, sekil adı verilir. Bu taş, şeriattan bir taş koparan, yani İslam'a aykırı davranışta bulunanlara asılırdı. Bektaşîler bunu şu espiri ile açıklarlar: Hz. Musa, bir taşa elbiselerini kor ve nehire yıkanmak üzere dalar. Ancak taş, Hz. Musa çıkmadan yuvarlanıp kaçmaya başlar. Bu durumu gören peygamber, hemen onun ardına düşer, onu yakalayıp asasıyla on iki yerinden vurur. Taş dile gelir ve "ey Musa, ben Allah'tan aldığım emirle kaçtım. Yahudiler, Hz. Musa hastalıklıdır diye senin hakkında dedikodu yapıyorlardı. Sen benim ardımdan çıplak olarak koşunca, onlar, senin vücudunda
bozukluk bulunmadığını, sağlıklı olduğunu gördüler" der. Bunun üzerine Hz. Musa özür dilerse de, taş, bu özrü bir şartla kabul edeceğini söyler: "Üzerimdeki deliklerin birinden ip geçirmek suretiyle boynuna tak". Hz. Musa bunu kabul eder ve o taşı boynuna takarak taşır. İşte bu espiriden hareketle, Bektaşîler boyunlarına sekil takarlar. Bu olayın, Ahzab/69'la bağlantısı olduğu söylenir.
SEKİNET:
Sekinet; vakar, iç huzuru anlamında Arapça bir kelime. "O, imanları artsın diye, mü'minlerin kalbine sekineti indirendir" (Feth/4) âyetinde bu terime işaret vardır. Gaybm gelişinde meydana çıkan huzur hali. Nebi ve velilerin kalbine inen sekinet, nur, kuvvet ve ruhtan teşekkül eder ve mahzun kalbi teselli eder.
SEKİZLER:
Gayb erenlerinden, veliler hiyerarşisi içinde yer alan sekiz evliya. Bunlara, kahır ve kuvvet ricali denir. Şiddetli ve hiddetli özelliğe sahiptirler, himmetleri etkilidir. Yöneldikleri ruhları etkileri altına alırlar, tasarruf etme güçleriyle tanınırlar. Bunlara hürmet edilmekle birlikte, yakınlarında da fazla bulunmaktan sakınmak gerekir, denilir.
SEKR:
Arapça, sarhoşluk demektir. Kalbe gelen varidin etkisiyle, sâlikin ihsastan sıyrılıp, gaybete düşmesidir. Zıddı, ayıklığı ifade eden sahv hâlidir. Sekr mükemmel olmaz da, hisler tam kaybolmazsa, bu sâlik, mütesâkirdir. İki türlü sekr vardır: Sekr-i tabiî, sekr-i İlâhî. Sekr durumundaki kişinin, şeriata aykırı sözlerine itibar olunmaz, zira o, sekr durumunda, akıl tavrından ayrılmıştır, üzerindeki varidin etkisi ve yönetimi altındadır. Bu durumdaki dayanaksız sözlere, dikişsiz şatahat veya doğrudan şatahat denir.
Benim sekrim ikidir, halk-ı âlemde bir olur sekr, Bana mahsus bir halettir bu hâle yüzbin şükr. Lâ-edrî
SELÂM:
Arapça, barış, esenlik, selâmet gibi anlamları olan bir kelimedir. Cürcanî, bu konuda şöyle der: "Nefsin, dünya ve âhirette, hiç bir sıkıntıya uğramaması, iki âlemde mes'ûd ve rahat olması". Mevleviler, dört devreli âyinin devreleri arasındaki fasılalara, selâm derler.
SELÂM BAŞI:
Mevlevi tâbiridir. Mevlevi âyinleri dört selâm, yani dört fasıldan ibarettir. Bir faslın bitmesine, "selâm başı" denir. Dördüncü selamdan sonra şeyh, postundan bir kaç adım yürüyerek hırkası ile, yani kollarını açmadan sema ederdi. Ayrıca, beşinci bir selâm daha vardı ki, şeyh neşelenir ve meydancı ile mutrib heyetine niyaz gönderirdi. Bunun üzerine;
Şem-i ruhuma cismimi pervane düşürdüm. Hayfâ dilimi âteş-i sûzana düşürdüm. Bir katra iken kendimi ummana düşürdüm. Ta'dâdedemem derd-i derûnum elemim var. Mevlâyı seversen beni söyletme gamım var.
parçaları söylenmeye başlardı. Buna da "şem'i okutmak" denilirdi.
SELÂMET:
Arapça, esenlik, huzur, barış mânâlarına gelir. Emniyet makamı: "Oraya, emniyetli olarak selâm ile giriniz" (Hicr/46) âyeti, buna işaret eder. Dünyevî huzur ve refah, selâmet , terk-i selâmettir. Nefsin selâmeti, ise ona uymamaktır. Konu ile ilgili bazı deyişler: "Selamet kenardadır (yani yalnızlıkladır)," "selâmet birliktedir" "selâmet susmaktadır".
SELAMET VAHDETTEDİR:
Kurtuluş, huzur birliktedir anlamında, Arapça bir ifâde. Bunun iki anlamı vardır: 1) Huzur, birliğe ermektedir. Her şeyde bir olan. kendisinden başka gerçek varlık bulunmayan Allah'ın gücünü, hikmetini, takdirini yaptıklarını görmekte ve bu birlikte, kendi geçici varlığını yok etmektedir; bunu bilen, bilgisini görüş (müşahede), görüşünü de oluş haline getiren kişi esenliktedir. 2) insan yalnızlığı seçti, tek kaldı mı, ne itirazı kalır, ne dedikodu dinler, ne kimse ile uğraşır, ne de kimse onunla meşgul olur, böylece esenliğe ulaşır.
SELÂMlYYE:
Kurucusu Selâmı Ali Efendi'dir. Celvetiyye şubelerinden birinin adıdır. Sa'diyye'nin kollarından biri de, bu adla anılmaktadır.
SELAM SECDESİ:
Saygı maksadıyla, şer'î ölçüler içinde yere kapanma. Allah'tan başkasına yapılan bu secdelere, Kur'ândan örnekler şunlardır: 1. Meleklerin Allah'ın emri üzerine Hz, Adem'e secde etmesi
(Bakara/34). 2. Hz. Yakub'un eşi ve onbir çocuğu ile birlikte Hz. Yusuf'a secde etmeleri (Yusuf/100). Selâm secdesine, secde-i tahiyye de denir. Mevlevî şeyhleri ve dervişleri, baş keserek birbirine secde ederlerdi.
SELÂTİN ŞEYHLİĞİ:
Selâtîn, Arapça bir kelime olup "Sultan"ın çoğuludur. Cuma günleri, namazdan sonra yapılan va'z görevine denir. Bunun yerine, "kürsü şeyhliği" ve "Cuma vaizliği" tâbirleri de kullanılmıştır. Minberde, hatibin okuduğu Arapça hutbeyi açıklamak üzere, bu görev ihdas olunmuştur. H. 1139/1726 yılından itibaren, "selâtin şeyhliği" diye anılmaya başlanan bu görev, önem arzederdi.
SELEFİYYE:
Selef, öncekiler anlamına Arapça bir kelime. Bunun yerine, "eseriyye" tâbiri de kullanılır. Sahabe ve tabiîn mezhebinde bulunan fakihler ve muhaddislere, selefiyye denir. Selefiyye'nin yolu, Kur'ân yoludur.
SELMAN:
Sahabe-i Kiram'dan Hz. Selmân-ı Farisî ibn İslâm (r) için kısaca "Selmân" da denilir. Bazı sûfiyye tarikatlarında, dervişler, nefsi aşağılamak üzere, ellerinde keşkül (bir çeşit tabağı andırır kâse) ile halktan bir şeyler toplamaya giderlerdi ki buna "Selman'a çıkmak", "Selmân etmek" tâbiri kullanılırdı. Berberlikle meşgul olanlara da "Selmânî" denir. Selmân-ı Farîsî (r)'nin, Hz. Peygamber (s)'in berberliğini yaptığı rivayet edilir. Ahîlik geleneğinde, berber esnafının pîri olarak, Selmân-ı Farîsî (r) kabul edilmiştir. Eskiden berber dükkanlarında, bunu belirten şöyle bir levhanın asıldığını görüyoruz:
Her seherde Besmeleyle açılır dükkânımız, Hazret-i Selmân-ı Pâk'dir, pirimiz, üstadımız. Hz. Peygamber (s)'in onun için "iman, Süreyya yıldızında bile olsa, Selmân-ı Farisî ona ulaşır" dediği rivayet olunur.
SELMÂNÎ:
Bektaşî tâbiridir. Niyaz kabul eden derviş hakkında kullanılır. Selmân-ı Farisî (r)'ye nisbetle bu ad verilmiştir. Canlar, mürşidin izniyle ellerinde keşkül, "şey'en lillah" diyerek yardım kabul ederler buna da "Selmânîliğe çıkmak" denirdi. Kabahat işleyen sufîlerin de, Selmânîliğe çıktığı görülürdü. Bunlar deriden elbise giyerler. Allah rızası için, "Kerbâla aşkına" su dağıtırlardı. Halktan bir şey isteyerek nefis eğitimi yaptırmak başta Nakşîlik, Halvetîlik ve Kadirîlik olmak üzere, çoğu tasavvuf okullarında görülmeyen uygulamadır. Bu uygulama istisnaîdir.
SEM':
Arapça, işitmeyi ifade eden bir kelime. Hakk'ın, ilimlerin ifâdesi yolu ile tecellîsinden ibarettir. Zira Allah, işittiği her şeyi, işitmeden de, işittikten sonra da bilir. Bilineni Allah'ın bilmesi de, böyledir. O, kendi nefsinde tam kemâl sahibidir, böylece o, nefsindeki kendi kelamını da işitir.
SEMÂ':
Arapça, dinleme, işitme, anlamına bir kelime. Dinlenen ilahinin veya bir müziğin etkisiyle coşup dönme. Semâ'ın pek çok çeşidi vardır. Genel anlamıyla semâ, Hak'tan gelen ve insanları Hakk'a çağıran bir mesajdır. Onu iyi niyetle dinleyen, hedefine ulaşır. Sesin etkisini dile getiren bazı hadisler, semâ konusunda serdedilir: "Kur'ân-ı Kerim'i seslerinizle güzelleşiriniz, zira güzel ses, Kur'an-ı Kerim'i güzelleştirir", "her şeyin bir süsü vardır, Kur'ân-ı Kerim'in süsü, güzel sestir". (Buharî, Tevhîd. 52). Dakkâk, semâ'nın nefislerini terbiye etmemiş olmaları münasebetiyle avam tabakasına haram; mücâhede ile uğraşan zâhidler için mubah; (sufî) arkadaşlarının manevî hayatı elde etmeleri sebebiyle onlara müstehab olduğunu savunur. Cüneyd de semâ'ı, kalbi Allah'a çeken bir vârid, olarak değerlendirir. Semâ, zaman, mekân ve hallere bağlı olarak vuku bulur, denilmiştir. Şiblî, "semâ'ın dışı fitne, içi ibrettir. işaretten anlayan kişiye, ibretin istimâ'ı helâl olur" demiştir, ilk zamanlar, dinlenen gazelin etkisiyle, bir kurala bağlı olmaksızın kalkıp dönülmesi söz konusu iken, sonradan bu, şeklî bazı kaidelerle düzen altına alınmıştır. Mevlevîlerdeki gibi.
SEMÂ'A GİRMEK:
Mevlevîlikte, ayakta yapılan deverana iştirak etmek için kullanılan bir tâbirdir. Alem-i ma'nî ki hurşîd-i cihanârâ gibi, Devreder girmiş, semâ'a anda ruh-ı mevlevî. Nef'î
SEMÂ ÇIKARMAK:
Mevlevîlik tâbiri. Semazenbaşı, yeni dervişe (can) nasıl semâ yapılacağını öğretir ki, buna semâ çıkartmak denir. Semâ'a, meşk tahtası denilen ve ortasında çivi bulunan dört köşe bir tahta üzerinde başlanırdı.
SEMÂ DEDESİ:
Yeni müridlere semâ'ı öğretecek tecrübeli, kıdemli kişiye, "semâ dedesi" denirdi. Semâ dedesi, semâ öğretmeniydi.
SEMAHANE:
Semâ yapılan yere semahane denir. Burası daire şeklindedir. Döşemesi, ayağı incitmeyecek düz tahtalarla döşelidir. Semâ'ı izlemek üzere gelen seyircilere mahsus (züvvâr), parmaklıkla ayrılmış bir yer vardı. Bu kısım semahaneden ayrıdır. Semahaneye girilen kapının tam karşısında, ziyaretçilere ait yerin sonunda, mihrab vardır. Sol kısımda, türbe bulunur ve burası duvarla ayrılmamıştır. Çok defa, mihrab istikâmetinin sağında minber, asıl semahanenin sağ tarafında Mesnevî'nin şerh edilip anlatıldığı bir kürsü bulunur. SEMAHAT: Yumuşak olmak, cömert davranmak anlamlarını içeren Arapça bir kelime. Cürcanî bunu, üzerine farz olmadığı halde, başkaları için bol bol harcamak, vermek şeklinde, tanımlar.
SEMÂ-I RÂH:
Mevlevi tâbiridir. Kelime Farsça'da yol semâ'ı demektir. Yolda yapılan semâ'a denir. Mevlana, Konya'da Varakçılar Çarşısı'ndan geçerken, Selahaddin Zerkub'un ardarda inen çekicinin sesinden etkilenip yol ortasında semâ'a başlamıştı. Bayram namazından dönen veya piknik yapmaya giden Mevlevî dervişler, yol ortalarında semâ yaparlardı. Gören sanır ki, safhadan semâ-ı râh ederim. Döner döner bakarım kûy-ı yâre âh iderim. Esrar Dede
SEMA' MEŞKİ:
Meşk; örnek, iyi yazı anlamında Arapça bir kelime. Ders, musikide bir parçayı öğretmek, örnek bir yazı alıp ona bakıp aynısını yazmaya çalışmak, yani örneği taklid yolu ile öğrenmek mânâlarına gelir. Mevlevîliğe yeni giren (nevniyâz)'in, semâ öğrenmek üzere çalışmasına, semâ meşki denir. Meşk, semâ tahtası denilen çivili bir tahta üzerinde yapılırdı. SEMANİYYE-İ HALVETİYYE: Bekriyye-i Halvetiyye kollarından biri. Kurucusu Şeyh Muhammed b. Abdülkerim el-Medenî es-Semânî (1132/1775- 1189/1775)'dir.
SEMA TAHTASI :
Mevlevîlikte yeni dervişlerin, semâ'ı meşkettikleri, ortasında çivi bulunan, dört köşe, ceviz veya ıhlamur ağacından bir tahta.
SEMA TEKBİRİ:
Şeyh tarafından sikkenin yeni müridin başına, tekbirle giydirilmesi. Mevlevîliğin önemli âdetlerinden biri idi. Yeni mürid, mutfak işi ve meşkle meşgul olurdu.
SEMA-ZEN:
Farsça, sema vuran, yani sema eden, demektir. Sema eden dervişlere, sema-zen denir. Sema' yapmayı öğrenmek isteyen derviş, sağ avucuna biraz tuz alır, saygılı bir şekilde sema tahtasına gelir. Önce baş keserek, içli bir niyaz arzeder. Daha sonra, sol dizini büküp çökerek çiviyi öper, avucundaki tuzu, çivinin etrafına serper, sonra da, ayağa kalkıp, tekrar baş keserek sema tahtasının üzerine çıkar; çiviyi, sol ayağının başparmağı ile ikinci parmağının arasına takıp, sağ kolu üstte olmak üzere, kollarını göğsünün üstüne çaprazlama bağlayarak, avuçlarıyla omuz başlarını tutar. Sağ ayağını geriye iterek, sol ayağı üzerinde, dönmeye başlardı. Bu yeni öğrenci (Mübtedi)'ye birinci gün, üç; ikinci gün, beş çark attırılır, (yani döndürülür). İlk meşkler, ayaklar, çiviye takılı olarak yapılırken, sonraki aşamalarda kol açmak, direk tutmak, hiç şaşmadan ilerlemek gibi usûller öğretilir. Başarı sağladıktan sonra, eğitim yeri, matbahtaki meşk yerinden, "Semahane" ye kaydırılır. Burada, eteklerin hızlı semâ ile şemsiye gibi açılması öğretilir. Eğitim sonunda, semazen başı mübtediyi sıkı bir sınavdan geçirir, başarılı olma durumunda da, sonuç Şeyh Efendiye arzedilir. Şeyh de sınavı geçen bu dervişe, bir mukabele günü, öğle namazından önce "Mübtedi Mukabelesi" yaptırarak, onu semazenler arasına sokar. Tahir Olgun, Feridun Nafîz, Şair İsmet devrin önemli semazenlerindendir.Tennure, bend-i hâle-i envâr-ı aşk olub, Mâh-ı sipihr-i mihr-i vefadır semazen Avnî
SEMA-ZEN BAŞI:
Mevlevi ayini sırasında, sema'hane'de dolaşıp, sema' edenlerin birbirine çarpmamalarını ve düzeni bozmamalarını sağlayan dede'ye, "sema-zen başı" denir. Sema'zen başı, sema'ı iyi yapanlardan olurdu. Sema'zen başı, sema' sırasında, hırka giyerdi. Yeni başlayanlara (mübtedîlere) sema' usûlünü, o öğretirdi.
SEMİYYU'LLAH:
Arapça, Allah'ın adaşı anlamındadır. Allah ve kulda ortak olarak kullanılabilen isimlerde her ikisi adaştır. Meselâ, insan da, semî, basîr gibi isimlere sahiptir. Allah da. Bu gibi isimlere "semiyyullah" denir.
ŞEMSEME:
Arapça, susam, susam tanesi demektir. Dil ile anlatılamayacak kadar ince ma'rifete "şemseme" denir.
SEN-SENLİK : Bkz. Enâniyyet.
SENÂNİYYE: T
unus'da XIX. yüzyılda kurulmuş bir tasavvuf okulu. SENÛSİYYE: Ebû Abdullah Muhammed b. Yusuf b. Ömer b. Şu'aybi's-Senûsî (ö. 895/1490) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu olup, Medyeniyye'nin kollarından biridir.
SER: F
arsça, baş, kafa anlamına gelir. Feyiz suya benzetilir. Bu suyun başı olan kâmil insana da "ser- çeşme" (çeşmenin başı) adı verilir. Sert-deste: Topluluğun başı, lideri anlamına gelir. Tasavvuf okulunu yöneten mürşid-i kâmiller, bu isimle de anılır. Ayrıca Kalenden dervişlerinin ellerinde taşıdıkları asâ'ya da ser- deste denir. Oldukça kalın ve budaklı olan bu asa, dervişin, kendi iradesiyle nefsini terbiye ettiğini gösterir. Alevîlerin "tarîk" dedikleri sopaya da, "asa" adı verilir. Tasavvufta sırların saklanması, çok önemlidir. Sır vermemenin gerekliliği konusunda, "ser verip, sır vermemek" ve "ser verip sır vermeyen, serverdir" atasözlerini söylemişlerdir. Sır, anlatılamadığı için değil, anlayan olmadığı için, başkasına söylenmez.
SERÂİRÜ'L-ASÂR:
Arapça, eserlerin sırları demektir. Varlıkların bâtınlarından ibaret İlâhî isimlere denir.
SERÂİRU'R-RUBÛBİYYE:
Arapça, rablığın sırları anlamına gelir. Rab isminin aynların suretlerinde ortaya çıkışı. Aynlarm, kendi zatıyla kaim Rab isminin mazhariyeti olması, Rabbe ait ta'ayyünlerin açığa çıkması, yine, Rabb'ın varlığına bağlıdır. Yani Rabb ismi olmasa, onun ta'ayyünleri de olmaz.
SERDİ:
Farsça'da soğukluk demektir. Muhabbet makamının sonunda nefs soğur. Bunun mukabili olan germî (sıcaklık) ilahî aşk hararetine kapılma ve bunun sonucu olarak, cezbelenme, coşku halini ifade eder.
SEREYÂN-I VÜCÛD:
Arapça, varlığın sirayet etmesi, bulaşması demektir. Rahmanî soluk, mukaddes feyz. Âlem ve insan, bu feyzin pırıltılarıdır.
SERÎR:
Arapça, yatak, döşek, taht gibi anlamları ihtiva eden bir kelime. İlâhiyye makamında (Mekâne) bulunan Rahmani mertebe.
SERKEŞİ:
Farsça, serserilik, başıbozukluk demektir. İlâhî iradenin hükmü (tahakkümü) ile, sâlikin kendi irade ve muradına karşı çıkması.
SER-KUDÛMÎ:
Mevlevî tabiri olup, kudüm çalan (Kudum-zen) larm başına, "Ser-Kudûmî" denir. Mevlevî ayinini idare eden kişi. Bu görevi yapanlar, Mevlevî erkanına dahildir. Bir kısım erkan evlenemediği halde, bunlar evlenebilirdi.
SERMEDİ:
Arapça, ebedî anlamına gelir. Evveli ve ahiri (önü ve sonu) olmayan. Evveli olmayana ezelî, ahiri olmayana ebedî denir. Sermedîlik, Allahü Teala'nın sıfatıdır.
SER-PÂ ETMEK :
Farsça, başı ayak etmek, demektir. Mevlevîlikte, kusur işleyen bir müridin cezalandırılması olayına, ser-pa etmek denir. Aşçıbaşı veya (Konya'daki dergahta) tarikatçı tarafından, suçlu müridin semahane, yahut meydan'da sikkesi alınır, ayakkabıları dışarı doğru çevrilir. Bununla, kusurlu mürid, tarikatten düşkün hale getirilir. Ser-pâ edilen kişi, yere niyaz eder, arkasını dönmeden kapıya gider, ayaklarını içeriye çevirip giyer, eşiği öpüp, yine arkasına dönmeden, geri geri adımlarla oradan ayrılır. Eğer kendini haklı görüyorsa, Mevlana Dergahı (Konya'daki Merkezi Dergah)'na varır. Orada, durumu, tarikatçı'ya arzeder. O inceler, sonunda olumlu veya olumsuz bir karar verir. Haklıysa sikkesi iade edilir. Farklı bir karar çıkarılarak, bir başka dergaha gönderilir. Haksız ise, bir süre tarikattan uzaklaştırılır. Ancak, sonunda bir ayn-ı cem yapılarak, yine dergaha alınır.
SER-TABBAH:
Farsça-Arapça, baş ahçı anlamındadır. Mevlevî tabiridir. Mevlevîlikte, Konya'daki Mevlana makamında, Ser-tarik dede'den sonra gelen bir rütbeye sahipti. Tekkenin maddi-dünyevi işleri, sert-tabbah'a bırakılmıştı. Yeni intisab edenlerin terbiyesi ile de, meşgul olurdu. Yeni gelenleri 1001 günlük hizmet süresi şeklinde tanımlanan çileye sokar ve takip işini kazancı dede'ye verirdi.
SER-TABBAH KÜÇEĞİ :
Mevlevî tâbiridir. Ahçıbaşının çömezine, ser-tabbâh küçeği denirdi.
SER-TARİK:
Farsça-Arapça, tarikat başı anlamına gelir. Mevlevî tâbiri. Çelebi Efendi'nin yardımcısı ve Konya Mevlevî-hânesi'nin Şeyhi yerindeki kıdemli dede'nin unvanı, "Ser-tarik" idi. Çelebi Efendi'nin, Konya'dan bir yere gitmesi durumunda, mukâbele-i şerif dışında, her işe bakardı.
Birisi Şeyh-i tekke-i islâm'a ser-tarik Birisi mekteb-i kere ü adle râhber. Seyyid Vehdi.
SER Ü PAY:
Farsça, baş ve ayak demektir. Mevlevî tabiridir. Mevlevî disiplinindeki cezalardan biridir. Mürid, fukara elbisesini çıkarır, eski elbisesini giyer, mevlevî-hâneyi terkederdi. Seyyah vermekden (bkz. Seyyah Vermek) daha ağır bir ceza idi. Seyyah verilenin yeniden dergaha dönmesi mümkün ise de, "Ser ü Pay" edilen bir daha dönemezdi.
SERVİ:
Çam türünden yaprağını dökmeyen bir ağaç. Dalsız, budaksız, düz elif harfine benzer bir yapıya sahip olup, genellikle mezarlara dikilir. Vefat edenler Bir'den geldikleri gibi, Bir'e dönmüştür. Servi'nin elif ve bir rakamına benzemesi, adeta, Allah'ı sembolize eder.
SETÂİR:
Arapça, örtüler demektir. Maddî şekiller. Maddî şekiller, ardlarındaki İlâhî isimlerin zuhur yerleridir. Şeybânî şöyle der: Perdelerin ardından, maddi varlıklar için tecelli etti, Perdelerin bunlar üzerindeki zuhûruyla gelişti, büyüdü.
SETR:
Arapça, örtme, perdeleme, perde gibi anlamları olan bir kelime. Kaşanî setri, seni, ifade eden mânâdan ayıran her şey.diye tanımlar. Setr'e verilen örnek* kainat üzerinde bulunan örtü olabildiği gibi, âdet ve amellerde duraklamak da, olabilir. Sûfiyye'nin yaşayışı tecellide, belası (imtihanı)'da Setr'dedir.Havas, tecelli halinde coşarlar (tıyş), setr halinde yaşarlar (işret ederler, ıyş).
SEVÂ:
Arapça, düzgün, zirve, benzer mutedil vs. gibi anlamları olan bir kelime. Halkta bulunan Hakkın batn (iç) lan. Halk (yaratılanlar) ile ilgili ta'ayyünler (belirmeler), Hakk'ın perdeleridirler. Hak, Zâtında zâtı ile zuhur etmiştir. Halkın batn (iç) lan Hak'dadır. Yaratılanlar, zatıyla zuhur eden (görünen) Hakk'ın vücudundaki yokluğuyla, ma'kul olarak bakîdir.
SEVÂB:
Arapça, Mükafat, ata, sevap, balansı, bal vs. gibi anlamları olan bir kelime. Allah'tan mağfiret ve rahmete, Hz. Peygamber (s)'den şefaate hak kazandıran şeye, sevâb denir.
SEVÂD:
Arapça, topluluk, köy, siyah renk vs. gibi çeşitli mânâları ifade eden bir kelime. Mekke-i Mükerreme.
SEVÂDU'L-VECH Fİ'D-DAREYN :
Arapça, dünya ve âhirette yüzü kara, anlamında bir ifade. Dünya ve âhirette zahiren ve bâtınen, aslî bir vücûda sahip olmaması bakımından, Allah'da tam anlamıyla fena bulmak. Gerçekte fakr, Allah'a ve asli yokluğa dönüş işte budur. Bir kısım sufiler "fakr tam olunca o Allah'tır" demişlerdir.
SEVDA: Melankoli, çılgınca sevgi gibi anlamları ihtiva eder. İlâhî aşk.
SEYFÎ KÜLAH:
Arapça-Farsça, kılıçlı külah demektir. Yukarı yassılaşarak yükselen ve bu şekliyle kılıcı andıran Mevlevi külahı. Bu şekildeki külahı, XVI. Yüzyılda Mevlana soyundan (İnâs Çelebi) Divâne Mehmed Çelebi bazen giyerdi. Bu şekildeki sikke, Bektâşîlerin Elifî Tâc'ına benzer.
SEYR:
Arapça, yürümek, gezmek, gitmek demektir. Allah'a ulaşmak üzere yapılan manevî yolculuğa, seyr denir. İki türlü seyr vardır: 1) Seyr-i Nuzûlî: Mukayyed vücûd (varlık)'un ortaya çıkması için mutlak vücud (varlık)'un seyri. Bu ehadiyet'in imkan mertebesine, mutlakın mukayyede, küllün (bütünün) cüz'e (parçaya) inişidir. 2) Seyr-i Urûcî: Mukayyedin mutlakda yok olmak üzere yaptığı seyir. Cüz'ün, külle seyri. Buna seyr-i şuurî de denir. Bu seyr, insan mertebesinden Mutlak'a kadardır.
SEYR ANİ'LLAH:
Arapça, Allah'tan seyr demektir. Sülûkun dört mertebesinden, dördüncüsüdür. Buna "telvin ba'de't-temkin" (temkinden sonra telvin) denir. Bu seyir vahdet (birlik)'ten, kesret (çokluk)'e doğrudur. Bundan gaye, Hak'dan halka terbiye ve irşâd için dönüştür. Bu yüzden, seyr-i anillaha "beka ba'de'l-fenâ", "sahv ba'de's-sekr" veya "fark ba'de'l-cem" de denir. Bu durumdaki kişi, vahdette kesreti, kesrette vahdeti görür.
SEYR Fİ'LLAH:
Arapça, Allah'da seyr demektir. Manevî yolculuğun dört basamağından ikincisi. Buna sefer-i sâni (Cem') de denir. Allah'ın sıfatlarıyla muttasıf, isimleriyle mütehakkık, ahlakullah ile ahlaklanmak, ufuk-ı âlâya ulaşmak, bütün bedenî özelliklerinden kurtulmak, seyr-i fillah'ı tanımlar. Bu seferin nihayetinde, sâlike vücûh-ı âlemden perdelerin kalkıp, ilm-i ledünnînin keşfolunduğu kaydedilir.
SEYR İLA'LLAH:
Arapça, Allah'a doğru yolculuk yapmak demektir. Sülûkun dört mertebesinden ilki. Sâlik zikrederek Allah'a urûc (yükselme) yoluyla hareket eder. Bunun sonu, velayet-i suğra (küçük velilik) olup buna "fena fillah" denir, iki tür seyr-i ila'llah vardır. 1) Seyr-i afakî, buna suluk adı verilir. 2) Seyr-i enfüsî ki, buna da cezbe denir.
SEYR MAA'LLAH:
Arapça, Allah ile seyretmek demektir. Dört basamaklı seyr-ü sülûk'un üçüncü basamağı. Buna "sefer-i sâlis" veya "fark ba'de'l-cem" denir. Bu mertebede ikilik kalkar. Buna, "makâm-ı Kabe kavseyni ev ednâ" adı verilmiştir. Seyr maallah'ın sonu velayettir.
SEYR Ü SÜLÜK:
Arapça, gitmek ve girmek demektir. Bir şeyhin nezaretinde, Allah'a vuslat için çıkılan manevî yolculuk. Seyr ü sülûk'un dört mertebesi vardır. 1) Seyr ilallah, 2) Seyr fillâh, 3) Seyr maallah, 4) Seyr anillah.
SEYYADİYYE:
İzzüddin Seyyâd (ö. 670/127) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu olup, Rifaiyye'nin kollarındandır.
SEYYAHAT:
Arapça, gezmek dolaşmak demektir. Eskiden mürşidler, olgunlaşmaları ve ibret almaları için, müridlerini seyahatlere yollarlardı. Bu seyahatlerde, Şeyhlerden feyz alınır, nefs terbiyesi yapılırdı. Seyyah dervişin sırtında postu, elinde keşkül ve teber (bir tür balta)'i ile uzun süre afakî (dış âlemde) yolculukla iştigal eder, sonunda, yine eski tekkesine dönerdi . Yine seyyah oluban, destime aldım teberi. Yine ben azm-i diyar etmeye, kıldım seferi. Seher Abdal
SEYYAH VERMEK :
Bektaşî ve Mevlevî tabiri. Cezalandırılmak istenen, veya ilerlemesi arzulanan dervişlere, seyyah verilirdi. Bektaşîlerde, seyyah verilen dervişin eline somun verilirken, Mevlevîlerde dervişin ayakkabısı dışa doğru çevrilirdi. Ceza olarak seyyah vermek, "Ser ü Pay" dan daha hafifti. (Bkz. "Ser ü Pay)
SEYYARİYYE:
Ebû'l-Abbas Kasım İbnü'l-Kâsım ibnü'l-Mehdi's-Seyyarî (ö. 242/856)'ye dayandırılan bir tasavvuf okulu.
SEYYİD:
Arapça, efendi, bey demektir. Hz. Peygamber Efendimizin (s) torunu. Hz. Hüseyin (r)'in soyundan gelenlere seyyid; Hz. Hasan (r)'m soyundan gelenlere de, şerif denir.
Ey hâme-i nakış, beyan başla dua-yı seyyide, İt sen de sarf-ı iktidar, durma sena-yı seyyide. Lâ-edrî
SEZAİYYE:
Hasan Sezai Efendi (ö. 1151/1738) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu olup Gülşeniyye-i Halvetiyye'nin kollarındandır.
SIDDÎK:
Arapça, işi ve sözü doğru, çok doğru olan kişiye denilir, içi aydın olması ve Hz. Resullah (s)'a ilgisinin ileri seviyede bulunuşu sebebiyle, Hz. Peygamber (s)'e her geleni ilmen, kavlen ve amelen doğrulamakta kemâle eren kişiye sıddîk denilir. Bu nedenle Allah nebilerle sıddıkların arasını açmamıştır. "Onlar, üzerlerine Allah'ın nimet bahşettiği nebi, sıddîk, şehid ve salihlerdendirler" (Nisa/69). Hadis-i şerif: "Ben ve Ebû Bekir iki rehin at gibiyiz. O beni geçseydi, Ben ona inanırdım. Ben onu geçtim, o bana inandı". Diliyle söylediğini, kalbiyle ameliyle, eksiksiz tahakkuk ettiren kişi, sıddîk, Hz. Ebu Bekir (r)'dir. Vasıtî bu hususta şöyle der: "Bu ümmetin içinde, sûfiyyenin dilini ilk kullanan kişi, Hz. Ebû Bekir (r)'dir".
SIDDIKIYYE:
Arapça, tam doğruluk demektir. Bu, velayet derecelerinin en yücesi olup, nübüvvet derecesinin altındadır. Nübüvvet ile arasında vasıta yoktur. Sıddıkiyyeti, geçen, nübüvvete ulaşır. Sıddıkıyyet, bir temele dayanır: İslâm, iman, ihsan, şehâdet, ma'rifet. Sonuncusu, "kendini bilen Rabbini bilir" makamının hakikatmdan ibarettir. Marifetin üç hazreti vardır: Hazret-i İlme'l-Yakîn, Hazret-i Ayne'l-Yakin, Hazret-i Hakka'l-Yakîn. Sıddıkın bu üç hazreti geçmekde alâmeti, gaybe'l-vücûdun kendisine meşhed olmasıdır. Bu durum sıddîk, yakin nuruyla, Hakk'ın mahlukatın gözünden gizlenen sırlarını görür.
SIDK:
Arapça, doğruluk demektir. Sır ve aleniyyenin (içte olanla, dışta olanın) eşit olması. "Olduğun gibi görün, veya göründüğün gibi ol" vecizesinde anlatılmak istenen husus, Mü'minin imanında sıdkı kadar, kâfirin de küfürde sıdkı, şahsiyetteki dengenin göstergesidir. Sâlikin söz ve işinde sıdkı ön planda tutmayı alışkanlık hâline getirmesi ve bu hâlini devam ettirmesi, onu sıddıklar zümresine dahil eder. Sıdk halinin devamlı, olmasını, Nakşî Meşayıhından Hâce Yakub Çerhî Hazretleri, "bir iğneyi yere dikmek ve ayağın başparmağıyla o'nun üzerinde durmak" diye tanımlar. Sıdk, iç ve dışta, Allah ile beraberliği, istikamet (Şeriata bağlı olmak) üzere muhafaza etmekle -olur. Bu istikametin sağlanması, Allah'ı, sürekli kalpde muhafaza etmek, O'ndan başka şeyleri hatıra getirmemekle mümkün olur. Cürcânî'ye göre, yalanın kurtarabileceği durumdaki kişi, o halde bile doğruyu söyler. Kuşeyrî de, sıdkı, "hallerinden leke, inancında şüphe, amelinde ayıp olmamasıdır" şeklinde tanımlar. Konuyla ilgili olarak, "Sıdkını bütün tut" şeklinde tasavvuf? bir öğüt vardır. Bu öğüt, "gördüğü şeyleri iyiye yormak, kalbi bulanmamak, tarikatta doğru olmak" şeklinde açıklanır. Sıdk sahibi olmanın yollarından biri de, "Sıdk sahipleriyle beraber olmanızdır" (Tevbe/119). Hakim Tirmîzî, sıdkı, ikiye ayırır. Birincisi, marifetin dallarından sayılan adi özelliğine girmiş ahlakî ve aklî sıdk olup, ikincisi de içtimaîdir.
SIDKU'N-NUR:
Arapça, nurun doğruluğu demektir. Kendisinden sonra perdelenme bulunmayan keşfe, sıdku'n-nûr denilir. Yağmur yağdıran yıldırıma benzer, ki buna "Sâdık" adı verilir. Yağmur yoksa "kâzib" denir. Keşf geldikten sonra, perdelenmeye maruz kalan sâlikin hali, karışıktır. Nur vasıtası ile, keşfi, cem' makamına ulaşırsa, buna sıdku'n-nur denir, zira, bu nurdan sonra, gizlenme ve perdelenme hâli yoktur.
SIFAT:
Arapça, özellik, nitelik, vasıf kalite gibi anlamlan olan bir kelime, mevsûftan ayrılmayan şeye sıfat denir. Bir şeyde sıfat bulunmadan, ona vasıflanmış (mevsûf) denmez, iki türlü sıfat vardır. 1) Sıfat-ı Fadaliyye: Hayat gibi zata ait sıfatlar onun dışındakilere ait sıfatlar. 2) Sıfat-ı Fâdiliyye: Kerem gibi hem zat, hem de İlâhî sıfatlar için asıl olanı "Rahman" sıfatıdır. Zira bu sıfat, şümul ve alanı bakımından Allah isminin mukabilindendir. İkisi arasındaki fark; Rahman'ın umumu ile birlikte vasfiyye'nin zuhur yeriyken, Allah, ismiyye'nin zuhur yeridir.
SIFÂT-I CEMÂLİYYE:
Arapça, güzelliğe ait özellikler, nitelikler demektir. Lütuf ve merhametle ilgili özellikler.
SIFAT-I İLÂHİYYE :
Arapça, İlâhî sıfatlar demektir. Rıza, rahmet, gazab gibi, kendilerini ve Zıdlarını Hakk'a nisbet etmek caiz olan sıfatlara, sıfat-ı İlâhiyye denir.
SIFAT-I SÜBÛTİYYE:
Allah'a nisbet edilen hayat, ilim, semi, basar, irâde, kudret, kelam, tekvin, gibi sıfatlar.
SIFAT-I ZATİYYE:
Arapça, zatî sıfatlar demektir. Kudret, azamet, izzet gibi Hak Ta'alâ'ya izafe edilen ve zıddı caiz olmayan nitelikler.
SIR:
Çoğulu esrar ve sirar olup, Arapça sır, gizli şey, kök, kıymetli, vadinin orta yeri, asıl, nikâh, birşeyin halisi, efdali, gibi anlamlan ihtiva eden bir kelime. Sır, kalpte bulunan Rabbânî bir latifedir. Ruh sevginin, kalp marifetin, sır da müşahedenin mahallidir. Ruhanî bir nur olup, nefs'in haletidir.Sır olmaksızın nefs, iş yapmaktan aciz kalır. Nefs'in beraberinde, sırrın himmeti olmazsa, bir fayda elde edilmez. Sırra, kalbin bir
buududur diyenler olduğu gibi, ruh'tur veya ruhtan daha yüce ve daha latif bir ruh buududur, diyenler de vardır. Mevlevîlikte sır, ıstılah olarak şu anlamda kullanılır: Dede'nin hücresinin pencere perdesi kapalı ise, bu onun içeride istirahat ettiğini veya kendine göre bir ibadetle meşgul olduğunu gösterir. Bu hale sır denir.
Hayflar, göz yumup Esrar Dede sırroldu. Surûrî Sırla ilgili bazı atasözleri ve deyişler şunlardır: Bir şeyi örtmeye, kapamaya, sırlamak denir. Gömmek, gömülmek; sırlamak, sırlanmak gibi ifâdelerle karşılanır. Ölen kişiye, sırroldu, denir. Sırrın gizlenmesi gerektiğini bildirmek üzere, "sırrını açma dostuna, onun da dostu vardır, o da açar dostuna" atasözünü söylerler. Tarikat sırrını, sisteme yabancı kişilere söylememek gerekir, zira, tasavvuf terminolojisine vakıf olmadığı için, yanlış anlar. İşte bu tür sırların saklanması konusunda, "Sırrını sırredene aşkolsun, faş eden yuf" denir.
SIRAT:
Arapça, yol, demektir.Hakk tecellilerinin çeşitlenmesinden keşfe açılan yol, nefsiyle, yine kendi nefsi içindir. Fusus'da "hiçbir kımıldayan canlı yoktur ki Allah onun alnından yakalamış olmasın. Rabbim, doğru yol üzerindedir" (Hûd/56) âyeti şöyle yorumlanmıştır: Yürüyen herşey, Rabbin doğru yolu üzerindedir. Bu bakımdan, Allah onlara gazaplanmaz, sapıtmazlar, sapıtmak da nereden arız olsun ki, Hakk'ın gazabı ortaya çıksın. SIRR-I HAL: Arapça, hâlin sırrı demektir, içinde, Hakk'ın muradının bilindiği durum.
SIRR-I İLM:
Arapça, ilmin sırrı demektir. Bu, ilmin hakikatidir. Zira ilim, hakikatte Hakk'ın ayn'ıdır.
SIRR-I İSTİVA:
Arapça, istivâ'nın sırrı demektir. Mevlevî tâbiridir. Siyah bir şerit adıdır. Yüksek bir alâmet sayılır. Mevlana Celaleddin Rûmî'den kalmış olup, iki yollu olan külâh-ı seyfî, veya kılıcî taç yollarına takılan şeride, sırrı-ı istiva denir. Bu tacı, ancak cezbe-i Rahman ile istivâ'nın sırrına vâkıf olan yüksek mâneviyatlı zatlar giyebilir.
SIRR-I KADER:
Arapça, kader sırrı demektir. Allah'ın ezeldeki aynlar, ve bu aynların dış âlemde gerçekleşmeleri durumunda sahip olacakları haller hakkındaki ilmi. Bir şey hakkında, ancak Allah'ın, o şeyin, sübût durumundaki bilgisiyle hükmolunur. SIRR-I RUBUBİYYET: Arapça, Rab'lık sırrı demektir. Bu, merbûb'a bağlıdır. Zira onda, müntesiblerde olması gereken bir nisbet vardır. Müntesiblerden biri merbub olup, ademdeki sabit aynlardan başkasında değildir. Ma'dûm (yok)'a bağlanan da yoktur (yani ma'dûm'dur). Bu yüzden Sehl b. Tüsterî, rubûbiyyet'de öyle bir sır vardır ki, ortaya çıkmış olsaydı, rubûbiyyet bâtıl olurdu. Onun yok oluşu, (butlan) üzerine bağlandığı şeydendir, demiştir.
SIRR-I SIRRU'R-RUBÛBİYYE:
Arapça, rubûbiyyet sırrının sırrı, demektir. Rubûbiyyet sırrı, Rabb'ın, aynların suretlerinde ortaya çıkmasıdır. Aynların suretleri, zâtıyla kâim, ta'ayyünleriyle zuhur eden Rabb için, zühul yeri olması bakımından, onunla kaim, onun vücudu ile mevcutturlar.
SIRR-I TECELLİYYÂT:
Arapça, tecellîlerin sırrı demektir, ilk tecellî kalbe olur, böylece bütün isimlerin arasındaki ehadiyyet-i cem müşahede edilir. Zira her isim, diğer bütün isimlerin özelliğini taşır. Yine bütün bunlar, zât-ı ehadiyyet'de birleşir. Farklılık, onun suretleri olan kevn (oluş) larda ortaya çıkan ta'ayyün (belirme)ler iledir. Böylece, her şey, her şeyde müşahede edilir.
SIRRU'S-SIR:
Arapça, sırrın sırrı, demektir. Ehadiyet hazretinde, icmâlen (özet olarak) bulunan gerçeklere ait ayrıntılı (tafsîlî) bilgi. "Gaybın anahtarları, O'nun kalındadır, onu O'ndan başkası bilmez" (En'âm/59), âyetiyle bu hususa işaret edilir.
Sİ'A-İ KALB:
Arapça kalbin genişliği anlamına gelen bir ifâde. Kâmil insanın imkân ve vücûbu toplayan berzahî hakikati gerçekleştirmesi. Kâmil insanın kalbi, işte bu berzahtır. Bir kudsî hadisde şöyle buyurulur: "yerime, göğüme sığmadım, mü'min kulumun kalbine sığdım".
SİCİLMASİYYE:
Muhammed ibnü'l-Hase-ni's-Sicilmasî (ö. 575/1179)'ye dayandırılan bir tasavvuf okulu.
SİCN:
Arapça, hapishane demektir. Bir vücûd mertebesi olup, günahkarları karanlık süflî tabiat derekelerinde, hakir düşürür.
SİDRETÜ'L-MÜNTEHÂ:
Cennette bir ağaç. Mahlûkun Allah'a doğru giderken ulaşabileceği son nokta. Bundan sonrası sadece Allah'a mahsustur. Sidreden sonrasına ulaşmak mümkün değildir. Zira, mahlûk, burada mahv olmuş, toz hâline gelmiş, silinmiştir. Sırf yokluğa bitişiktir. Sidreden sonrası için mahlûkun bir vücûdu yoktur. Sidre ağacına, iman da denmiştir. Hz. Resûlullâh (s), "karnını, Sidr ağacının meyvesi (Nebk) ile doyuranın, kalbini, Allah iman ile doldurur" der. Kaşanî, sâliklerin yaptığı yolculuğun ilim ve amellerinin bittiği sidre noktasına, berzah adı verir.
SİGA KARDEŞİ :
Ahiret kardeşi. Arapça muâhât, Türkçe kardeşleşmek, kardeş tutmak şeklinde ifâde edilir. Mekke'den Medine'ye hicret eden Muhacirlerle, Ensar arasında kardeşleşme olayından kaynaklanan bir uygulamadır.
SİKA:
Arapça, güvenme, dayanma demektir. Sika, Allah'a güvenmeyi ifade eder. Tevekkülün esası sika'dır. SİKKE: Arapça, altın paranın üzerine basılan nakış ve yazı anlamına gelir. Mevlevi külahına da sikke denir. Döğme keçeden yapılan, yekpare, bal rengi yahut, beyaz, bir karış dört parmak uzunluğunda, içice geçmiş iki katlı külaha denir. Sikke üzerine genellikle sarık sarılır. Sarık sarılmayan sikkeye, dal sikke, dal kavuk, veya dal fes denir. Dû cihanda eğer altın ola dersen şânın, Sikkesi altına gir Hazret-i Mevlânâ'nın. Mevlevi Hüdâyî Dede
Mevlevîlikte üç mertebeli külah vardır: 1. Mertebe, teberrük ve emanet külahı; mutfakta çile çıkaranlara ve muhiblere giydirilir. 2. Mertebe, irâdet külahı; hizmetini tamamlamış dervişlere giydirilir. 3. Mertebe, hizmet külahı; sülük tamamlayıp, hilâfet alanlara giydirilir.
SİKKE-İ ŞERİFE:
Mevlevîlerin giydikleri sikkeye denir. Şerefli sikke anlamına gelir.
SİKKE-PÛŞ:
Arapça-Farsça, sikke giyen demektir. Sikke giyenler hakkında kullanılır.
Hakk'a îsâl eyleyen şehrâhı bul, Âlem-i kesrette vahdetgâhı bul. Sikke-pûş ol, zevk-i eyvallahı bul. Gel harîm-i aşka gir, dilhâhı bul. Mâsivâ'dan el çeküb Allah'ı bul! Tokadîzâde Şekib
SİKKE TEKBİRİ:
Mevlevî tâbiri. Tarikate yeni giren nevniyâzın başına sikke giydirilirken yapılan duaya "sikke tekbiri" denir.
SİLLE:
Tokat. Allah'ın kahr sıfatları (el-Kahhâr, el-Cebbâr) ile tecellî etmesi. Hak sillesinin sadası yoktur. Bir vurdu mu hiç devası yoktur. Ferid Kam
SİLSİLE:
Arapça, zincir demektir. Tasavvuf okullarındaki maneviyat öğretmenleri zinciri. Bu zincirin son halkası Hz. Muhammed Mustafa (s)'dır. Üveysîlerde, doğrudan doğruya Allah'dan feyz alınması münasebetiyle, silsile söz konusu değildir. içinde sâdât-ı kiram'dan (Hz. Peygamber (s)'in sülalesinden) kişilerin bulunduğu silsileye "silsiletü'z-zeheb" (altın zincir) denir. Silsileden bahseden eserlere, silsilename adı verilir.
SÎM:
Farsça, gümüş demektir. Zahir ve bâtının tasfiyesi, bedeni ve ruhu arındırma.
SİMİD:
Mevlevi tâbiridir. Sikkenin üzerine, fakat destarın alt tarafına sarılan beze simid denir. Pamuktan yapılır, sarık bunun üzerine sarılır.
SÎMURG:
Farsça, otuz kuş demektir. Efsanevî Kâf Dağının ardında yaşayan, adı var kendi yok bir kuş. Allahü Ta'alâ'nın üfürdüğü insanî (ilâhî) ruhu, geldiği asıl vatanına (Kaf Dağı'nın ardına) dönecek, orayı aşacak otuz kabiliyetle donatmıştır. Kuş, yükselişin sembolüdür. Ruh, bu otuz kuş (yani otuz olumlu yetenek) ile, geldiği yere döner. Simurg'a şu anlam da verilmiştir: İnsan-ı Kâmil. Mantıku't-Tayr'da otuz kuşun yedi vadiyi geçtikten sonra ulaştıkları padişah, Allah.
Bî-vücûd olmak gibi yokdur cihanın rahatı. Gör ki Simurg'un ne damı var, ne de sayyâdı var. Koca Râgıb Paşa
SİMYA:
Farsça, kimya demektir. Bakırı altına çevirme hüneri, ilm-i Simya'yı mürşid-i Kâmiller bilirler. Onlar Allah'ın izniyle, değersiz bakır gibi olan insan nefsini, yirmi dört ayar altına (nefs-i kâmile'ye) dönüştürürler. Kötü ahlâkı, iyi ahlâka dönüştürme san'atı.
SİNANİYYE:
Halvetî tasavvuf okulu kollarından olup, İbrahim b. Abdurrahmân el-Halvetî, yani Ümmî Sinan (ö. 976/1568) tarafından kurulmuştur.
SİNCEDE BÜZÜR BİTMEZ:
Sin, Türkçe'de mezar anlamına gelir. Büzür (doğrusu bizr olacak) de, Arapça tohum demektir. Bu şekilde, atasözünün anlamı "mezarda tohum bitmez" şeklinde olur. Erbab-ı tarikat, sır konuşulurken, yanlarında yabancı birisi varsa, bu atasözünü söyleyerek susulmasını ihtar ederler. Bu atasözü, genellikle alevîler arasında kullanılır.
SÎNE:
Farsça, göğüs demektir. İlâhî ilim, ilim sıfatı Yüreği temiz kişilere "sine-saf" denir. Sineye çekmek, tahammül etmek, sabretmek anlamına gelir. On Muharrem'de şiîler, yaptıkları âyinlerde, göğüs ve sırtlarını döğerek kan akıtırlar. Bunu yapan kişiye "sine-zen" adı verilir. Ki bu, Türkçe'de "göğüs döğen" demektir. Âşıkların, aşklarının kaynamasıyla göğüslerini yırtmaları hakkında "sineye elif çekmek" diye kullanılan bir tâbir vardır. Hoşlanılmayan bir Divan Edebiyatı örfüdür. Tasavvufta mutlak cemalin, mecazî süflîliğe indirilmesi ile ilgili bir kullanımı vardır. SİRÂR: Arapça bir şeyin hâlis olanı, asi, sır, kök vs. gibi anlamları olan "sır" kelimesinin çoğuludur. Tam olarak vuslata erme durumunda, sâlikin mahvolması. "Dostlarım kubbelerimin altındadırlar. Onları Ben'den başkası tanımaz", kudsî hadisi ile, bu grup Allah adamlarına işaret olunmuştur.
SİVÂ:
Arapça istisna edatıdır. ".... den başka" anlamında kullanılır. Ta'ayyünleri (belirmeleri) bakımından, a'yân'a denir.
SİYAH:
Farsça olan bu kelime. Türkçe'de de aynı anlamda kullanılır. Kara. Zât-ı Hak. Karanlıkta, eşyalar birbirlerinden nasıl ayırt edilemezlerse, Hakk'ın idrâk üstü zâtında da, hiç bir şey birbirinden ayırt edilemez. Siyah-kârân: Kara iş sahipleri. Sülûku tamamlayamayıp yolda kalanlara denir. Siyah-rûî: Kara yüzlülük, imkân âlemi.
SİZLER BAKÎ :
Vefat etmiş biri konuşulurken, "Allah rahmet eylesin", "ruhu şad olsun" gibi ifadeler kullanıldığı gibi "sizler bakî" sözü de kullanılır.
SOFU :
Arapça, sûfî kelimesinin bozulmuş şekli. Samimi dindar kişilere sofu denirken, şekilci, ham tipli dindarlara da aynı tâbir kullanılır. Necip Fazıl merhumun özden mahrum, kırıcı, itici, çirkin yüzünde güzel İslâm'ı çirkinleştiren, dindar kılıklı tipler hakkında kullandığı "ham sofu, kaba yobaz" ifadeleri meşhurdur.
SOHBET:
Arapça, arkadaşlık yapmak, karşılıklı konuşmak vs. gibi anlamları olan bir kelime. Allah'a ulaştıran tasavvuf okullarının her biri, "hizmet" ve "sohbet" gibi iki temele dayanır. Bu ikisi, sâliki, maneviyat yüceliklerine ulaştıran vasıtadır. Sohbette, mürşid-i kâmilin ruhundaki kabiliyetlerin müride yansıması (in'ikâs) yani kabiliyet aktarımı söz konusudur. Bu yüzden Allah dostları, sohbete çok önem verirler. Hoca Bahâeddin Nakşbend Hazretleri "tarîk-ı mâ bâ suhbetest" (yolumuz sohbetledir) sözü, Nakşî yolunun ana düstûrunu oluşturur. Peygamberimizin (s) arkadaşlarına "ashâb" denilir ki, bu kelime "suhbe" masdarından türemiştir. Hz. Resûlullah (s)'ın, sahabe-i kiramı (r), sohbet yoluyla yetiştirmesi, sûfiyye yolunda vazgeçilmez, göz ardı edilemez bir metod olarak kabul edilmiştir. Bazı tasavvuf okullarındaki şeyhler, hırka giydirerek nisbeti naklettiği için "hırka şeyhi" adını aldığı gibi, sohbetle nisbet geçiren şeyhler de "sohbet şeyhi" olarak anılmıştır.
SOMAT:
Arapça, simât kelimesinin bozularak kullanılmış şekli olup, sofrası, uzunca dizilmiş yemek sofrası, dizi, kenar ve saf gibi anlamları vardır. Bektaşî ve Mevlevîler tarafından kullanılan bez veya meşinden yapılmış sofra. Üç türlü somat vardır: 1. Gezgin dervişlerin kullandığı etrafında halka bulunan somat, 2. Dergâhlarda kullanılan somat, 3. Uzunca ve düz olan, bu yüzden de "elîfî" adını alan somat.
SOMATÇI:
Sofracı demektir. Mevlevi ve bektâşîlerde, sofrayı kurup toplamakla görevli kişi. Gınâ-yı kalb kadar nimet olmaz ehl-i dilde, Bu tekkenin fukarası somat bilmezler. Nailî
SOMAT GÜLBANGİ:
Mevlevî tekkelerinde, yemek yendikten sonra okunan gülbange "somat gülbangi" denir. Bu gülbank şöyledir: "Mâ sûfiyân-ı rahîm, mâ tablahar-ı şahîm, payende dar yâ Rab. în kâse-i âb u nânrâ Elhamdülillah. eş-Şükrü lillah, Hak berakâtın vire! Erenlerin han-ı keremleri müzdâd ve sâhibü'l-hayrât güzeştegânın rûh-ı şerifleri şad ü handan, bakîleri selâmetde ola! Demler safâlar ziyâde ola! Dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırrı-ı Şems, kerem-i İmam-ı Alî Hû diyelim Hû!"
SORA SORA KA'BE BULUNUR:
"isteyen ve istediği konuda ciddî olan, hedefine ulaşır" (men talebe ve cedde vecede) kelâm-ı kibarında ifâde edildiği gibi, Ka'be'ye ulaşmayı gaye edinen kişi sora sora ona ulaşır. Arapça'da "suâl", hem sormak, hem de istemek manasınadır.
SOYUNMAK:
Mevlevî tâbiridir. Dervişliğe ikrar verip, dervişlik kisvesine bürünmek, tasavvufî mânâda soyunmak, yani dünyadan soyunup sıyrılmaktır. Mevlevîlikte de, 1001 günlük çile için ikrar verip hizmet tennuresini giyinmeye, soyunmak denir.
SÖZ:
Tasavvuf söz değil, yaşama işidir. Bir başka deyişle, tasavvuf ehli, laf (kâl)'a değil, yaşama (hâl)'ya önem verir. Ancak konuşma söz konusu olduğunda, Hz. Peygamber (s) gibi, az sözle çok mânâ ifâde etmeye (camiu'l-kelim olmaya) dikkat ederler. Söz ile ilgili çok sayıda atasözü ve deyiş vardır. Bunların bir kısmı şöyledir: Söylenen sözün, başa gelecek belâya bağlı olduğu hususu "sözün canı vardır" atasözüyle anlatılmak istenir. Kalabalık toplantılarda, uluorta konuşulmaması gerektiğini ifâde etmek üzere, "söz vardır halk içinde, söz vardır hulk içinde" denir. (Likülli meclisin makâl ve likülli mahallelin bakkal). Sözün etkili bir yanı olduğunu belirtmek üzere, "söz vardır işi bitirir, söz vardır başı yitirir" atasözü kullanılır.
Söz ola kese savaşı, söz ola y iti re başı, Söz ola ağulu aşı, bal ile yağ ede bir söz. Yunus Emre
Susmanın ariflik gereği olduğunu belirtmek veya dinleyenin, söyleyenden daha anlayışlı olması icâbettiği, "söyleyenden, dinleyen arif gerek" atasözüyle anlatılır. Her insan dilinin altında gizlidir yani her insan konuşmasıyla kendini ele verir. Bu konuyla ilgili olarak söylenen diğer atasözüleri de şu şekildedir: "Söz, adamın mihengidir". Anlamsız konuşan kişi "söz söyledi balkabağı" karşılığını görür. Gösteriş ifâde eden davranışlara "sözde" denir, zira sahtedir. Kişinin değeri için, şu atasözü gündemdedir: "Kelâmından olur ma'lûm, kişinin kendi mikdarı".
SU:
Allah diriyi sudan yaratmıştır. Tasavvufta toprak, hava, ateş gibi su da karakterolojik teşekkül ile ilgili dört unsurdan biri olarak görülür. Su dağıtana "su gibi aziz ol" denir. "Sular alçaktan akar", "suyun yüzü yerde" atasözleri de alçak gönüllü olmayı ifâde eder. Feyzin kaynağından istifade edilmesini belirtmek üzere, "suyu başından içmek gerek" denilir.
SUÂL:
Arapça, istemek, sormak demektir. Tasavvufta çok soru sormak makbul değildir. Hz. Musa'yı , Hz. Hızır ile olan arkadaşlıktan ayıran şey, çok soru sorması olmuştur. Ayet: "Her şeyi sormayınız! Eğer işin iç yüzü ortaya çıkarsa, bu fenanıza gider... Sizden önce gelen bir toplum da onları sormuş, sonunda da sabaha kâfirler olarak girmişlerdir" (Maide/101-2). Hacı Bayram Camii'nin ilk imamı Eşrefoğlu Rumî, Hacı Bayram-ı Velî'nin damadı idi. Şöyle anlatır: "Bir gün hocam Hacı Bayram-ı Velî'ye, dünyevî bir mes'ele sordum, bana çok konuşma, meşayıh katında çok konuşmak, küstahlık olur, diye karşılık verdi. Ondan sonra, ona hiçbir şey sormadım". Sormamak, teslimiyet alametidir. Soranda teslimiyet noksanlığı vardır. Yani, susmak teslimiyettir.
SUALÜ'L-HAZRETEYN:
Arapça, iki hazretin sorusu demektir. Biri, ilâhî isimler diliyle Hazret-i vücûbdan sudur eder ve Rahmân'ın nefesinden ayn'lar suretinde zuhura gelmelerini ister. Diğeri ayn'lar dili ile hazret-i imkandan sual edilir, ve bu ayn'ların isimlerle zuhura gelmelerini ister.
SUBHA:
Arapça, kara kilim, siyah zemin anlamını ifâde eder. Vazıh (açık) olmadığı için "heyula" adı verilen "heba"ya, sübha denir. Hebanın varlığı kendi nefsiyle değil, suretlerledir. Heba, güneş ışığındaki ince toza denir. Sübha, bir hadis-i şerif'de ifâde edildiği gibi, Allah'ın mahlûkâtı yarattığı zulmete, karanlığa denir. Allah mahlûkata kendi nurundan yaydı. Bu nur kime değdi ise, dünyada hidâyete ulaştı. Nurdan nasibi olmayanlar da sapıklıkta kaldılar. SÛFÎ : Arapça, yünlü, yün giyen anlamına gelen bir kelime. Hakk'a vâsıl olan kişiye, sûfî, yolda süluka devam edene de, mutasavvıf denir; sûfî, vusul; mutasavvıf usûl ehlidir. Sûfî kendi nefsinde fanî, Allah ile bakîdir. Sûfî, nefsin alışkanlıklarından kurtulmuş, hakikatlerin hakikatine ulaşmıştır. Cüneyd, sûfîlerin, sadece Allah'ın bildiği tarzda, Allah ile beraberliğe sahip olduklarını söyler. Bişr ise sûfî'yi, "kalbini Allah için saflaştıran kişi" olarak değerlendirir. Onlara sûfiyye denilmesi, onların Allah huzurunda, ilk safta bulunmalarından kaynaklanmaktadır. Ki bu, onların himmetlerinin Allah'a yükselmesiyle, yani, kalpleriyle O'na yönelmesiyle olur. Bir başka görüşe göre, özellikleri ehl-i suffe'ye benzediği için, bu topluluğa sûfiyye denilmiştir. Bir kanaata göre de, sûf, yani yün giydikleri için, sûfiyye adını almışlardır.
SUHTE:
Farsça, yanan anlamında olan bu kelime medrese talebelerine denir. Galat olarak "softa" şeklinde kullanılır. İlim aşkıyla yanan talebelere, bu özellikleri sebebiyle "suhte" denilmiştir.
SÛK-I CENNET :
Arapça, cennet çarşısı demektir. Cennette bulunan erkek ve kadın resimleri. Herkes, burada beğendiği resmin şekline girer ve o halde ailelerinin yanına gider. Cennettekilerin sonsuza kadar şekil değiştirebileceği kaydedilir.
SUKÛTÛ'L-İTİBÂRÂT:
Arapça, itibarların (izafi hususların) düşürülmesi. Kaşanî bunu, Zat'ın birliğinin gözönünde tutulması olarak değerlendirmiştir.
SULH:
Arapça, barış anlamında mastar. Yapılan amel ve ibadetlerin kabul edilmesine, sulh denir.
SULTAN:
Arapça, hüccet, delil, güç, kudret, vali padişah, zor gibi anlamları olan Arapça bir kelime. Tarihte ilk defa, Abbasi vezirleri için kullanılan bu unvan, zamanın akışı içerisinde hükümdarlar için de, geçerli olmuştur. Tasavvuf önderlerine, belli bir zamandan sonra sultan lâkabı verilmiştir. Balım Sultan, Sultan Veled, Emir Sultan vs. gibi.
SULTAN VELED DEVRİ:
Mevlevî tâbiridir. Mukabele günü, semâ'dan önce, şeyh efendi önde, derviş (can)ler ortada olmak üzere, semahanenin etrafında halka şeklinde yürüyerek yapılan üç devir (daire)'e Sultan Veled Devri denirdi. Bunun ilk düzenleyicisi Sultan Veled olduğu için, onun adıyla anılmıştır.
SULTAN VELED MAKAMI:
Mevlevî tabiridir. Meydan-ı Şerifteki kırmızı renkli posta, Sultan Veled Makamı denir. Şeyh, tören için meydana gelince, bu posta otururdu.
SURET:
Arapça, şekil, heykel, çeşit, nevi, kılıç, biçim vs. gibi anlamları olan bir kelime. Hadis olduğu kaydedilen, Allah'ın Hz. Adem'i kendi suretinde yaratması hususu, onun halifeliğini anlatan bir tabirdir. Kul, hiçbir zaman Allah olamaz. Ortaya çıkıp gerçekleşme tavrında, suretler hem ulvî, hem de süflîdir. Ulvî suret, hakiki ve izafi olmak üzere ikiye ayrılır. 1. Hakiki olanı, vücûdî hakikatler ve rubûbî isimlerin suretlerinden ibarettir. Faal hakikatin, zât-ı ûlûhiyyetden bir cem'i vardır. 2. İzafî olan ise, aklî, müheyminî ve nefsî ruhların hakikatlerinden ibarettir. Süflî suretlere gelince, bunlar imkana ait hakikatlerin suretleridir. Süflî suretler de, ulvî ve süflî olarak ikiye ayrılır. Ruhanî suretlerden, zikri geçenlerin hepsi, ulvîdir. Mutlak ve mukayyed misal âleminin suretleri, bu grubdandır. Süflî'ye gelince, cisimler âleminin suretleri, arş ve kürsi hâriç olmak üzere, bu gruptandır. Anasır ve unsuriyyatın suretleri, buna dahildir.
SÛRET-İ İLÂH:
Arapça, İlâhın sureti demektir, ilâhî isimlerin hakikatlerini gerçekleştirmesi bakımından kâmil insan'a, sûret-i İlâh denir.
SÛRET-İ İRÂDE:
Arapça, iradenin sureti demektir. Nefsin, hiçbir şeyin Allah'ın iradesinin dışında bir irâde ile vuku bulduğunu görmemesi. Herşeyin Hakk'ın irâdesi ile meydana geldiğini görmesi.
SÛRET-İ HAK:
Arapça, Hakk'ın sureti demektir. Hakikat-ı Ehadiyye ve Vâhidiyyeyi gerçekleştirdiği için, bu, Hz. Muhammed (s)'dir. Bu sebeple ona "Sâd" da denir, ibn Abbas (r)'a "Sâd"ın ne anlama geldiği sorulduğunda, şu karşılığı vermiştir: "Mekke'de, üzerinde Rahmanın Arşının bulunduğu bir dağdır".
SÛRET-İ MUHAMMEDİYYE (S):
Allah bunu, el-Bedî ve el-Kâdir isimlerinin nurlarından yaratmıştır. Allah, Hz. Adem'in suretini, Muhammedi (s) suretin bir nüshası olarak yaratmıştır. Hz. Adem Cennetten inince, ruhlar âleminden ayrıldığı için, ona ait suretin hayatı sona ermiştir. Cennette iken, Allah vicdanına duyurma yapmaksızın, Hz. Adem hiç birşeyi kendi başına düşünemiyordu. Dünyaya inince, Allah'tan aldığı bu vicdanı hissedişi kayboldu. Zira Cennette suretlenmiş hayat, onun nefsiyle iken; dünyadaki hayatı, ruh ileydi. Dünya ehline göre Allah ebedî hayatla diriltmedikçe, bu ölü hükmündedir. Ona nazar, onunla onun zatına nazar etmekle olur. Bu da, Allah'ın isim ve sıfatlarıyla tahakkuk eder.' Böylece dünyadaki kişi, cennettekilerde bulunan şeyi elde etmiş olur. Yani cennetteki gibi, Allah kendisine vicdanî sezişle bildirimde bulunmadıkça, hiçbir şeyi tasavvur edemez. Abdülkadir Geylanî'nin yorumu işte bu şekildedir.
SURHÎ:
Farsça, kızıllık demektir. Kalbin kozmik rengi, kırmızı veya sarıdır. Manevî tekâmülün güçlü oluşuna surhî denilir.
SÜHAN:
Farsça, söz demektir. İlâhî uyarı, ilâhî işaret.
SÜHEYLİYYE: Şâziliyye'nin Cezayir'deki kolu (XIX. y. y)
SÜHREVERDİYYE:
Abdülkâhir es- Sühreverdî (ö. 563/1168) ve Ömer es-Sühreverdî (ö. 632/1234) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu olup Kâdiriyye'nin koludur.
SÜKÛN:
Arapça, sakin, hareketsiz olmak demektir. Hakk'ın huzurunda, O'nun inayetinin kuşatması altındaki ruhî rahatlık, sarsıntısız manevî hayat.
SÜKÛT:
Arapça, susmak demektir. Tasavvufta susmak, teslimiyeti ifade eder. Tasavvuf hal ilmi olduğu için, konuşarak değil, susarak yani hâl ile (yaşayarak) öğrenilir. Hz. Hızır (a)'ın, Hz. Musa (a)'dan istediği "susmak"tı. Ancak, bu gerçekleşmedi, iki çeşit sükût vardır: 1. Dış sükût 2. İç sükût. Mesela, tevekkül halindeki kişinin rızık endişeleri açısından kalbi (içi), susma durumundadır. Vücûdun hareketsiz hali de, kendine göre sükûtu ifade eder. Muhib'in sustuğunda helake uğrayacağı, arifin de sustuğunda malik olacağı kaydedilir. Sükût'un sebebi bedihi (açık) hayrettir. Aşık susarsa, arif konuşursa helak olur. ibn Ebi'd- Dünya'nın, konuyla ilgili olarak "Kitabü's-Samt ve Âdâbü'l-Lisân"ı meşhurdur.
SÜLEYMAN:
Hz. Davud'un oğlu Hz. Süleyman, kuş dilini (Mantıku't-Tayr) bilmesi başta olmak üzere, rüzgar ve cinlere hâkimiyetiyle tanınmış bir peygamberdir. Rahmetli Sami Efendi Hazretleri (k) tasavvuf yoluna girmek, kuş dilini bilmektir, diyerek, varlıkları, konuşturmak onlardan ibret almak (nazar) şeklinde bir tanım getirmiştir. Süleyman kuş dilin bilür dediler. Süleyman var Süleyman'dan içerü. Yunus Emre
SÜLÜK:
Arapça, yola girmek, yol almak demektir. Bir şeyhe bağlanan kişinin, belli bir metodla, Allah'a doğru, yani kemalâta doğru iç (manevî) planda yaptığı yolculuğa sülük denir. Süluk'un sonunda "Allah'ı sevmek" tefekkürü (murakabe-i mahabbet) verilir. Ondan sonra "fena" ve "beka" gibi haller ortaya çıkar. Bir kul, en mükemmel varlık olan Allah (c.c) olmıyacağı için, gerçek mânâda sülûkun sonu yoktur. Eşrefoğlu Rumî resmî sülûkunu bitirince, kayınpederi Hacı Bayram Veli (k)'ye "varmamız gereken manevî kemâlâtın sonu bu mudur?" deyince, şu karşılığı alır: "Bir velinin, bin yıl ömrü olsa, ve bu süre içinde sülûka devam etse, peygamberlerin topuğuna bile varması imkansızdır." Peygamberimizin (s) Allah (c)'a en fazla yaklaşan beşer varlığı olarak, Miraç Gecesi'nde, kendisiyle Rabbisi arasında Kabe Kavseyn (iki kaşın arası) kadar bir mesafe bırakılmıştır. Eğer o mesafe de olmasaydı, Peygamberimiz Allah'la ontolojik manada birleşmiş olacaktı ki bu takdirde (hâşâ) Allah olması gerekirdi. Bu ise muhaldir, mümkün değildir. Zira "vema nüve illa beşer" (Mü'minûn/24) O, ancak bir beşerdir.
SÜNBÜLİYYE-İ HALVETİYYE:
Şeyh Zeynûddin Yusuf Sünbül Sinan Efendi (ö. 936/1629) tarafından
kurulmuş bir tasavvuf okulu olup Cemaliyye-i Halvetiyye'nin kollarındandır.
SÜRAHİ : Üns makamı.
SÜRÜR:
Arapça sevinç demektir. Üzüntünün mukabili olan sevinç, üç türlüdür: 1- Zevk sürürü. 2- Şühûd sürürü: ilim perdesinin açılmasıyla oluşan sevinç. 3- icâbet-i semâ sürürü: Vahşet izlerini gideren müşahede kapılarını açan, sâlikin ruhunu güldüren sürür.