• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Zorunlu Anlaşmalar

Üyelik Tarihi
20 Haz 2009
Konular
2,315
Mesajlar
4,689
MFC Puanı
1,680
Müslümanlar çok zor durumlara düşüp, caiz olmayan bir takım hususlar ile barış yapmak zorunda kalabilirler. Fakat zaruret çaresizlik şeklinde olmalıdır. İslâm Devleti, kendisini doğrudan Daveti taşımaya, ALLAH yolunda savaşmaya götürmeyen bir takım anlaşmalar yapmaya zorunlu kılan iç ve dış krizlerin içine düşebilir. Fakat bu anlaşmalar İslâm Davetini ileride taşıma ya da Davetin durması, şerrini giderme ya da Müslümanların varlığını koruma imkânı sağlayan şartların oluşmasını kolaylaştıran türden anlaşmalar olmalıdır. Bu tür anlaşmaların yapılmasını zaruret hali zorunlu kılar. Onun için o anlaşmaları yapması halifeye caiz olur. Bu anlaşmaların Müslümanlara uygulanması da caiz olur. Bu tür anlaşmalar fakihlerin belirlediği şu iki halde vukuu bulur:

1- Harp ehlinden bir topluluk, ülkelerinde kendilerine İslâm hükümlerinin uygulanmaması şartı ile Müslümanlara her sene belirli bir haraç vermeleri karşılığında belirli birkaç sene sulh anlaşması yapmayı Müslümanlardan istediğinde bu kabul edilmez. Çünkü bu küfrü ikrardır/onaylamaktır. Fakat devlet zulme engel olmaya gücü yetmediğinde, bu anlaşmada Müslümanlar için hayır olduğunu gördüğünde ancak o takdirde anlaşmanın yapılması caiz olur. Bu durumda devletin onlara yardım yapma yükümlülüğü olmaz. Çünkü onlar bu anlaşmayla İslâm’ın hükümleri ile kayıtlı olmayı kabul etmemişler ve de İslâm’ın yönetimine boyun eğmediklerinden dolayı da harp ehli olarak kalmışlardır. Dolayısıyla onlara yardım etmek Müslümanlara vacip olmaz.

Nitekim Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem, Yuhana b. Ru’be ile Tebük’de Şam beldelerinin sınırında sulh anlaşması yaptı. Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem onu bölgesinde dini üzere terk etti. O Müslümanların bayrağı ve yönetimi altına girmedi. Belirli bir süre ile sınırlı olan bu anlaşma, o devlete İslâm Devletinden saldırmazlık emanı vermektedir. Dolayısıyla Müslümanlardan o devlete giden kimse, ayrı bir eman olmaksızın o anlaşmanın emanına dâhil olur. Onun, o devletin halkına karşı çıkması caiz olmaz. O devletin tebaasından Müslümanların ülkesine giren kimse de o anlaşmanın emanına dâhil olur. Anlaşma dışında yeni bir emana gerek kalmaz. Ona Müslümanlardan birisinin karşı gelmesi caiz olmaz. Bu devlete ait ticaret malzemeleri taşıyan tüccarlar engellenmezler. Ancak harpte kullanılan silah, harp malzemeleri v.b. gibi malzemeler hariç. Çünkü onlar anlaşmalı kimseler olsalar da, harp ehlidirler.

2- Birinci halin aksidir. Bu kendilerine ses çıkarmamalarına karşılık Müslümanların düşmanlarına mal/para ödemeleridir. Nitekim fakihler şunu zikretmişlerdir: Düşman, Müslümanları kuşatıp onlardan kâfirlere her sene belirli bir şey vermeleri karşılığında, belirli seneler sulh anlaşması yapmayı talep ederlerse, zaruret olmadıkça halifenin Müslümanlara zillet ve düşüklük konumunu içermesinden dolayı bu talebi yerine getirmesi uygun düşmez. Zaruret hali ise; Müslümanların helak olmaktan korkmaları ve halifenin bu sulhun onlar için hayırlı olduğunu düşünmesidir. O zaman halifenin bunu yapmasında bir sakınca olmaz. Buna delil de şu rivayettir:

“Müşrikler Hendek günü Müslümanları Medine’de kuşatmışlardı. Böylece Müslümanlar bir belaya düşmüşlerdi.

Bunu ALLAH’u Teâlâ şöyle bildirmektedir:

هُنَالِكَ ابْتُلِيَ الْمُؤْمِنُونَ وَزُلْزِلُوا زِلْزَالاً شَدِيدًا “İşte orada iman edenler imtihandan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardır.”[1]

Bunun üzerine Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem, Guyyine b. Husan’a bir mesaj gönderip ondan, her sene Medine’nin meyvelerinin üçte birini kendilerine verilmesi karşılığında, beraberlerindekilerle birlikte geri dönmesini talep etti. O, meyvelerin yarısı kendisine verilmedikçe geri dönmeyi kabul etmediğini bildirdi. Ne zaman ki onun elçileri Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in önünde sulh anlaşmasını imzalamak için hazır olduğunda, Ensar’ın efendileri Sa’ad b. Muaz ve Sa’ad b. Ubâde RadıyAllah’u Anha ayağa kalkıp şöyle dediler: “Ya Rasulullah, eğer bu vahiyle belirlenmişse emrolunduğun şeyi uygula, eğer senin kendi görüşün ise; biz ve onlar cahiliyyede iken bizim ve onların bir yaptırımı yoktu. Onlar, Medine’nin meyvelerine satın almak ya da misafirlere sunulan ikram dışında cesaret edemezlerdi. O halde ALLAH bizi Rasulü’nü göndererek dini ile aziz kıldıktan sonra mı onlara karşı düşüklük göstereceğiz? Biz onlara ancak kılıçla karşı dururuz.”

Bunun üzerine Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem şöyle dedi: إني رأيت العرب رمتكم عن قوس واحدة فأحببت أن أصرفهم عنكم فإذا أبيتم ذلك فأنتم وأولئك إذهبوا فلا نعطيكم إلا السيف “Ben Arapların bir tek yaydan çıkan oklar gibi üzerinize çullandığını gördüm onları üzerinizden savmak istedim. Eğer bunu kabul etmezseniz, işte siz ve işte onlar. (O elçilere dönüp) Haydi gidin. Biz size sadece kılıç gösteririz."[2]

Bu delâlet ediyor ki, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem Müslümanlarda zayıflık hissettiğinde başlangıçta sulh yapmaya meyletti. Sonra onlarda Sa’ad b. Muaz ve Sa’ad b. Ubâde RadıyAllah’u Anh’ın sözleriyle onlarda kuvvet olduğunu görünce de bunu yapmaktan kaçındı. Bu zarar görme korkusu olduğunda, onlara mal vermek üzere kâfirler ile sulh anlaşması yapmakta bir sakınca olmadığına delâlet etmektedir. Zira onlar Müslümanlara galip gelirlerse bütün mallarına el koyarlar ve nesillerini esir alırlar. Şu halde, Müslümanların mallarına ve nesillerine gelecek zarardan esirgemek için malın bir kısmını vermek ehvendir ve daha faydalıdır
 
Üst