• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

26 kasım 2019 günün hikayesi

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üyelik Tarihi
14 Kas 2019
Konular
16
Mesajlar
197
MFC Puanı
80
Yağmur

Genç öğretmen henüz mektepten dönmüştü. Kapının yanındaki küçük odada güzel, ince sesiyle yavaş yavaş şarkı söylüyordu. Bu onun çok eski -minimini bir mektep talebesi olduğu günlerden kalma- bir âdetiydi: Akşamları evin kapısından girince çantasını top gibi havaya atıp tutar, şarkıya başlardı. Aradan on beş seneye yakın zaman geçmişti. Sitare büyük mektep talebesi, daha sonra ana mektebi öğretmeni olmuştu.

Her ev gibi onların evi de büyük savaşın musibet ve matemlerinden hissesini almıştı.

Meşhur dava vekili olan babası, harbin ilk senesinde ölmüş, iki sene sonra büyük kardeşi Kafkasya’da şehit düşmüştü. Memlekette iş bulamayan küçük kardeşi, senelerden beri Mısır’daydı. Orada bir eski baba dostunun ticarethanesinde çalışıyordu.

Bin naz içinde büyüyen şımarık, nazlı Sitare, bugün ana mektebi öğretmeniydi. İhtiyar ve hastalıklı annesine bakabilmek için akşama kadar elliye yakın mini mini yaramazın kahrını çekiyordu.

Bu aile inkılâpları, elbet onun ruhunu da çok değiştirmişti. Fakat buna rağmen o eski neşesini ve çocukluğunu bırakmıyor, kapıdan girer girmez şarkısına başlıyordu. Meveddet Hanım kızının sesini çok sever, daima tatlı bir hüzünle dinlerdi. Çünkü bu ses, onu birkaç dakika için eski, güzel günlerine götürüp getirirdi.

Merdiveni inip çıkmaktan güçlük çektiği için Sitare’yi daima yukarı kattaki odasında beklerdi. Fakat bu akşam ona verilecek önemli bir müjde vardı. Yavaş yavaş aşağıya indi; kızın mektep dönüşünde şarkı söyleyerek soyunduğu odanın kapısını açtı.

“Sitare sana büyük bir müjdem var, kızım…”

İhtiyar kadın, sözünü bitiremedi; gördüğü şey karşısında dili tutuldu.

Sitare denizden çıkmış gibi tepeden tırnağa kadar su içindeydi. Siyah saçları yüzüne, boynuna, ince elbiseler vücuduna yapışmıştı. Çoraplarından, iskarpinlerinin ucundan çamurlu sular sızıyordu. Fakat o, yine neşesini bozmaya lüzum görmüyor, dolaptan çamaşır çıkarırken şarkı söylemeye devam ediyordu.

Annesini görünce birdenbire sustu. “Müjde mi? Ne müjdesi anne?”

Meveddet Hanım söyleyeceğini unutmuştu. “Sitare, ne oldun? Bu ne hâl?” diye telaşlanıyordu.

O, sabırsızlıkla acele acele, “Önemi yok… Yağmura tutuldum,” dedi… “Söylesene, anne, merak içinde bıraktın beni…” İhtiyar kadın titrek elleriyle ona yardıma çalışıyor, çamaşırları karıştırıyordu.

“Çabuk… çabuk… a, deli çocuk, hasta olacaksın…”

Sitare kahkahalarla gülmeye başladı, “Telaş etme, anne… Farz et ki denize girdim… Çamaşırlarımı büsbütün altüst ediyorsun… Şimdi müjdeyi söyle… Yoksa vallahi giyinmem… Böyle dururum…”

Omuzlarına, göğsüne yapışmış elbiseleriyle annesinin karşısında bir heykel pozu alıyor, beyaz dişlerini göstererek gülüyordu.

Fakat onun fazla üzgün ve telaşlı olduğunu görünce birdenbire boynuna sarıldı; acele acele yanaklarını öptü.

“Peki, anne… peki… Göreceksin bir dakikada tamamıyla kurulanıp giyineceğim… Fakat sen de bana müjdeyi söyle…” Sitare çamaşır değiştirirken annesi anlatmaya başladı. “Mısır’dan mektup geldi… Kardeşinin bir çocuğu dünyaya gelmiş. Göğsünü o hamam havlusuyla kurula, ovuştur, Sitare…

“Anne, devam etsene, canım… Erkek mi, kız mı?”

“Kız… İsmini Leman koymuşlar… Nasıl oldu da bu kadar ıslandın?”

“Anne, Allah aşkına bırak beni, mektubu anlat… Demek ben, şimdi hala oldum? Ah, ne güzel… Ne güzel… Yazık göremeyeceğim ki…

Anlatmak sırası nihayet Sitare’ye geldi.

“Küçüklerimi gezmeye götürdüm, anne… Hava öğleyin öyle güzel, öyle güzeldi ki… Müdürden izin istedim. `Karşı ki çayırda biraz dolaşır, gelirsiniz,’ dedi… Ortalık yeşillenmiş; çiğdemler açılmaya başlamış… Küçükler, `Ne olur, öğretmen hanım, daha gidelim,’ diyorlardı. Zaten çayırın bir tarafına başıboş atlar Salı vermişler. öbür tarafta sporcular top oynuyor. Küçüklerimden birinin kazaya uğraması muhtemel… Sonuçta çayırdan çıktık. Yol kenarlarında açılmış çiçekleri toplayarak ilerlemeye başladık. Farkında olmamışım, anne… O kadar fazla yürümüşüz ki…”

“Ah Sitare… Sen hiç akıllanmayacaksın… Oysa sana bu kadar çocuk teslim etmişler.”

“Anneciğim, vallahi ben kendi kendime söyledim… `Farkında olmadan bir hayli yol gitmişiz,’ demek bir öğretmen için affedilir kabahat değil ama işte oldu… Ne yapmalı. Bununla birlikte, benim daha büyük kabahatim var… Karşı tepelerden doğru yavaş yavaş üstümüze gelen kara bulutun farkında olmamışım… Birdenbire başımızdan aşağı bir şiddetli yağmur boşanmasın mı? Yavrucuklarım şaşırdılar; ağlaşıp bağrışmaya başladılar. Bereket versin, bir iki dakika ilerimizde çatısı kalmış boş bir kır kahvesi vardı. Büyücekler oraya koştular. Pek miniminileri ikişer ikişer koltuklarımın altına sıkıştırarak koşa koşa çatının altına götürüyor, sonra başkalarını almak için geri dönüyordum. Bu oyun, küçüklerimi pek eğlendirmişti. Ben oradan oraya koşarken yaramazlar öyle bağrışıp gülüşüyorlardı ki… Nihayet hayli ıslanmış olarak kendim de çatının altına girdim. Koşmaktan nefesim kesilmişti. Bu sırada küçüklerimden ikisinin eksik olduğunu fark etmeyeyim mi? Aklım başımdan gitti. Deli gibi fırladım. `Cemil, Cemile!’ diye haykırarak yağmurun altında dört dönüyordum. Bunlar, beş yaşında iki ikiz kardeştir. Babaları yoktur. Anneleri hastanededir. Teyzelerinin yanında otururlar, fakat kadıncağız, gündüz işe gittiği için onları mektebe bırakır.

“Cemil ile Cemile’yi kimsesiz oldukları için öteki çocuklardan fazla severim. Onlara öğretmen gibi değil, anne gibi, dadı gibi bakarım. Hatta müdür ve arkadaşlarım bana, “Sen her şeyi ters yapıyorsun… Mahallemizdeki büyük zatların çocuklarını ihmal edip onlarla uğraşıyorsun… Bu adeta delilik…” diye darılırlar. Her neyse, üç beş dakika oraya, buraya koştuktan sonra yetimlerimi buldum… Yol kenarında bir çukura girmişlerdi. Korkudan ağlamaya bile cesaret edemiyorlar, birbirlerine sımsıkı sarılarak titreşiyorlardı. Çaylak, tavuk kapar gibi çocukları yakaladım; çatının altına getirdim… Sırılsıklam olmuşlardı… Mutlaka hastalanacaklar, belki de öleceklerdi… Onları bu hâlde bırakamazdım… Fakat Allah’ın kırında ne yaparsın? Hemen paltomu çıkardım. Bir çekişte ortasından ikiye ayırdım. Bir parçasına Cemil’i ötekine Cemile’yi sardım. Yağmur zaten hafiflemişti. Hemen yola düştük. Küçük kafile görülecek şeydi. Benim saçım başım açıktı. Hıristiyan kızları gibi arkada, talebenin arasında koşuyordum… Ağlayacak gibi bir hâldeydim. Fakat ben, kendimi bırakırsam küçüklerin hâli ne olurdu? Onun için durmadan gülüyordum. Hatta çocukları bir mektep şarkısı söylemeye teşvik ettim. Yolda bize tesadüf eden insanlar, kahkahayla gülüyorlardı. Arabacı kılıklı bir genç alaya başladı.

” Oğlum, bunlar bizim evlatlarımız, kardeşlerimiz sayılır… Adam olsan böyle güleceğine yardım edersin.” dedim.

“Bu genç göründüğü kadar fena bir insan değilmiş. . “Yapılacak bir şey varsa söyle de yapalım, hanım abla?” dedi.

“Ha şöyle yola gel!”

“Hemen kucağımdaki çocuklardan birini onun kollarına tutuşturdum. Zaten mektebe beş dakikalık bir yol kalmıştı…”

…

Meveddet Hanım kızının hastalanmasından korkuyordu. Onu yarı zorla yatırdı. Ayaklarını hardallı suya soktu, yine zorla ıhlamur içirdi.

Sitare ertesi sabah hasta uyandı. Gözleri kırmızı, sesi kısıktı. Kesik kesik öksürüyordu. Akşama doğru ateş büsbütün arttı ve genç kız sayıklamaya başladı. Öğretmen şiddetli bir zatürree geçirdi. Onu, komşularından bir emekli askeri doktor tedavi ediyordu. Hastalığın on üçüncü günü doktor konsültasyona ihtiyaç gördü. Fakülte hocalarından bir eski arkadaşını getirdi. Uzun bir muayeneden sonra Meveddet Hanıma biraz tereddütlü bir lisanla, “Şimdilik geçmiş olsun, hanımefendi,” dediler. “Fakat ciğerler biraz zayıf… Hastanın bir zaman istirahata, hatta küçük bir hava değişikliğine ihtiyacı var… Merak etmeyin… Pek önemli bir şey değil… Herhalde bir zaman mektebe gitmemeli.”

Ertesi sabah gazetelerde şöyle bir haber okundu: “…mektebi ana sınıfı muallimlerinden Sitare Hanımın bir mektep gezisi sırasında tesettür kuralına aykırı olarak başını açtığı ve yalnız bununla da; yetinmeyerek açık saçık bir hâlde dolaştığı, ayaktakımından birini yanına aldığı görülerek Maarif Bakanlığı’na ihbar edilmiş ve muallimlik ağırbaşlılığı ve haysiyetiyle bağdaşmayan bu uygunsuz durum sebebiyle yüce eğitim mesleğinde çalıştırılmamak üzere azil ve ihracı bakanlıktan Maarif Müdürlüğü’ne bildirilmiştir.”

Reşat Nuri Güntekin
 

Pamira

Moderatör
İçerik Üreticisi
Üyelik Tarihi
22 May 2019
Konular
2,801
Mesajlar
9,706
MFC Puanı
60,560
Çinliler bambu ağacını şöyle yetiştirir:

Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır, gübrelenir.Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz.

Tohum yeniden sulanıp gübrelenir. Bambu ağacı ikinci yıl da toprağın dışına filiz vermez.

Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir.

Fakat inatçı tohum bu yıl da filiz vermez.

Çinliler büyük bir sabırla beşinci yılda bambuya su ve gübre vermeye devam ederler.

Nihayet beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar.

Altı hafta gibi kısa bir sürede de yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır.

Akla gelen ilk soru şudur:

Çin bambu ağacı 27 metre boyuna altı haftada mı yoksa beş yılda mı ulaşmıştır?

Bu sorunun cevabı tabi ki beş yıldır.

Büyük bir sabırla ve ısrarla tohum beş yıl süresince sulanıp gübrelenmeseydi ağacın büyümesinden hatta var olmasından söz edermiydik?

Bir başarının şartları her zaman çok basittir.

BİR SÜRE İÇİN ÇALIŞIN,

BİR SÜRE İÇİN TAHAMMÜL EDİN,

HER ZAMAN İNANIN

VE HİÇBİR ZAMAN GERİ DÖNMEYİN.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst