• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Benliğin Sınıfsal Kurgusu

diShy

Onursal Üye
Üyelik Tarihi
27 Kas 2009
Konular
32,527
Mesajlar
50,860
MFC Puanı
2,580
Benliğin Sınıfsal Kurgusu

Depresif bireylerin ne tür kişilik özellikleri gösterdiklerini daha önce belirttiğimiz için, burada bu özellikler üzerinde durmak yerine sadece, benliğin toplumsal değişkenler bağlamında nasıl kurgulandığını ve bunun ruhsal hastalık riskleri üzerindeki etkilerini tartışmaya çalışacağız. Depresyonun oluşumunda ve devamında, bireyin benlik imajında meydana gelen yıkımın önemli bir yeri vardır. Benlik imajının ise, bireyin kendini değerlendirmede başvurduğu bilişsel şemalarına referans sağlayan sosyal şartlarla ve değerlerle alakalı olduğunu söyleyebiliriz.​
Benlik, kişinin yaşadıklarının bir bütün olarak örgütlendiği duygusal ve bilişsel süreçler sistemi olarak tarif edilebilir. Benlik, bireyin kendine ilişkin düşünceleriyle başkalarının kendisine yönelik tutum ve davranışlarının karşılıklı etkileşiminin bir yansımasını ifade eder. Benlik, bireyin ne olduğunu ve ileride ne olmak istediğini, başkalarının kendi hakkında neler düşünmelerini istediğini yansıtan bir kavram olduğundan değer yüklü bir içeriğe sahiptir (Poloma,1993:223). Benlik saygısı, bir anlamda, kişinin kendi kişisel özelliklerini beğenmesini, değerli ve başarılı görmesini ifade ettiğinden, bireyin sosyal pozisyonuyla benlik saygısı arasında ciddi bir bağlantı vardır. Çünkü, genel olarak, benlik saygısı, bireyin sahip olduğu statü ve rollerinin sonucunda edinilir. Nitekim, Mc Call ve Simmons, "Kimlikler ve Etkileşimler" adlı eserinde, bireyin kendine olan bakışının sosyal olarak kurulduğunu belirtmişlerdir (Brown,1989:235). Benlik saygısıyla ümitsizlik ve depresyon duygulanımı arasında karşılıklı bağlantılar vardır. Depresyonda önemli bir belirleyici olan ümitsizlik duygusunun ve düşük benlik saygısının oluşmasında ise, ailenin sosyo-ekonomik kökeniyle bu zeminin belirleyici olduğu travmaların önemli bir etkisi vardır. Bu anlamda, bireylerin toplumda işgal ettikleri yeri ifade eden statünün, psikolojik bir değeri vardır.​



Sosyal statü, belli tüketim alışkanlıkları, eğitim ve gelire bağlı olarak değişen, statü sembolleriyle kendini belli eder. Bireyin, diğerlerinden göreceği sevgi ve saygı, onun ruhsal sağlığı için oldukça önemlidir. İnsanların kendilerine saygı duyabilmeleri ise, en azından, toplumsal saygı kaynaklarını içeren yüksek statülere sahip olup olmamalarına bağlıdır. Statü ve prestij artışı, modern dünyada, maddi olanaklarla yakından ilgili olduğundan sağladığı tatminlerle, bir meta gibi değerlendirilebilir; çünkü bu, markalı bir araba, lüks bir yaşam ve toplumsal saygı anl***** gelir.

Nasıl ki, üst ben, diğer insanların içe yansıtılması ile somutluk kazanıyorsa, benlik imajımız da, sosyal tabakadaki yerimize göre, diğerlerinin bakışları dolayımıyla, yani statü aracılığıyla edinilir. Sartre’ın deyimiyle, “ilke olarak, başkası, bana bakan kimsedir... İmkanlarının saklı ölümü... Görülmüşlüğüm, beni böylece, benim olmayan bir özgürlüğe karşı koyamayacak bir varlık olarak oluşturur. Bu anlamda, başkasına göründüğümüz kadarıyla kendimizi, köleler olarak kabul ederiz” (Duhm,1996:141).

Birey statüsü ile özdeşleştiğinden, sosyo-ekonomik düzeydeki düşmeyle depresyon arasında ters bir korelasyondan bahsedilebilir. Statü, kendine saygının önemli bir kaynağı olarak aynı zamanda, benlik bilincinin bir parçası olan özlem düzeyini belirlediğinden, düşük veya düşmekte olan statünün, hayal kırıklığı üzerindeki etkisini anlayabiliriz. Öncelikle düşük statü, tecrit edici bir durumu yaratabilir veya aşağı doğru sosyal hareketlilik, statü kaybı, yakın sosyal çevrenin koruma duvarının dışına itilmek riskini bağrında taşır. Bundan dolayı, alt tabakalar, en az değer gören ve marjinalleşme potansiyeliyle hastalık yükü en fazla risk gruplarını bağrında taşır.

Statü, bireyin, toplum içinde yerine getirdiği rollerle yakından alakalıdır. Rol, sosyolojik anlamda bireyin, ceza verme yetkisini elinde bulunduran diğerlerinin beklentilerine göre tanımlanır. Daha iyisi olmak için gösterilen bu çabayı, kapitalist ekonomi bağlamında, diğerlerinin beklentileri dolayımında anlayabileceğimizi söyleyebiliriz. Gerçekten de, bireyin, iç ve dış beklentilerinin yüksekliği karşısında, sahip olduğu potansiyellerinin yetersizliği, birey için ciddi bir risktir. İlerleme ideali, sınıf atlama şeklinde ortaya çıktığından, alt tabakada olanlar bir yana, durumlarını daha fazla iyileştiremeyenlerin bile iyi olmadıkları, geri gittikleri algısına sahip olmaları doğaldır. Çoğu mükemmelci depresif hastanın, aslında, kendi alanlarındaki birçok kişiden daha iyi olmalarına rağmen, yeterince başarılı olmadıkları için kendilerini sert biçimde eleştirip depresyona girmelerinin altında da, kanaatkârlıktan yoksunlaştıran üretim tarzıyla kapitalist sistemin artan beklentileri vardır.

Prestij ve üstünlük ihtiyacımızla beslenen reklamlardan da anlaşılacağı gibi, statü, ister öznel, ister nesnel anlamıyla olsun, bireylerin bir şeylere sahip olup olmamalarına yani, yüksek bir gelirin ve iyi bir mesleğin olup olmamasına göre artıp azalabilmektedir (Duhm,1996:140). Özellikle, gelir durumu, sınıfsal konumun en önemli bileşenini oluşturur. Hane halkının gelir durumuyla ilgili çalışmalarda farklı sonuçlar bildirilmişse de Norman Brodbom ve David Caplovitz, yaptıkları bir araştırmada, birçok veri içerisinde, mutluluğu, en çok etkileyen faktörün, gelir durumu olduğunu tespit etmişlerdir (Cole,1999:23). Bu durumda, her şeyin garantisi olmasa da ruh sağlığının asgari şartının, geçim yapabilecek bir gelire ve sosyal bir güvenceye sahip olmak olduğunu ifade edebiliriz.

Ancak, sanıldığı gibi, bizatihi yoksulluk sorununun kendisinin, kendinden menkul bir sorun olmadığını düşünüyoruz. Reklamlarla pohpohlanan sınıfsal çelişkiler, içinde bulunulan durumu sorun olarak algılamanın temelinde bulunmaktadır. Yani, sorun, bizim neye sahip olamadığımızın yanı sıra, başkalarının neye sahip oldukları ile de yakından ilgilidir. Başkaları ile kıyaslayarak edinilen “ben değeri”, verili bir kültürel, ekonomik standartların sonucunda oluşur. Neyin, kimin kötü durumda olduğunu belirleyen, etiketleyen standartlar, değerler gözlüğüyle diğerlerinin durumuna bakılarak tespit edilir, ve bu kıyaslama, alt düzeydekilerin kendilerini kötü durumda algılamalarını belirler. Bununla ilgili olarak yapılan bir araştırmanın sonucuna göre, ruhsal hastalıkların ve depresyonun anlaşılmasında, asıl önemli olanın, gelir durumundan ziyade gelir eşitsizliğinin olduğu yerlerde yaşamanın getirdiği gerilim olduğu ifade edilmektedir. Londra’da yapılan bir çalışmada, gelir eşitsizliğinin fazla olduğu yerleşim yerlerinde, fakirliğin bu durumdaki bireyler için daha büyük bir sorun olduğunu ortaya koymuştur (Weich,2001:226 ).

Sosyo-ekonomik yapı içerisinde önemli bir yer tutan faktörlerden biri de bireyin sahip olduğu meslektir. Mesleğin, bireyin kişiliği ve ruhsal sağlığı üzerinde ciddi etkileri olduğu ifade edilmektedir. Örneğin, çoğu kişilerin aşırı kontrol edilen, aşırı düzenli ortamlarda rahatsız oldukları bilinen bir durumdur. Yapılan görevlerde, alt sınıflara ait mesleklerde olmayan kontrol etme, planlama ve yönetme davranışlarının depresyona karşı koruyucu olduğu bulgusundan hareketle, bu tür yetkileri içermeyen alt sınıfla ilgili mesleklerin depresyon açısından risk oluşturabileceği düşünülmektedir (Link,1993:1352-1356).

Mesleklerin bireylerin ruhsal sağlıkları üzerindeki etkilerini araştıran ve sosyal sınıf sürecinin doğrudan psikojenik etkiler doğurduğunu ileri süren Lenski, statü çatışması veya uyuşmazlığı modeliyle bireyin eğitim gördüğü bir alandan çok farklı veya onunla çatışan bir meslekte çalışmak zorunda kalmasının yarattığı ruhsal sorunlara değinir. Örneğin, ekonomik gerileme dönemlerinde, yüksek eğitimli bireylerin alt sınıf işlerde çalışmak zorunda kalmaları gibi, sosyal sınıfların birbirine paralel olmayan boyutlarının yarattığı ruhsal sorunlar bu bağlamda değerlendirilmektedir (Dressler,1985:13). Bu açıdan işsizliğin ve meslekle ilgili sorunların gelecek kaygılarını ve ümitsizlik duygularını arttırarak ciddi ruhsal sıkıntılar doğurduğunu ifade edebiliriz.

Günümüzde, modern toplumlarda başarı ve gelir düzeyiyle yakından ilgili olan eğitim, gerçekten de, hem iş hayatındaki hem de sosyal ilişkilerdeki anahtar işlevinden ötürü, toplumsal prestijin önemli kaynaklarından biridir. Bireylerin sosyal konumlarının önemli belirleyicilerinden biri olan eğitim, modern zamanlarda, sınıf atlamanın önemli bir adımını oluşturur. Eğitim seviyesinin yüksekliği ve genelde onunla birlikte gelen başarı, bireylerin kendilerine olan güvenlerinde, yasal-yasal olmayan sorunlar karşısında mücadele etmelerinde ve alternatifler geliştirmelerinde, oldukça önem taşır. Bunun yanı sıra, modern dönemde, okumaya verilen değerin bir sonucu olarak, eğitim seviyesi, bir statü öğesi olarak değerlendirildiğinden, düşük eğitim seviyesi ve başarısızlık, bireylerin benlik imajlarında zaaf oluşturan faktörlerden biri olarak depresyonda ve ruhsal hastalıklarda bir risk etmeni olarak değerlendirilebilir.

Bu konuda ilginç bir veri de, kendilerini hasta olarak tanımlayan insanların, hasta davranışı sergiledikleri hususudur. Bu verilerde, beklentilerinde başarısızlığa uğrayanların veya kendilerini öyle hissedenlerin, bu durumlarını hasta rolüyle meşrulaştırma yoluna başvurduklarını göstermektedir (Cole,1992:29-33). Ancak, sanıldığının aksine, bazı insanlar, hasta oldukları için sosyal rollerini ihmal etmekten ziyade, bu rollerini yerine getiremedikleri için, kendilerini sağlıksız hissetmekte veya gerçekten hasta olmaktadırlar. Burada, bu insanların numara yaptığı falan kastedilmemektedir. Bilakis, bu tür hastaların, içinde bulundukları hastalıklı sosyo-ekonomik düzey, onları, böyle bir tutuma yöneltmektedir. Çünkü, insanların içinde bulundukları pozisyonla sahip oldukları değer ve zihniyet yapısı arasında önemli bağlantılar vardır. Örneğin, kader düşüncesinin, alt sınıflarda daha fazla olması, bu sınıfların zorluklarla mücadele etmeyi, hayatlarını kontrol etmeyi öğrenmede yetersiz kalmalarına neden olduğundan, bu sınıflardaki bireylerin, ümitsizlik duygularına kapılarak ruhsal açıdan rahatsızlanmaları, daha olası görünmektedir.

Toplumsal farklılaşmanın arttığı modern zamanlarda eşitlik, ilerleme ideali ve demokratik diğer haklar, bu hedeflere ulaşamayanların hayal kırıklığını tahrik eden potansiyeller olarak, bireylerin beklentilerine eklenmiştir. Lerner'in şehirleşme kuramında belirttiği gibi, diğer faktörlerle birlikte, artan coğrafi ve sosyal hareketlilik, kitle iletişimi ve empati düzeyi, düşük sosyo-ekonomik düzeye sahip bireylerin, kendilerini, diğerleriyle kıyaslayıp, kötü hissetmelerine neden olan mekanizmayı anlamamızda, önemli bir rol oynamaktadır. İnsanlar arasında eşitlik idealini yaratmanın yolu, insanlar arası dayanışmadan geçmektedir. Birlik, beraberlik, güven duygusunu besleyen dayanışma duygusu ise, buna ait değerlerle, insanlar arasındaki ortak paydaların genişliğine bağlıdır. Çünkü, bireylerin diğerleriyle özdeşim kurabilme kapasiteleri, sahip oldukları benzerlikten etkilenir. Halbuki, sınıfsal uçurumlar, bu tabanı ciddi bir şekilde oymaktadır. Bu durumda, ahlaki değerler zayıflayınca, insanlar arasındaki dayanışmanın yerini, menfi çatışmalar almakta ve toplumsal yapı, bu çatışmaları düzenleyemediğinden, menfaat, yaşayış ve zihniyet farklılıkları, sosyal huzuru bozma riski taşımaktadır (Güngör,1995:113-155). Yoğunluğu gittikçe artan, karmaşıklaşan hayat, değişen değer yargıları ile birlikte, kendini realize etmektedir. Artan farklılaşma neticesinde, çatışan çıkarlarıyla, bu kadar rekabetçi, parçalı bir toplumsal yapı, belki de, tarihte ilk kez ortaya çıkmıştır. Bu farklılık, diğerleriyle özdeşleşmeyi engelleyen kıyaslamalarla hayal kırıklıklarını arttırdığı müddetçe, ruhsal hastalık, özellikle, alt sınıflarda tanısını alacaktır.

İnsanların, diğerlerinin bakışına olan bağımlılıkları, onları, prestijlerini yükseltme konusunda gerilime sokar. Bireylerin diğer insanlardan üstün olma amacıyla sınıf atlama isteğinin altında da, bu duyguların önemli bir etkisi olduğu söylenebilir. Adler, üstün olma çabasını, aslında, insanlara tahakküm etme güdüsünün bir sonucu olarak, ruhsal hastalıkların temelindeki duygu olarak yorumlar (Adler,1997:50). Evrimsel bakış açısını savunan bilimsel çevrelerin, oldukça aşina oldukları bu üstünlük arayışının, Adler’in ileri sürdüğü fikirden farklı olarak yani, doğuştan gelen bireysel bir olgu olmaktan çok, sosyal tabakalaşma tarzının bir fonksiyonu olduğunu düşünüyoruz. Gerçekten de, Adlerci bir perspektifle de olsa, bu üstünlük ve tahakküm duygusunun, sosyal yapının bir tümleyicisi ve ürünü olduğunu görmemek mümkün değildir. Ayrıca, bütün içsel çatışmaları, üstünlük arayışları, kaygı ve travmaları düzenlemeye çalışan savunma mekanizmaları, toplumun kültürel ve toplumsal işleyişince belirlenir ve bu yapıyı beslerken, sonuçta, bir toplumdaki yaşamı karakterize eden sosyal tabakalaşma tarzı, rekabeti, bütün sömürüsü ve tahakkümüyle bu belirleyicilikte, üstüne düşen hayati rolü yerine getirir. O halde, sonuç olarak, bir yandan, ekonomik işlevselliği bozan, öte yandan ideolojik duruşların altını oyan hastalık rolüyle, depresyon, dengesiz tabakalaşma ve kontrolsüz bir kapitalizmle yakından alakalı olup bu sosyo-ekonomik yapı için paradoksal bir işlevselliğe sahiptir.

Daha önce belirttiğimiz gibi Adler, sınıf bilincinin, aşağılık hissinden kurtulmayı arzulayan, duygulanımsal bir temele dayandığını vurgular. Bu fikre dayalı olarak, marksist bazı düşünürler, proteleryanın sınıf bilinci arttıkça, aşağılık hissinden kurtulmak için bile olsa, durumlarını kader olarak benimsemeyeceklerini belirtir (Jakoby,1996:48). Halbuki, hastalık nosyonu geliştikçe, hastaların, durumlarını kader veya ideolojik bir çerçeve içerisinde değerlendirmek yerine, hastalık olarak şematize ettiklerini söyleyebiliriz. Bu anlamda, genelde, ruhsal hastalıkların ve konumuz olması itibariyle de depresyonun, alt tabakaların bilincini körelten, fonksiyonel bir hastalık olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca, paradoksal olarak, bu hastalığın, diğer sektörlerdeki ekonomik işlevselliği zedelese de iradesizce karşı durduğu kapitalizmin muazzam ilaç sektörünü önemli ölçüde beslediği söylenebilir.

Genel anlamda sınıfsal konumun önemli bir parçası olan para ve prestij, yüksek değişim değeri olan başarıya karşılık olarak kazanıldığından, başarısızlık veya kaybetme korkusunun, ciddi bir ruhsal travma kaynağı oluşturduğunu biliyoruz. Ama, asıl önemli olan soru, neden kaybetme veya üstünlük arayışındaki bir engel bireyde, bu kadar yıkıma neden olarak onu intihara kadar sürükleyebilecek bir depresif duygulanıma hapsedebiliyor? Elbette, bir kaybı, sadece, psikoanalitiğin yas çağrışımları kapsamında değerlendirmek veya köksüz içsel çatışmalarda aramak, mümkün değildir. Bu konuda, çeşitli olaylara verilen anlamın, tarihsel ve kültürel değerler ve bu değerlerde yaşanan değişmeler bağlamında yorumlanmasının uygun olacağını sanıyoruz.

Orta çağ dizgesindeki toplumsal dengeye karşılık, günümüzün hızlı toplumsal hareketliliği, sadece, birkaç kişinin ulaşabileceği ödüller için, birçok insanın çılgınca çırpınıp durduğu bir devingenliğe sahiptir (Fromm,1990:102). Elbette, orta çağ insanının da servet peşinde koşmadığını, hırs sahibi olmadığını söyleyemeyiz. Ancak, bu durumu dengeleyen ve eleştiren bir ahlak baskısı olduğundan, bu duyguların, bireyler için rahatsızlık vermediği ifade edilmektedir. Ülken’e göre bolluk, refah, şan, şöhret, gösteriş merakı, sadece, bugün değil, Ortaçağda da üst sınıfın önemli özelliklerinden biri olmuştur. Osmanlı’da alt tabakadan üst tabakaya tırmanmayı, güç ve ihtişam arayışının sebebi olarak yorumlayan Ülken, Orta çağda, sosyal tabakalara paralel bir şekilde ahlak kaidelerinin şekillendiğini ve aşağı tabakalara inildikçe de, katı bir ahlaki yapılanmanın göze çarptığını belirtir. Bu anlamda, yoksulluk ahlakla dengelenmeye çalışıldığından ruhsal yapının daha az gerilim yaşadığını varsayabiliriz. Ülken, zenginlik arayışına karşıt olarak, kanaatkârlık ahlakının da, buna paralel bir şekilde üst sınıflarda gevşek, alt sınıflarda yaygın bir katılığının olduğunu, ancak, çözülme dönemiyle birlikte, sabrın, kanaatkârlığın, çalışma zorunluluğundan ötürü, kârcı bir zihniyetle çatışmaya başladığını belirtir (Ülgener,1981:97). Çünkü; biri, hırsa dayanan kârla; öteki, sabra dayanan bir kanaatkârlıkla güdülenir. Ona göre kanaatkârlık ahlakı, orta çağın çözülme döneminde zayıflamış ve mutasavvıflarda bile, zengin olmaya yönelik tiksintinin yerini, yükselmek isteyenlere açık kapı bırakan, düşünceler almıştır (Ülgener,1981:103).

Kanaatkârlığın, sabrın, insanları, bulundukları sosyal pozisyonu kabullenip, sınıf atlamayı gereksiz kıldığı ve üretim tarzının da bu ahlaka uygun olarak, kapalı olduğu bir yapıda, sadece, siyasi sistemin değil bireylerin de kendi hallerinden razı olacaklarını tahmin edebiliriz. Bu bakış tarzının, hızla değiştiğini, artan beklentilerin, bireylerin durumlarını kabullenmede zorlanacakları bir yapıda, depresyon riskinin de oldukça fazla olacağı, tahmin edilebilir. Değişen üretim tarzı ve ahlaki yapı sonucunda, bireylerin duyguları da bundan nasibini almıştır. Ülken’e göre, nasıl ki acelecilik, sabır gerektiren sanat ve zanaatla uyuşmazsa, kanaatkârlık da bugünkü ekonomik yapının hızlı üretim- tüketim kalıbıyla uyuşmaz. İşte bundan dolayıdır ki, beklentilerin tatmin edilememesi, eskiye nazaran, bugünün bireylerinde daha yaralayıcı olup, telafisi de o ölçüde zor olmaktadır. Bu da, bizi, başta alt sınıflar olmak üzere, modern insanların, maddi açıdan durumları daha iyi olmalarına karşın, ruh hastalığına yakalanma risklerinin, atalarına göre, daha fazla olduğu sonucuna götürmektedir. Freud'un dediği gibi, uygarlık, zaten, belli bir bastırma sonucunda gerçekleşmiş ve belli bir bastırmayı da, varoluşu açısından, zorunlu olarak uygular. Ancak, bu baskı, sınıfsal uçurumu keskin olan toplumlarda oldukça fazla olduğundan, toplumumuzda olduğu gibi, depresyonun ve diğer ruhsal hastalıkların artışı kaçınılmaz gibi görünmektedir. Çünkü, bilinç dışına bastırılmış arzularımızın, toplumca kabul edilmiş kültürel hedefler (din, sanat, spor) olarak yüceltilememesi, yerlerine yeni ikame nesnelerinin bulunamaması, sabrın, haz arayışının tatmin olmaz derinliğinde tükenerek, bireyleri ümitsizliğe düşürmektedir.

Bu teori, bireylerin hastalanmalarında önemli bir yer tutan incinebilirlik faktörlerini ve yaşanan sorunların niteliğini sosyal yapı, sosyal tabakalaşma tarzı ve ait olunan sınıflar bağlamında değerlendirdiğinden, ruhsal hastalıkların sosyolojik bir perspektifle ele alınmasında ve anlaşılmasında önemli katkılar sunmaktadır. Çıkar grupları arasındaki sınıfsal, ekonomik çatışmaların, ruhsal hastalıklara nasıl yol açtığı konusunda ileri sürülen bu fikirler önemli olmakla birlikte, çatışmacı teorinin, yeterli deneysel bulgularla desteklenememesi nedeniyle, ruhsal hastalıkları ve depresyonu açıklamada, tek başına yeterince açıklayıcı olamadığı söylenebilir. Bunun yanında, sahip olunan farklı değerlerin, aynı sınıfsal yapı içerisinde farklı ruhsal etkiler yaratabileceği düşüncesinden hareketle, sosyal sınıf konumunun ve bilincinin ruhsal hastalıkları açıklamada tek başına açıklayıcı olamayacağını söyleyebiliriz. Örneğin, aynı gelire ve aynı sorunlara sahip olanların, farklı zihniyet ve değerleriyle, alternatif dengeleyicileri sayesinde ruhsal sağlıklarının farklı olabileceği ve dolayısıyla, hastalık süreci içerisinde bile farklı tutumlar sergileyebilecekleri unutulmamalıdır. Bunun dışında, çatışma teorisi, değerler yapısındaki bozulmaların ruhsal sonuçlarını yorumlarken, ait olunan grupların büyüklüğünü, yaş ve cinsiyet faktörü gibi bazı demografik etkenleri ve küçük gruplardaki kişiler arası ilişkilerin kalitesini, çocukların yetiştirildikleri aile ortamlarının, mikro düzeydeki ilişkilerin duygusal desteklerinin ve bir yakın kaybının, dinin, ideolojik faktörlerin bireyin ruhsal dünyasındaki etkilerini yeterince dikkate almadığı için eleştirilebilir.
 
Üst