Edille-i şeriyye ,edillei şeriyye nedir , şiri deliller
EDİLLE-İ ŞERİYYE (ŞERİ DELİLLER)
Şerî deliller, şerî hükümleri çıkarma yolları. Edille, delil kelimesinin çoğuludur. Delil de, kendisiyle, arzulanan bir amaca ulaşılan rehber, kaynak, dayanak demektir. Usûl-i Erbaa, Edille-i Erbaa da denir.
Edille-i Şeriyye, yahut şerî deliller, en genel anlamda İslâm hukukunun kaynaklarını teşkil eder. Diğer bir ifadeyle, edille-i şeriyye, hüküm çıkarmada başvurulan esaslar olarak ifade edilebilir. Kavramın ortaya çıkışı Etbaut-Tâbiin devrinden sonradır. Üzerinde düşünülmesi veya kavranılmasıyla, istenilen hükme ve sonuca ulâştırân şeydir (Hayreddin Karaman, Fıkıh Usûlü, 42). Kesin veya zannı olarak genel hüküm ifâde eder.
Genel bir sınıflama ile şerî deliller, Semî ve aklî olmak üzere iki grupta ele alınabilir. Semî olanlar; Kitap, Sünnet, İcma olup bunları değişik olaylara uygulama aracı olan Kıyas da bunlara ilâve edilen ve aklı deliller olarak değerlendirilen diğer deliller ve bunların sıralaması hakkında farklı görüştedirler. Bu deliller, istishâbul-hâl, istihsan, mesâlihul-mürsele, örf, sahâbe sözü ve İslâmdan önceki şeriâtler gibi delillerdir.
Edille-i Şeriyyenin dört ile sınırlândırılmasının gerekçeleri için şunlar söylenir: Delil, menşe itibariyle ya vahiy kaynaklıdır ya da değildir. Eğer vahiy kaynaklı ise, bu vahiy ya metlüvv ki bu Kurandır veya gâyr-i metlüvv olur ki bu dâ Sünnettir.
Delilin vâhiy kaynaklı olmaması durumunda ise şu iki ihtimal söz konusudur: Bu delil, bir asırdaki bütün müctehidlerin ortak görüşü ise icmâ, her müctehidin ferdî görüşü ise kıyas adını alır (Büyük Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh Dersleri, 20).
Aslındâ, Kurân ve sünneti aslı ve sâbit kaynaklar olarak; bu ikisi dışında kalan diğer bütün delilleri ise Kuran ve sünneti yorumlama ve uygulama metodu ve vasıtası olarak değerlendirmek mümkündür. Kitap, sünnet, icma, kıyas aslı deliller, istihsan, istislah, istishab, örf, sahâbî sözü, geçmiş şerîatler ferî delillerdir (Sava Paşa, İslâm Hukuk Nazariyesi, 11, 47-51).
Kitap
Kitap, İslâm hukuk literatüründe Kuran yerine kullanılan bir terimdir. Kurân ise, lügatte, okumak anlamında olup, ıstılahta Hz. peygamber (s.a.s.)e inen, mushaflarda yazılı olan ve en ufak bir şüphe olmaksızın mütevâtir olarak nakledilen, Cenâb-ı Allahın sözü (kelâmullah) anlamında kullanılır (Molla Hüsrev, Mirat, 16-17). Kurân Allahın kitabı ve apaçık vahyidir. Tedricî olarak indirilmiştir. Bir harfini bile inkâr küfürdür. Kurânı en iyi bilen Rasûlullah; sonra ashâbıdır. Kuran, İslâm teşrîinin (yaşama) temelini teşkil eder. Kurânda dinî hukuk sisteminin (şerîat) esasları açıklanmış; inanç, ibadet ve hukuk konuları genel hatları itibariyle belirtilmiştir (Şâtibî, el-Muvâfakat, IV, 92). Bu itibarla, Kuran, İslâm teşrîinin aslı kaynağı, diğer bir deyişle yegâne değişmez kaynağı olarak kabul edilir. Rasûlullah Vedâ Haccında şöyle buyurmuştur: Sizlere iki şey bırakıyorum: Allahın kitabı ve Rasûlünün sünneti. Bunlara sarıldığınız müddetçe dalâlete düşmezsiniz. Kurân, hükümleri genel çizgileriyle belirtir; pek az konu dışında bunların detayına inmez. Nitekim, Kurânda, keyfiyet ve detayı belirtilmeksizin namaz kılmak ve oruç tutmak emredilmiş; bunların nasıl yapılacağım ise, Hz. Peygamber, sözlü ve fiilî olarak açıklamıştır. Aynı şekilde, Kurân akitlerin yerine getirilmesini emretmiş, alım-satımın helâl, ribânın haram olduğunu belirtmiş, fakat hangi akitlerin sahih, hangilerinin bâtıl ya da fâsit olduğunu açıklamamıştır. Bu ayırımın temel ölçülerinin belirlenmesini de ilk planda sünnet yüklenmiştir .
Diğer taraftan, Kurânda detayları ile birlikte zikredilen bazı konular da vardır; miras, karı-koca arasındaki liânın nasıl yapılacağı ve bazı cezaî müeyyideler bunlar arasındadır. Kurânın bu genel ifâde (icmâl) tarzının önemi, özellikle muâmelât hukuku alanında ortaya çıkmaktadır. Bu tarz, mücmel nassların değişik şekillerde anlaşılıp uygulanmasına imkân vermekte ve böylece değişik zamanlardaki maslahatlara ayak uydurmasına ve genel amaç ve prensiplerden ayrılmaksızın onların gereklerine göre hüküm verilebilmesine yardım etmektedir. Meselâ, Kurânda, özel bir şekil belirtilmeksizin şûrâdan bahsedilmektedir. Genel bir şekilde ifade edilen bu şûra, istibdâd ve baskının bulunmadığı, halk içerisinde belli ölçüde bilgi ve kanaat sahibi olanların görüşlerine saygı duyulup başvurulduğu bir yönetim biçimini kapsamaktadır.
Bütün bunlara rağmen, Kurân nasslarının bu genel ifade tarzının, bazı noktalarda sünnetle açıklanmasına ihtiyaç vardır. Bu sebeple, Kurânda pekçok yerde, sünnete atıfta bulunulmuştur, Allaha ve Rasûle itâat edin (Al-u Imrân, 3/32); Peygamber size neyi vermişse onu alın, neyi yasaklamışsa ondan kaçının (el-Haşr, 59/7) ve Ey inananlar, Allaha itâat edin, Peygambere ve Ulûl-Emre itâat edin. Bir şeyde anlasamazsanız onu Allaha ve Peygamberine arzedin. Bu en iyi ve netice itibariyle en güzeldir (en-Nisâ, 4/59).
Kurânın delîl olması demek, Kurânın hakkıyla bilinmesi demektir. Kurân ilmine sahip olmadan, Arapçaya vâkıf olmadan, sünnete başvurmadan, ilim ehli olmayanlar için fıkhı manada değil, ahlâkı manada okunan bir kitap olabilir. İmam Câfer-i Sâdık bu konuda şöyle demiştir: Kurânın bir kısmını diğeriyle çarpıştırdılar. Nasih zannederek mensuhu delil gösterdiler. Amm zannederek hâs ile delil getirdiler. Âyetin tevîlini delil göstererek sünnetin onu tevil şeklini terkettiler. Sözün başını ve sonunu düşünmediler. Onu kaynak edinip yollarını bilemediler. Ehlinden almadılar, böylece saptılar ve saptırdılar (Suphi es-Salih, İslâm Mezhepleri ve Müesseseleri, Çev.: İ. Sarmış, İstanbul 1981, 176).
Kurânın bütün âyetlerinin sübutu katidir. Ancak, ifade ettikleri mana ve kavrama delâletleri her zaman kati olmaz. Bu bir kısım âyetlerin delâlet bakımından zannı olması farklı mezheplerin farklı görüşler ortaya koymasına yol açmıştır. Şeri hükümlerin kaynakları kitap, sünnet, icmâ, kıyas olunca mukallidin ilmi, târifin dışında kalmaktadır. Çünkü müctehidin kavli her ne kadar mukâllid için delil olsa da, delillerin kendisi değildir (İbn Abidin, Reddül-muhtâr Haşiyesi Terc: Ahmed Davudoğlu, İstânbul, 1982, I, 35).
Kurân-ı Kerîme vahy-i metlüvv da denilir. Kurânın fıkıhta delil olarak kullanılmasında, onun lâfzı kanunlarının bilinmesi gerekir. Lâfızlar, manaya delâletleri itibariyle hâss, âmm, müşterek ve müevvel kısımlarına ayrılır ve bunlardan her biri özel bir hüküm için kullanılır. Lâfızlar, delâlet ettikleri mânâya zâhir, hâss, müfesser, muhkem olarak açık bir tarzda delâlet ederler. Kapalı tarzda delâletlerinde ise hafî, müşkil, mücmel, müteşâbih diye kısımlara ayrılırlar. Ayrıca delâlet ettikleri manada veya başka bir münâsebetle olan mânâda açık veya kapalı kullanılmaları itibariyle hakîkat, mecâz, sarih, kinâye kısımlarına ayrılırlar. Yine ne gibi manalara delâlet ettikleri ve hangi maksatlarla söylenilmiş olduklarına işitenlerin vukufları itibariyle Dal bil ibâre, Dal bil-işâre, Dal bid-delâle, dal bil-iktizâ diye ayrılırlar.
Kurân hükümleri de birkaç kısma ayrılmaktadır: Akîde, (itikâdı hükümler), ahlâk (ahlâkı hükümler) ve mükelleflerin söz ve işleriyle ilgili hükümleri ibadetler ve muâmeleler diye iki grupta ele alır. Kurânda hükümler ya küllî, ya da icmâlî olarak açıklanmıştır. Bütün hükümlerin özelliği, îman ile içiçe geçmiş olmasıdır. Kurân hem yasa koyar, hem hidâyete erdirir, hem irşâd eder, hem öğüt verir. Yalnızca bir kanun kitabı değildir. Üslûbu mucizdir. Konular defalarca tekrarlanmıştır ve âyetler hüküm koyarken iman ve ahlâktan ayrı değildir.
Kurânın âhkâm âyetleri daha ziyade Medenî sûrelerde yer almaktadır. Âyetlerden hüküm çıkarılırken müctehidler arasında meydana gelen ihtilâf, mücmel ifadeleri tefsirden ve bir kısım lâfızların delâletlerini ele alma metodundan doğmaktadır.
Rasûlullah vefât ettiğinde Kurân âyetleri vahiy kâtiplerinin ellerinde bulunan sahifelerde ve ashâbın hafızalarındaydı. Hz. Ebû Bekir Kurân âyetlerini toplattırdı ve bir Mushaf haline getirdi. Hz. Osman bu Mushaftan Kurân nüshaları çoğalttı ve bütün merkezlere gönderdi. Sahâbe, Kurân âyetlerini hem ezberler, hem anlar, hem de amel ederdi. Bir âyetle amel etmeden başka âyete geçmeyenler vardı. Sahâbe nesli Kuranı en iyi bilen nesil olup, bildikleriyle amel eden, bilmedikleri ile ilgili olarak da susan insanlardı. Tâbiin devrinden sonra ise her asırda Kurân tefsiri o asırdaki ilmî-dinî hareketten etkilendi. Âyetlerin tefsirinde ictihad farklılıkları açıkça ortaya çıktı.
Sünnet
Sünnet, Arap dilinde iyi olsun kötü olsun gidilen veya benimsenen yol anlamına gelir. Istılahta ise, Hz. Peygamberin Kurân dışındaki söz, fiil ve takriri anlamında kullanılır. Hz. Peygamber müminler için her alanda bağlayıcıdır: Peygambere itâat eden, Allaha itâat etmiş olur (en-Nisâ, 4/80). Hz. Peygamber müminler için ahlâken veya hukuken en güzel ve vazgeçilmez tek örnektir.
Hadis olarak da adlandırılan sünnet, Hz. Peygamberin çeşitli vesilelerle söylediği sözlerdir. Meselâ: Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur (İbn Mâce, Ahkâm, 13) ve Ameller niyetlere göredir (Buhâri, Bedul- Vahy, I) hadisleri böyledir.
Fiilî sünnet ise, Hz. Peygamberin şekil ve şartlar ile namaz ve hacc ibadetlerinin yerine getirilmesi, muhâkeme usûlü alanında bir ahit ve yemin ile hüküm vermesi gibi işlerdir. Hz. Peygamber, Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın buyurarak (Buhâri, Ezan 18, Edeb, 27) yol göstermiştir.
Takriri sünnet, Hz. Peygamberin sahâbenin yaptığı bazı işlere olumlu ya da olumsuz bir müdahalede bulunmaması veya o işi tasvip ettiğini belirtmesidir (Abdulvahhab Hallaf, İslâm Hukuk Felsefesi, Çev: Hüseyin Atay, 181-182). Su bulamadığından teyemmümle namaz kılan bir sahâbînin namazdan sonra su bulduğu halde namazı iâde etmemesin Rasûlullahın tasvibi gibi.
Sünnet, Kurânın mücmelini beyân etmesi, müşkilini açıklaması, mutlakını kayıtlaması ve onda olmayan bazı hükümleri belirtmesi açısından Kurândan sonra ikinci teşrî kaynağı olarak yer alır. Sünnet, Kurânda olmayan bazı hükümleri getirmesiyle de, bir yönden müstakil bir teşrî kaynağıdır. Kurânın çizdiği genel çerçeve ve ilkelerin dışına çıkmadan onun açıklayıcısı olması bakımından da Kurâna tâbi sayılır. Her iki yönüyle de sünnetin hüccet olması, bazı âlimler tarafından dinî bir zaruret olarak ifade edilmiştir. Ancak hemen belirtelim ki, yaşamaya kaynak teşkil edebilecek sünnet, belirli şartları taşıyan sahih sünnettir. Sünnet Kurâna nisbetle ikinci derecede bir teşrî kaynağı olmakla beraber, sünnete başvurmadan Kurânı anlamak pek mümkün gözükmemektedir.
İmam Şâfii sünneti üç grupta ele alır. Birincisi, Allahın Kurânda zikrettiği bir hususu benzer bir ifadeyle Hz. Peygamberin de belirtmesi; ikincisi, Allahın çok kısa ve özlü bir şekilde bildirdiği bir âyetle neyin kastedildiğini Hz. Peygamberin açıklamasıdır. Bu iki çeşit sünnet hakkında İslâm hukukçuları arasında ihtilâf yoktur. Üçüncüsü ise, hakkında Kurânda hiçbir hüküm bulunmayan bir konuyu Hz. Peygamberin uygulamaya koymasıdır. Bu sünnet çeşidi hakkında genelde iki görüş mevcuttur. Bir kısım müctehid Hz. Peygamberin bağımsız bir yaşama yetkisine sahip olduğunu, dolayısıyla Kurânda sözkonusu edilmeyen konularda hüküm koyabileceğini ileri sürmüşler; bir kısmı da Hz. Peygambere böyle bir yetki vermeyip onun tatbiki olan herşeyin Kurânda bir aslı bulunduğunu ileri sürmüşlerdir (Şafii, Risale, s.91-92). Sünnet, Kurânın tefsiridir. Namazı kılın buyruğunu sünnet olmadan anlamak ve tatbik etmek mümkün değildir. Rasûlullah namazı nasıl kılmışsa, müslümanlar da ona uyarak kılmışlardır (Ahmed b. Hanbel, V, 53).
Sünnetin hadisle aynı manada kullanılabilir. Hadisler, birtakım kısımlara ayrılır (Bk. Hadis). Sahih hadisler, bütün ümmet için bağlayıcıdır, hüküm kaynağıdır. Bunlar reddedilemezler. Nur Sûresinin altmışüçüncü âyeti bunu bize bildirmektedir: Öyle değil. Rabbine andolsun ki, onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çekiştirip durdukları şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiç sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar (en-Nur, 24/63). Kurânın bütün delilleri, Rasûlullahın bütün hükümleri, emir ve nehiyleri eştir (Şâtibî, el-Muvâfakat, I, 14). Sünnet kaynak olmasaydı, meselâ Kurâniyyun fırkası gibi sadece Kurân kaynak alınsaydı, onların yaptığı gibi İsra Sûresinin 78. âyetine istinaden günde iki rekât namaz kılınması gerekecekti. Oysa bu, küfürdür (İbn Hazm, el-İhkâm fi Usûlil-Ahkâm, II, 80). Zahiri mezhebinin en büyük müctehidi İbn Hazm, sünnet hakkında O, kendi hevasından söylemez. O, ancak kendisine gönderilen bir vahiydir (en-Necm, 53/3, 4) âyetini zikrettikten sonra şöyle der: Buna göre Allahın peygamberine göndermiş olduğu vahyi ikiye ayırabiliriz: Vahy-i Metlüvv (tilâvet edilen vahiy) ki, bu, icazkâr bir üslûba sahip olan kitab (Kurân)dır. Vahy-i Mervi (rivâyet olunan vahiy) ki, bu, icazkâr üslûba sahip olmadığı gibi metlüvv de değildir. Menkul olduğu halde kitap halinde rivâyet edilmemiştir. Fakat makru (okunmuş)dur. Yani bu Peygamberden vârid olan haber olup Allahu Teâlânın muradını açıklayıcı mâhiyettedir. Kurân-ı Kerîmde bu hususta şöyle buyurulmuştur: Tâ ki insanlara kendilerine indirileni açıkça anlatasın. Buna göre Allahu Teâlâ nasıl vahyin birinci kısmını teşkil eden Kurâna itâât etmemizi emretmişse, vahyin bu ikinci kısmına da itâat etmemizi emretmiştir. Bunlar arasında hiçbir fark yoktur (Muhammed Ebû Zehra, İslâm da Fıkhı Mezhepler Tarihi, Çev: AbdulKadir Şener, Ankara 1969, s.83).
Cumhur ulemâ sika râvinin rivâyet ettiği ahad haberin hüccet olduğunu ve onunla amel etmek gerektiğini söylemiştir. Hadislerin çoğu hasen lizâtihidir ve onu kabul etmek kaçınılmazdır. Zayıf hadis ise kesinlikle kaynak olamamaktadır.
Sünnet derken, bunun, fıkıhta hadislerin kısımlara ayrılarak hükümlerin çıkarıldığı bir kaynak olması anlaşılır. Yani râvîlere göre mütevâtir, meşhur, ahad diye ayrılan ve ahad hadislerin de sahih, hasen, zayıf diye kısımlara ayrılması hâdisesinde de ihtilâf olup, bu konu mezheplerin ayrılmasında bir başka ihtilâf noktasıdır.
Mütevâtir sünnetler, Bana yalan yere bir şeyi isnad eden ateşte oturacağı yere hazırlansın hadisi gibi, büyük bir cemaatçe işitilen ve her asırda binlerce zevât tarafından rivâyet edilegelen yalan üzerine ittifak mümkün olmayan rivâyetlerdir. Namaz rekatlarına dâir haberler bu nevidendir. Bunlar asldır.
Meşhur sünnetler, Rasûlullahtan birkaç zatın rivâyet ettiği, ikinci ve üçüncü hicrî asırlardan beri tevâtüren nakledilen haberlerdir. Ameller niyetlere göredir gibi. Bunları reddetmek fâsıklıktır.
Haber-i ahad, bir zatın diğerinden veya bir cemaatten, bir cemaatin bir râviden rivâyet ettiği sünnettir. Tevâtür derecesinde olmayan râvilerin, iki üç zatın naklettiği sünnet de böyledir. Bunun inkârı bidattır.
Mezheplerin sünnet târifinde farklılıklar vardır:
Hanefi mezhebi müctehidlerinden es-Serahsı şöyle der: Bize göre sünnetten murad hukukî açıdan Hz. Peygamber ve ondan sonra sahâbenin yaptıklarıdır (Usûlus-Serahsı, I, 113). İmam Şâfii ise, (ö.204/819) sünneti yalnızca Hz. Peygamberin sünneti olarak alır. Sahâbenin sünneti, Hz. Peygamberin itikad, ibadet, ahkâm esaslarıyla ilgili olarak Kurân dışındaki söz, hareket, davranışları, takrirleri, tasdikleri, örfleri, vazettiği esaslar, koyduğu ilkelerdir. Sahâbe ve Tâbim, herhangi bir konuda tatbik edecekleri şeyde Hz. Peygamber nasıl yaptı? diye sormuşlardır. Sünnet anlayışı, üçüncü halife Hz. Osman zamanında fitnelerin çıkmasıyla değişime uğradı, bidatler dine karıştı; sünnetten uzaklaşıldı. Tâbimin büyük âlimleri Kurânda geçen (el-Bakara, 2/151, 231; Âlu İmrân, 3/164; en-Nisâ, 4/113; Cumâ, 62/2; Ahzâb, 33/34) hikmet kavramını sünnet şeklinde anlamışlardır. İmam Şâfii de bu görüştedir. Kendisine kitapla birlikte onun bir benzerinin verildiğini söyleyen Hz. Peygamberin (Müsned, IV, 134) sünneti böylece zikr, hikmet, misl olmaktadır. Rivâyetlere göre Cebrail (a.s.) vahyi getirirken, onun açıklamasını (sünneti) de getirdi (Câmiul-Beyânil-İlim, II, 34). Hem Kuranı hem de sünneti indiriyor, Hz. Peygambere öğretiyordu. Sünnet, İslâm toplumunun ve islâm devletinin oluşmasında âmil olan en mühim faktördü. Sahâbe, bu sünneti, gelecek nesillere kalması için aktardı ve hadis bir bakıma böyle doğdu. Ancak ashâb hadis rivâyetinde çok titiz davranmasına karşılık, tedvin asrında sapık akımlar ve İslâm düşmanlârı hâdis uydurdular. İhtilâflı meselelerde kendi görüşlerini destekler mâhiyette hadis uyduruldu. İbn Haldun, Ebû Hanifenin sıhhati kesin kabul ettiği hadis sayısının 17 olduğunu yazmıştır. Hadis ehli bu durum karşısında hadis tenkidine yöneldi ve hadis usûlu geliştirildi. Ehli sünnet, Şianın Hz. Ali hakkındaki rivâyetlerini cerh edip sahih kabul etmezken Abdullah b. Mesudun rivâyetlerini esas almış, Şia da ehl-i beyt hakkındaki rivâyetlerde taassuba düşmüştür.
Cerh ve tadil * ilminde bu yüzden fıkıhçılardan ayrı yöntemler meydana gelmiş, hükümlerin ferî olanlarında bu açığa çıkmıştır. Katâde, İbn İshakı överken. Nesaî onun kuvvetli olmadığını; Dârekutnî ise onun sözüyle delil getirilemeyeceğini söyler. İmam Mâlik de aynı şahsın yalancı olduğuna şehâdet eder. Öte yandan ikinci yüzyılda ehli hadis okulu ile ehli rey okulu arasında şiddetli münâkaşalar oldu (Geniş bilgi için bk. Şâtibî, el-Muvafakat; Gazalı, el-Mustasfa; İbn Kayyım, İlâmul-Muvakkıîn).
Ebû Hanife ile İmam Mâlik, kesin bir delile aykırı olmayan haber-i vâhidi delil olarak kullanırken; Şâfii, sıhhat şartlarını taşıyan haber-i vâhidi kabul eder. Hanefilere göre bu haberler şâzdır, reddedilmesi gerekir.
İmam Şâfii, sünnetin ancak sünnetle neshini câiz bulur (er-Risâle, 89). Gazzâlî, Kurân ile sünnetin, sünnetle de Kurânın neshini kabul eder. Her ikisi de vahiydir, dolayısıyla birbirlerini neshedebilirler der (el-Mustasfa, Bulak 1 322, 1, s.124). Cumhur ise, Kitab; Kitabı ve sünneti; sünnet sünneti ve mütevâtir sünnet kitabı nesheder görüşündedir. Hadisler tâbiîn devrinde toplanmış ve yazılmış, daha sonraları fıkıh kitaplarındaki bölüm adlarına göre tertip ve tasnif edilmiş, İmam Mâlik Muvattaını, Ahmed b. Hanbel Müsnedi yazmış, Kütüb-i Sitte* adı verilen hadis mecmuâları ortaya çıkmıştır.
EDİLLE-İ ŞERİYYE (ŞERİ DELİLLER)
Şerî deliller, şerî hükümleri çıkarma yolları. Edille, delil kelimesinin çoğuludur. Delil de, kendisiyle, arzulanan bir amaca ulaşılan rehber, kaynak, dayanak demektir. Usûl-i Erbaa, Edille-i Erbaa da denir.
Edille-i Şeriyye, yahut şerî deliller, en genel anlamda İslâm hukukunun kaynaklarını teşkil eder. Diğer bir ifadeyle, edille-i şeriyye, hüküm çıkarmada başvurulan esaslar olarak ifade edilebilir. Kavramın ortaya çıkışı Etbaut-Tâbiin devrinden sonradır. Üzerinde düşünülmesi veya kavranılmasıyla, istenilen hükme ve sonuca ulâştırân şeydir (Hayreddin Karaman, Fıkıh Usûlü, 42). Kesin veya zannı olarak genel hüküm ifâde eder.
Genel bir sınıflama ile şerî deliller, Semî ve aklî olmak üzere iki grupta ele alınabilir. Semî olanlar; Kitap, Sünnet, İcma olup bunları değişik olaylara uygulama aracı olan Kıyas da bunlara ilâve edilen ve aklı deliller olarak değerlendirilen diğer deliller ve bunların sıralaması hakkında farklı görüştedirler. Bu deliller, istishâbul-hâl, istihsan, mesâlihul-mürsele, örf, sahâbe sözü ve İslâmdan önceki şeriâtler gibi delillerdir.
Edille-i Şeriyyenin dört ile sınırlândırılmasının gerekçeleri için şunlar söylenir: Delil, menşe itibariyle ya vahiy kaynaklıdır ya da değildir. Eğer vahiy kaynaklı ise, bu vahiy ya metlüvv ki bu Kurandır veya gâyr-i metlüvv olur ki bu dâ Sünnettir.
Delilin vâhiy kaynaklı olmaması durumunda ise şu iki ihtimal söz konusudur: Bu delil, bir asırdaki bütün müctehidlerin ortak görüşü ise icmâ, her müctehidin ferdî görüşü ise kıyas adını alır (Büyük Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh Dersleri, 20).
Aslındâ, Kurân ve sünneti aslı ve sâbit kaynaklar olarak; bu ikisi dışında kalan diğer bütün delilleri ise Kuran ve sünneti yorumlama ve uygulama metodu ve vasıtası olarak değerlendirmek mümkündür. Kitap, sünnet, icma, kıyas aslı deliller, istihsan, istislah, istishab, örf, sahâbî sözü, geçmiş şerîatler ferî delillerdir (Sava Paşa, İslâm Hukuk Nazariyesi, 11, 47-51).
Kitap
Kitap, İslâm hukuk literatüründe Kuran yerine kullanılan bir terimdir. Kurân ise, lügatte, okumak anlamında olup, ıstılahta Hz. peygamber (s.a.s.)e inen, mushaflarda yazılı olan ve en ufak bir şüphe olmaksızın mütevâtir olarak nakledilen, Cenâb-ı Allahın sözü (kelâmullah) anlamında kullanılır (Molla Hüsrev, Mirat, 16-17). Kurân Allahın kitabı ve apaçık vahyidir. Tedricî olarak indirilmiştir. Bir harfini bile inkâr küfürdür. Kurânı en iyi bilen Rasûlullah; sonra ashâbıdır. Kuran, İslâm teşrîinin (yaşama) temelini teşkil eder. Kurânda dinî hukuk sisteminin (şerîat) esasları açıklanmış; inanç, ibadet ve hukuk konuları genel hatları itibariyle belirtilmiştir (Şâtibî, el-Muvâfakat, IV, 92). Bu itibarla, Kuran, İslâm teşrîinin aslı kaynağı, diğer bir deyişle yegâne değişmez kaynağı olarak kabul edilir. Rasûlullah Vedâ Haccında şöyle buyurmuştur: Sizlere iki şey bırakıyorum: Allahın kitabı ve Rasûlünün sünneti. Bunlara sarıldığınız müddetçe dalâlete düşmezsiniz. Kurân, hükümleri genel çizgileriyle belirtir; pek az konu dışında bunların detayına inmez. Nitekim, Kurânda, keyfiyet ve detayı belirtilmeksizin namaz kılmak ve oruç tutmak emredilmiş; bunların nasıl yapılacağım ise, Hz. Peygamber, sözlü ve fiilî olarak açıklamıştır. Aynı şekilde, Kurân akitlerin yerine getirilmesini emretmiş, alım-satımın helâl, ribânın haram olduğunu belirtmiş, fakat hangi akitlerin sahih, hangilerinin bâtıl ya da fâsit olduğunu açıklamamıştır. Bu ayırımın temel ölçülerinin belirlenmesini de ilk planda sünnet yüklenmiştir .
Diğer taraftan, Kurânda detayları ile birlikte zikredilen bazı konular da vardır; miras, karı-koca arasındaki liânın nasıl yapılacağı ve bazı cezaî müeyyideler bunlar arasındadır. Kurânın bu genel ifâde (icmâl) tarzının önemi, özellikle muâmelât hukuku alanında ortaya çıkmaktadır. Bu tarz, mücmel nassların değişik şekillerde anlaşılıp uygulanmasına imkân vermekte ve böylece değişik zamanlardaki maslahatlara ayak uydurmasına ve genel amaç ve prensiplerden ayrılmaksızın onların gereklerine göre hüküm verilebilmesine yardım etmektedir. Meselâ, Kurânda, özel bir şekil belirtilmeksizin şûrâdan bahsedilmektedir. Genel bir şekilde ifade edilen bu şûra, istibdâd ve baskının bulunmadığı, halk içerisinde belli ölçüde bilgi ve kanaat sahibi olanların görüşlerine saygı duyulup başvurulduğu bir yönetim biçimini kapsamaktadır.
Bütün bunlara rağmen, Kurân nasslarının bu genel ifade tarzının, bazı noktalarda sünnetle açıklanmasına ihtiyaç vardır. Bu sebeple, Kurânda pekçok yerde, sünnete atıfta bulunulmuştur, Allaha ve Rasûle itâat edin (Al-u Imrân, 3/32); Peygamber size neyi vermişse onu alın, neyi yasaklamışsa ondan kaçının (el-Haşr, 59/7) ve Ey inananlar, Allaha itâat edin, Peygambere ve Ulûl-Emre itâat edin. Bir şeyde anlasamazsanız onu Allaha ve Peygamberine arzedin. Bu en iyi ve netice itibariyle en güzeldir (en-Nisâ, 4/59).
Kurânın delîl olması demek, Kurânın hakkıyla bilinmesi demektir. Kurân ilmine sahip olmadan, Arapçaya vâkıf olmadan, sünnete başvurmadan, ilim ehli olmayanlar için fıkhı manada değil, ahlâkı manada okunan bir kitap olabilir. İmam Câfer-i Sâdık bu konuda şöyle demiştir: Kurânın bir kısmını diğeriyle çarpıştırdılar. Nasih zannederek mensuhu delil gösterdiler. Amm zannederek hâs ile delil getirdiler. Âyetin tevîlini delil göstererek sünnetin onu tevil şeklini terkettiler. Sözün başını ve sonunu düşünmediler. Onu kaynak edinip yollarını bilemediler. Ehlinden almadılar, böylece saptılar ve saptırdılar (Suphi es-Salih, İslâm Mezhepleri ve Müesseseleri, Çev.: İ. Sarmış, İstanbul 1981, 176).
Kurânın bütün âyetlerinin sübutu katidir. Ancak, ifade ettikleri mana ve kavrama delâletleri her zaman kati olmaz. Bu bir kısım âyetlerin delâlet bakımından zannı olması farklı mezheplerin farklı görüşler ortaya koymasına yol açmıştır. Şeri hükümlerin kaynakları kitap, sünnet, icmâ, kıyas olunca mukallidin ilmi, târifin dışında kalmaktadır. Çünkü müctehidin kavli her ne kadar mukâllid için delil olsa da, delillerin kendisi değildir (İbn Abidin, Reddül-muhtâr Haşiyesi Terc: Ahmed Davudoğlu, İstânbul, 1982, I, 35).
Kurân-ı Kerîme vahy-i metlüvv da denilir. Kurânın fıkıhta delil olarak kullanılmasında, onun lâfzı kanunlarının bilinmesi gerekir. Lâfızlar, manaya delâletleri itibariyle hâss, âmm, müşterek ve müevvel kısımlarına ayrılır ve bunlardan her biri özel bir hüküm için kullanılır. Lâfızlar, delâlet ettikleri mânâya zâhir, hâss, müfesser, muhkem olarak açık bir tarzda delâlet ederler. Kapalı tarzda delâletlerinde ise hafî, müşkil, mücmel, müteşâbih diye kısımlara ayrılırlar. Ayrıca delâlet ettikleri manada veya başka bir münâsebetle olan mânâda açık veya kapalı kullanılmaları itibariyle hakîkat, mecâz, sarih, kinâye kısımlarına ayrılırlar. Yine ne gibi manalara delâlet ettikleri ve hangi maksatlarla söylenilmiş olduklarına işitenlerin vukufları itibariyle Dal bil ibâre, Dal bil-işâre, Dal bid-delâle, dal bil-iktizâ diye ayrılırlar.
Kurân hükümleri de birkaç kısma ayrılmaktadır: Akîde, (itikâdı hükümler), ahlâk (ahlâkı hükümler) ve mükelleflerin söz ve işleriyle ilgili hükümleri ibadetler ve muâmeleler diye iki grupta ele alır. Kurânda hükümler ya küllî, ya da icmâlî olarak açıklanmıştır. Bütün hükümlerin özelliği, îman ile içiçe geçmiş olmasıdır. Kurân hem yasa koyar, hem hidâyete erdirir, hem irşâd eder, hem öğüt verir. Yalnızca bir kanun kitabı değildir. Üslûbu mucizdir. Konular defalarca tekrarlanmıştır ve âyetler hüküm koyarken iman ve ahlâktan ayrı değildir.
Kurânın âhkâm âyetleri daha ziyade Medenî sûrelerde yer almaktadır. Âyetlerden hüküm çıkarılırken müctehidler arasında meydana gelen ihtilâf, mücmel ifadeleri tefsirden ve bir kısım lâfızların delâletlerini ele alma metodundan doğmaktadır.
Rasûlullah vefât ettiğinde Kurân âyetleri vahiy kâtiplerinin ellerinde bulunan sahifelerde ve ashâbın hafızalarındaydı. Hz. Ebû Bekir Kurân âyetlerini toplattırdı ve bir Mushaf haline getirdi. Hz. Osman bu Mushaftan Kurân nüshaları çoğalttı ve bütün merkezlere gönderdi. Sahâbe, Kurân âyetlerini hem ezberler, hem anlar, hem de amel ederdi. Bir âyetle amel etmeden başka âyete geçmeyenler vardı. Sahâbe nesli Kuranı en iyi bilen nesil olup, bildikleriyle amel eden, bilmedikleri ile ilgili olarak da susan insanlardı. Tâbiin devrinden sonra ise her asırda Kurân tefsiri o asırdaki ilmî-dinî hareketten etkilendi. Âyetlerin tefsirinde ictihad farklılıkları açıkça ortaya çıktı.
Sünnet
Sünnet, Arap dilinde iyi olsun kötü olsun gidilen veya benimsenen yol anlamına gelir. Istılahta ise, Hz. Peygamberin Kurân dışındaki söz, fiil ve takriri anlamında kullanılır. Hz. Peygamber müminler için her alanda bağlayıcıdır: Peygambere itâat eden, Allaha itâat etmiş olur (en-Nisâ, 4/80). Hz. Peygamber müminler için ahlâken veya hukuken en güzel ve vazgeçilmez tek örnektir.
Hadis olarak da adlandırılan sünnet, Hz. Peygamberin çeşitli vesilelerle söylediği sözlerdir. Meselâ: Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur (İbn Mâce, Ahkâm, 13) ve Ameller niyetlere göredir (Buhâri, Bedul- Vahy, I) hadisleri böyledir.
Fiilî sünnet ise, Hz. Peygamberin şekil ve şartlar ile namaz ve hacc ibadetlerinin yerine getirilmesi, muhâkeme usûlü alanında bir ahit ve yemin ile hüküm vermesi gibi işlerdir. Hz. Peygamber, Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın buyurarak (Buhâri, Ezan 18, Edeb, 27) yol göstermiştir.
Takriri sünnet, Hz. Peygamberin sahâbenin yaptığı bazı işlere olumlu ya da olumsuz bir müdahalede bulunmaması veya o işi tasvip ettiğini belirtmesidir (Abdulvahhab Hallaf, İslâm Hukuk Felsefesi, Çev: Hüseyin Atay, 181-182). Su bulamadığından teyemmümle namaz kılan bir sahâbînin namazdan sonra su bulduğu halde namazı iâde etmemesin Rasûlullahın tasvibi gibi.
Sünnet, Kurânın mücmelini beyân etmesi, müşkilini açıklaması, mutlakını kayıtlaması ve onda olmayan bazı hükümleri belirtmesi açısından Kurândan sonra ikinci teşrî kaynağı olarak yer alır. Sünnet, Kurânda olmayan bazı hükümleri getirmesiyle de, bir yönden müstakil bir teşrî kaynağıdır. Kurânın çizdiği genel çerçeve ve ilkelerin dışına çıkmadan onun açıklayıcısı olması bakımından da Kurâna tâbi sayılır. Her iki yönüyle de sünnetin hüccet olması, bazı âlimler tarafından dinî bir zaruret olarak ifade edilmiştir. Ancak hemen belirtelim ki, yaşamaya kaynak teşkil edebilecek sünnet, belirli şartları taşıyan sahih sünnettir. Sünnet Kurâna nisbetle ikinci derecede bir teşrî kaynağı olmakla beraber, sünnete başvurmadan Kurânı anlamak pek mümkün gözükmemektedir.
İmam Şâfii sünneti üç grupta ele alır. Birincisi, Allahın Kurânda zikrettiği bir hususu benzer bir ifadeyle Hz. Peygamberin de belirtmesi; ikincisi, Allahın çok kısa ve özlü bir şekilde bildirdiği bir âyetle neyin kastedildiğini Hz. Peygamberin açıklamasıdır. Bu iki çeşit sünnet hakkında İslâm hukukçuları arasında ihtilâf yoktur. Üçüncüsü ise, hakkında Kurânda hiçbir hüküm bulunmayan bir konuyu Hz. Peygamberin uygulamaya koymasıdır. Bu sünnet çeşidi hakkında genelde iki görüş mevcuttur. Bir kısım müctehid Hz. Peygamberin bağımsız bir yaşama yetkisine sahip olduğunu, dolayısıyla Kurânda sözkonusu edilmeyen konularda hüküm koyabileceğini ileri sürmüşler; bir kısmı da Hz. Peygambere böyle bir yetki vermeyip onun tatbiki olan herşeyin Kurânda bir aslı bulunduğunu ileri sürmüşlerdir (Şafii, Risale, s.91-92). Sünnet, Kurânın tefsiridir. Namazı kılın buyruğunu sünnet olmadan anlamak ve tatbik etmek mümkün değildir. Rasûlullah namazı nasıl kılmışsa, müslümanlar da ona uyarak kılmışlardır (Ahmed b. Hanbel, V, 53).
Sünnetin hadisle aynı manada kullanılabilir. Hadisler, birtakım kısımlara ayrılır (Bk. Hadis). Sahih hadisler, bütün ümmet için bağlayıcıdır, hüküm kaynağıdır. Bunlar reddedilemezler. Nur Sûresinin altmışüçüncü âyeti bunu bize bildirmektedir: Öyle değil. Rabbine andolsun ki, onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çekiştirip durdukları şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiç sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar (en-Nur, 24/63). Kurânın bütün delilleri, Rasûlullahın bütün hükümleri, emir ve nehiyleri eştir (Şâtibî, el-Muvâfakat, I, 14). Sünnet kaynak olmasaydı, meselâ Kurâniyyun fırkası gibi sadece Kurân kaynak alınsaydı, onların yaptığı gibi İsra Sûresinin 78. âyetine istinaden günde iki rekât namaz kılınması gerekecekti. Oysa bu, küfürdür (İbn Hazm, el-İhkâm fi Usûlil-Ahkâm, II, 80). Zahiri mezhebinin en büyük müctehidi İbn Hazm, sünnet hakkında O, kendi hevasından söylemez. O, ancak kendisine gönderilen bir vahiydir (en-Necm, 53/3, 4) âyetini zikrettikten sonra şöyle der: Buna göre Allahın peygamberine göndermiş olduğu vahyi ikiye ayırabiliriz: Vahy-i Metlüvv (tilâvet edilen vahiy) ki, bu, icazkâr bir üslûba sahip olan kitab (Kurân)dır. Vahy-i Mervi (rivâyet olunan vahiy) ki, bu, icazkâr üslûba sahip olmadığı gibi metlüvv de değildir. Menkul olduğu halde kitap halinde rivâyet edilmemiştir. Fakat makru (okunmuş)dur. Yani bu Peygamberden vârid olan haber olup Allahu Teâlânın muradını açıklayıcı mâhiyettedir. Kurân-ı Kerîmde bu hususta şöyle buyurulmuştur: Tâ ki insanlara kendilerine indirileni açıkça anlatasın. Buna göre Allahu Teâlâ nasıl vahyin birinci kısmını teşkil eden Kurâna itâât etmemizi emretmişse, vahyin bu ikinci kısmına da itâat etmemizi emretmiştir. Bunlar arasında hiçbir fark yoktur (Muhammed Ebû Zehra, İslâm da Fıkhı Mezhepler Tarihi, Çev: AbdulKadir Şener, Ankara 1969, s.83).
Cumhur ulemâ sika râvinin rivâyet ettiği ahad haberin hüccet olduğunu ve onunla amel etmek gerektiğini söylemiştir. Hadislerin çoğu hasen lizâtihidir ve onu kabul etmek kaçınılmazdır. Zayıf hadis ise kesinlikle kaynak olamamaktadır.
Sünnet derken, bunun, fıkıhta hadislerin kısımlara ayrılarak hükümlerin çıkarıldığı bir kaynak olması anlaşılır. Yani râvîlere göre mütevâtir, meşhur, ahad diye ayrılan ve ahad hadislerin de sahih, hasen, zayıf diye kısımlara ayrılması hâdisesinde de ihtilâf olup, bu konu mezheplerin ayrılmasında bir başka ihtilâf noktasıdır.
Mütevâtir sünnetler, Bana yalan yere bir şeyi isnad eden ateşte oturacağı yere hazırlansın hadisi gibi, büyük bir cemaatçe işitilen ve her asırda binlerce zevât tarafından rivâyet edilegelen yalan üzerine ittifak mümkün olmayan rivâyetlerdir. Namaz rekatlarına dâir haberler bu nevidendir. Bunlar asldır.
Meşhur sünnetler, Rasûlullahtan birkaç zatın rivâyet ettiği, ikinci ve üçüncü hicrî asırlardan beri tevâtüren nakledilen haberlerdir. Ameller niyetlere göredir gibi. Bunları reddetmek fâsıklıktır.
Haber-i ahad, bir zatın diğerinden veya bir cemaatten, bir cemaatin bir râviden rivâyet ettiği sünnettir. Tevâtür derecesinde olmayan râvilerin, iki üç zatın naklettiği sünnet de böyledir. Bunun inkârı bidattır.
Mezheplerin sünnet târifinde farklılıklar vardır:
Hanefi mezhebi müctehidlerinden es-Serahsı şöyle der: Bize göre sünnetten murad hukukî açıdan Hz. Peygamber ve ondan sonra sahâbenin yaptıklarıdır (Usûlus-Serahsı, I, 113). İmam Şâfii ise, (ö.204/819) sünneti yalnızca Hz. Peygamberin sünneti olarak alır. Sahâbenin sünneti, Hz. Peygamberin itikad, ibadet, ahkâm esaslarıyla ilgili olarak Kurân dışındaki söz, hareket, davranışları, takrirleri, tasdikleri, örfleri, vazettiği esaslar, koyduğu ilkelerdir. Sahâbe ve Tâbim, herhangi bir konuda tatbik edecekleri şeyde Hz. Peygamber nasıl yaptı? diye sormuşlardır. Sünnet anlayışı, üçüncü halife Hz. Osman zamanında fitnelerin çıkmasıyla değişime uğradı, bidatler dine karıştı; sünnetten uzaklaşıldı. Tâbimin büyük âlimleri Kurânda geçen (el-Bakara, 2/151, 231; Âlu İmrân, 3/164; en-Nisâ, 4/113; Cumâ, 62/2; Ahzâb, 33/34) hikmet kavramını sünnet şeklinde anlamışlardır. İmam Şâfii de bu görüştedir. Kendisine kitapla birlikte onun bir benzerinin verildiğini söyleyen Hz. Peygamberin (Müsned, IV, 134) sünneti böylece zikr, hikmet, misl olmaktadır. Rivâyetlere göre Cebrail (a.s.) vahyi getirirken, onun açıklamasını (sünneti) de getirdi (Câmiul-Beyânil-İlim, II, 34). Hem Kuranı hem de sünneti indiriyor, Hz. Peygambere öğretiyordu. Sünnet, İslâm toplumunun ve islâm devletinin oluşmasında âmil olan en mühim faktördü. Sahâbe, bu sünneti, gelecek nesillere kalması için aktardı ve hadis bir bakıma böyle doğdu. Ancak ashâb hadis rivâyetinde çok titiz davranmasına karşılık, tedvin asrında sapık akımlar ve İslâm düşmanlârı hâdis uydurdular. İhtilâflı meselelerde kendi görüşlerini destekler mâhiyette hadis uyduruldu. İbn Haldun, Ebû Hanifenin sıhhati kesin kabul ettiği hadis sayısının 17 olduğunu yazmıştır. Hadis ehli bu durum karşısında hadis tenkidine yöneldi ve hadis usûlu geliştirildi. Ehli sünnet, Şianın Hz. Ali hakkındaki rivâyetlerini cerh edip sahih kabul etmezken Abdullah b. Mesudun rivâyetlerini esas almış, Şia da ehl-i beyt hakkındaki rivâyetlerde taassuba düşmüştür.
Cerh ve tadil * ilminde bu yüzden fıkıhçılardan ayrı yöntemler meydana gelmiş, hükümlerin ferî olanlarında bu açığa çıkmıştır. Katâde, İbn İshakı överken. Nesaî onun kuvvetli olmadığını; Dârekutnî ise onun sözüyle delil getirilemeyeceğini söyler. İmam Mâlik de aynı şahsın yalancı olduğuna şehâdet eder. Öte yandan ikinci yüzyılda ehli hadis okulu ile ehli rey okulu arasında şiddetli münâkaşalar oldu (Geniş bilgi için bk. Şâtibî, el-Muvafakat; Gazalı, el-Mustasfa; İbn Kayyım, İlâmul-Muvakkıîn).
Ebû Hanife ile İmam Mâlik, kesin bir delile aykırı olmayan haber-i vâhidi delil olarak kullanırken; Şâfii, sıhhat şartlarını taşıyan haber-i vâhidi kabul eder. Hanefilere göre bu haberler şâzdır, reddedilmesi gerekir.
İmam Şâfii, sünnetin ancak sünnetle neshini câiz bulur (er-Risâle, 89). Gazzâlî, Kurân ile sünnetin, sünnetle de Kurânın neshini kabul eder. Her ikisi de vahiydir, dolayısıyla birbirlerini neshedebilirler der (el-Mustasfa, Bulak 1 322, 1, s.124). Cumhur ise, Kitab; Kitabı ve sünneti; sünnet sünneti ve mütevâtir sünnet kitabı nesheder görüşündedir. Hadisler tâbiîn devrinde toplanmış ve yazılmış, daha sonraları fıkıh kitaplarındaki bölüm adlarına göre tertip ve tasnif edilmiş, İmam Mâlik Muvattaını, Ahmed b. Hanbel Müsnedi yazmış, Kütüb-i Sitte* adı verilen hadis mecmuâları ortaya çıkmıştır.