• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Ercan Kesal: “Hatırlamak aynı zamanda ‘seçerek unutmak’ değil midir?”

Üyelik Tarihi
28 Şub 2020
Konular
2,107
Mesajlar
26,098
MFC Puanı
301,150
Ercan Kesal:

“En olağanüstü keşiflerin bizi zamanın varoluş alanı içinde beklediği inancı içimi kemirir durur…” demiş Tarkovski. Bu cümlenin içindeki Ercan Kesal’ı gördüğümde anlamıştım Tarkovski’nin neden hep başucunda olduğunu. ”İnsanlık, vicdan, merhamet” kelimelerinin geçtiği dost sohbetlerinde, gözlerim Ercan Kesal’ı arar, “gerçeğin ve iyiliğin işine yarayacağı inancı” besmelesidir Evvel Zaman’ında. Hekimliği, yazarlığı, oyunculuğu ve en çok da insanlığıyla aklımızda yer eden Sevgili Kesal’la edebiyatı ve hayatı konuştuk.

Ercan Kesal için “zaman” ne demektir?

Ah! Bu, uzun bir muhabbetin sorusu. Bir bilsem! Ama el yordamıyla da olsa hissettiğim, sezdiğim şeyler var. Sinema ve edebiyat zaten zaman kavramı üzerine tefekkür etmeye çok uygun alanlardır. Belki de sinemanın beni bu kadar çok içine çekmesinin sebebi “zamanı durdurma ve mühürleme” gücüne sahip olması. Edebiyatın da var buna benzer bir gücü. Demek ki akıp giden zamanla bir derdimiz var. Anladığım kadarıyla da varoluşsal bir sıkıntı. Ama en azından biliyorum artık, “geçmiş zaman” diye bir şey yok. Geçmiş, bugün dediğimiz şeyin içinde birikmiş, saklı duran bir anılar yumağı. Aynı zamanda gelecekten de kehanetler içeren bir yumak bu! Şimdiki zamanı değerli kılan da onun birazdan geçecek olması.

Öykülerinizin çoğunu okurken “vay be adam neler yaşamış” dedirtiyorsunuz. Yaşadığınız, gözlemlediğinizin üzerine kurguyu da dâhil etmek yaşanmışlık hissini veriyor okuyucuya. Sizin için gözlem ya da yaşanmışlık olmasaydı ‘bu öykünün sonu da farklı olurdu’ dediğiniz oldu mu hiç?

İstisnasız tüm öykülerim belleğe dayanan ve yaşadıklarımdan bana kalanlar üzerinden oluşturduğum kurmaca metinlerdir. Bir anının olduğu gibi aktarılması bağlamında düşünüldüğünde düz bir gerçeklikten söz edilemez elbette, ‘’gerçeğin yeniden icat edilmesidir’’ diyebiliriz. Bir anıyı tek başına ve olduğu gibi aktarmaya çalışırsanız edilgen ve sıradan bir üslubun esiri olursunuz. Mutlak kurmaca ama gerçeğe yaslanan ve ondan beslenen bir kurmaca olmalı! Tüm hatırladıklarımız yeterince değişmiş ve başlangıçtaki gerçekliğinden oldukça uzaklaşmıştır zaten. Hatırlamak aynı zamanda ‘seçerek unutmak’ değil midir? O zaman kurmaca ne, gerçeklik ne? Edebiyattaki asıl meselenin samimiyet ve inandırıcılık olduğunu düşünüyorum. Kurmacayla gerçeği birbirinden ayıran uzaklığın kapandığı ve okuyucumun, ‘gerçeğin en güçlü ve yalın halinin işte şimdi okumakta olduğu metinde’ olduğuna inandığı bir yazım türü! Bunu istiyorum…

Gözlem ya da yaşanmışlıklar olmasaydı bu hikâyeler böyle biter miydi? Daha önce de söyledim; söz söylemenin, yazı yazmanın bedelinin ağır ödendiği bir coğrafyadır burası. Homeros, Odysseia’da şöyle demiş: ‘’Tanrılar ölümlülerin başına çorap örerler, gelecek kuşakların şarkısını söyleyecek bir şeyleri olsun diye.’’ Zalimlerin başımıza ördüğü çoraplar, ilerde çocuklarımızın söyleyeceği şarkılar olsun diyedir… Başımıza bunlar geldiği için hikâyelerimiz böyle kederli. Bunları yaşamasaydık eğer, elbette hiçbir hikâyem de böyle bitmezdi. Ne Roboski olurdu, ne Ali İsmail ölürdü, ne de asmak için Erdal’ın yaşı büyütülürdü.

“Alışmaya direnen bir hekim gözü” diyorsunuz Peri Gazozu’nda. “Alışmak” eyleminin anlamı sizin için nedir?

Alışmanın ve unutmanın şöyle bir tehlikesi var; başımıza gelenleri unuttuğumuz ve alıştığımız zaman bir sonrakini daha yüksek dozda olsa da kabulleniyoruz. Bir şeye alışmak aslında bunu kabullenmek demek. Kötülükle ilişkimizde de unutmaya, alışmaya yönelik bir eğilimimiz var ve başımıza gelenler bundan kaynaklanıyor. Unutkan ve belleksiz birisi özsaygısını da bir kenara koymuş kişidir. Unutmakla ilgili insan vücudu ve aklının bir fizyolojisi, kendine ait bir savunma mekanizması vardır, bu anlaşılabilir bir şey. Başka türlü yaşanmaz çünkü. Ama bu çağa ait bilinçli bir saldırı galiba, ‘’unutmayı kutsamak’’ ya da buna uğraşmak. Eskiyi taşımadığınız zaman yeni sunulanları tadını algılamadığınız hazır bir yemeği yer gibi hiç tartışmaksızın yutuyorsunuz.

Cin Aynası kitabım Peri Gazozu’nun devamı gibidir, onunla akrabadır. Zaten isminin Cin Aynası olmasına çoktan karar vermemiş olsaydım belki de Ayazmanın Yılanı koyacaktım. Aynı başlıklı bir hikâye var kitapta. Bir köyün suyunun sağlandığı bir ayazmadan söz ediyor. Suyun toplandığı sarnıçta iki büyük yılan var ve köylüler o yılanlara çok kıymet veriyorlar. Yılanların suyu temizleyen kutsal hayvanlar olduklarını düşünüyorlar. Anılar da böyledir. Hikâye; ‘’Anılar belleğimizin bekçileridir, kalbimizi temizlerler, iyi bakın onlara!’’ diye biter. Anılardan vazgeçerek alışmak ve unutmak belleğe ihanettir çünkü.

“Edebiyatta tek derdim Türkçeyi doğru konuşmak ve yazmak” diyorsunuz. Bu cümlenizin altı iki kere çizilmeli.

Peri Gazozu’ndaki bir hikâyede iki gezginin bir köyde daha önce hiç görmedikleri bir çiçeğin adını merak etmelerini anlatırım. Köydeki çocuklardan biri bunu ancak Lenio Teyze’nin bilebileceğini söyler. Fakat Lenio Teyze o sabah ölmüştür. Aslında ölen yaşlı bir kadın değildir, bir kelime ölmüştür! Kelimeler kendiliğinden oluşmuş keyfi şekiller değildir. Kelimelerin ruhu vardır. Yeryüzünün ve insanlığın yaşadığı tüm maceralar kelimelerin içine, ruhuna sinmiştir. Bu yüzden, kavimler kapısı olan bir coğrafyanın dili olan Türkçe bence dünyanın en büyülü ve zengin dillerinden biridir.

İnsan diline aşık olur mu? Ben aşığım Türkçeye. Onu sadece sıradan bir iletişim aracı olarak algılamıyorum. Tüm dünyayı anlama ve anlatma yolculuğumun eşsiz bir kılavuzu olarak görüyorum.

Ercan Kesal: Hatırlamak aynı zamanda ‘seçerek unutmak’ değil midir?
Evvel Zaman
adlı kitabınız, muhtar rolünü oynadığınız Bir Zamanlar Anadolu filminin günlüğü olarak biliniyor. Günlük tutmaya devam ediyor musunuz? Bu yaz yönetmenliğini yapacağınız filmde bunun izlerini görecek miyiz?


Benim günce tutmam, son derece bilinçli bir kararla hazırlığı önceden yapılmış bir çalışmaydı. N.B. Ceylan filmi çekmeye karar verdiği gün ben de günce tutmaya başlamıştım. Üç Maymun zamanında tuttuğum notlar bu fikre ilham vermişti zaten. Bir film bittikten sonra notlarınıza döndüğünüzde nereden nereye geldiğinizi çok net görebiliyorsunuz. Evvel Zaman’da, senaryonun geçirdiği süreçleri, oyuncu seçimlerini, seti, her gün yazdım. Öte yandan sadece film süreciyle kalmadan, gündelik hayatıma dair ayrıntıları da yazdım. Bir nevi senaryonun hikâyesini yazmıştım aslında. Günce tutmak insanı terbiye eden bir şey. Dönüp baktığınızda hizaya sokuyor insanı. Çoğu şeyi sonradan unutuyorsunuz çünkü. Çalışmaya başladığın bir işin ortalarında başka bir konu takılıyor aklına. Onu kenara not ediyorsun, sonra peşine düşüyorsun. Senaryo işi biraz böyledir. Yazarken de okurken de kafana üşüşen şeylerde hep sinema aramaya başlıyorsun. Kurosawa da böyle yaptığını bir kitabında anlatmış. “Her yeni senaryoya başladığımda bütün eski notlarımı kontrol ederim” diyor.

Günlükler yararlı ve yol gösterici bir özelliğe sahiptirler. Bir de, antropolojinin öğrettiği şekilde, yaşananları ‘üzerine uyumadan yazarsanız’ çok daha verimli olur. Yeni film çalışmasında da tüm süreci kaydetmeye çalışıyorum.

Öykülerini yazdığınız Zamanın izinde kitabını çok özel buldum. Bu kitap sizinle birlikte Enis Rıza imzası taşıyor. Bu projede yer almanız için öneriyi size kim getirdi?

Yaklaşık bir yıl önce Ayrıntı Yayınları’nın editörü Burhan Sönmez aradı ve projeyi anlattı. 2017 yılı Ayrıntı Yayınları’nın 30. yılıydı ve sıra 1000. kitabın yayınlanmasına gelmişti. 1000. kitabın fotoğraflarla 100 yıllık Türkiye tarihini anlatmasını istiyorlardı. Kitap, Ayrıntı Yayınları’nın kendi iddia ve duruşunun da anlaşılmasını sağlayacak bir çalışma olacaktı. Geçmişten gelip bugünü kapsayarak yarına devam eden toplumsal tarihimizin 100 yılını içeren geniş bir parantez açacaktık. Paranteze alınmış bir dünya tarihinin içinde yeniden paranteze alınan bir Türkiye tarihi gibi sanki.

Bir yılı aşkın, çoğu Enis Rıza arşivinden binlerce fotoğrafla hemhal oldum. Seçtiğim fotoğraflara metinler yazdım. Kendi şahsi tarihimin de esasında gayri resmi bir Türkiye tarihi olduğunu fark ettim şaşkınlıkla. Keder, umut, umutsuzluk, heyecan, coşku ve hüzünle geçen 100 yıllık bir Türkiye hikâyesi. Kendi ömrüm gibi…

Ercan Kesal: Hatırlamak aynı zamanda ‘seçerek unutmak’ değil midir?
Ercan Kesal, Demet Aksu
‘Türkiye’de Ulusal Sinema’ kavramı üzerine birçok söylem var. Sinemanın bir dili var mıdır?

Sinemanın dili yönetmenin dilidir. Bu yüzden şahsidir, özeldir. Lakin beslendiğimiz kaynak, soluduğumuz iklim kendi geçmişimiz, kültürümüz ve coğrafyamızdır. Milletlerin, halkların müziği olmaz, coğrafyanın müziği olur demiştim bir yerde, ona benziyor. Türkiye Sineması ya da Türk Sineması değil de bu coğrafyanın ruhuna bağlı, ondan beslenen ve ona yaslanan yönetmenlerin sinemasından söz etmeliyiz, derdimiz bu olmalı diye düşünüyorum.

Birlikte bir hikâye kurgulasak; bu hikâyeye hangi mekanı ve kimi dâhil ederdiniz?

Pencere önünde, cümlelere kendini bırakmak güzeldir. Sonunda ya bir kuşun sesinde, ya bir sarmaşığın yeşilinde ya da derinliğin peşinde bulursunuz kendinizi. Tam da cümlelere kendimi bıraktığım andayım.
“Metin abi* sen geç içeriye, Kafkas usulü çay yaptım, hemen getiriyorum, seninki ince belli.” Nazo’nun sesiyle kapının açılması aynı anda oldu neredeyse.
Metin Abi, her zamanki gibi gazetesi koltuğunun altında içeriye girdi. Yüzünde keyifli bir gülümseme… Her zaman böyledir Metin Abi, her zaman keyifli. Görmediğim her gün özlüyorum onu doğrusu. Hemen masamın üzerindeki kitaba el attı. Bir, iki sayfaya göz gezdirdi. Başını kitaptan kaldırmadı.
-Ercan be, sahi Yakup Cemil niçin öldürülmüştü?**
Bir kuş sesi, bir sarmaşık yeşili, bir derin düşünce… oda doldu yine...
 
Üst