Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

  • Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Filozoflar

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Gabriel Acosta
Portekizli düşünürdür.

Ruhun ölümsüzlüğü inancına karsı çıkmış, din sorunlarının akılcı bir yöntemle eleştirilmesi geleneğini kurmuştur.

Oporto'da doğdu, Amsterdam'da öldü. Sonradan Katolik olan Yahudi bir ailenin oğludur. Çocukluğunda sıkı bir Katolik eğitimi gördü. Coimbra'da öğrenimini bitirdikten sonra küçük bir manastıra kapandı. Burada İncil üzerinde yaptığı çalışmalar sonucu, Yahudilik'e yönelince, ailesini de buna inandırmaya çalıştı. Ailesi dinsel inançları nedeniyle kovuşturmaya uğramaktan korkarak Amsterdam'a sığındı. Acosta Amsterdam'da Yahudi ayinlerinin ve öbür dinsel uygulamalarının İncıl'e uymadığı, gereksiz katılıklarla dolu olduğu kanısına vardı.

Hahamlarla uzun tartışmalara girişti: ruhun ölümsüzlüğü ilkesinin belirsizliğini ve İncıl'in tutarsız oluşunu vurgulayan bir kitap yazdı. 1624'te "Examen dos Tradiçoens Phariseas Conferidas Con a Lay Escnta" adıyla yayımladığı bu kitabı nedeniyle din düşmanı sayıldı. Kitap bir başka yapıtıyla birlikte toplattırılarak yakıldı, kendisi de aforoz edildi.

1633'te yeniden Yahudi topluluğuna dönmek istedi. Bu istek, görüşlerinin değişmesinden değil, bir toplumsal çevre gereksinîminden kaynaklanıyordu. Yeniden topluluğa kabul edilen Acosta, bir süre sonra Musa'nın getirdiği ilkelerin tanrısallığından kuşkuya düşerek, tüm dinlerin insan düşüncesinden doğup doğmadığını sorguladı. Daha sonra tüm Yahudi kurallarını çiğnediği ve iki Hıristiyan'ı Yahudi olmaktan alıkoyduğu gerekçesiyle suçlanarak, Sinagog'dan kovuldu. 1640'ta son bir kez daha Yahudi toplumuna kabul edilmesi için başvurdu. Bunun gereği olarak ağır kefaret cezalarından geçmeye zorlandı. Önce sinagogda pişmanlığını dile getirdi, sonra 39 kamçı yiyerek yere yatırıldı, üzerinden tüm Yahudi cemaati yürütüldü.

Bu olaydan sonra eve gelerek öz yaşam öyküsünü yazdı ve kendini vurarak intihar etti. Öbür kitapları yakılıp yok edildiğinden, görüşleri hakkındaki bütün bilgi 1687'de yayımlanan bu öz yaşam öyküsünden gelir.

Acosta, ruhun ölümsüzlüğü öğretisine karşı çıkmış, bunu kuşkulu ve İncil'e aykırı bulmuştur. Ona göre bütün dinler birer insan buluşu, düşünce ürünü olabilir. Acosta, gerek doğa verilen ve akıl ilkelerine dayanan eleştirici düşünceleri, gerekse acıklı yaşamı nedeniyle, sonraki dönemlerde etkili olmuş, inanç sorunlarının tartışma ve eleştiri konusu yapılmasına öncülük etmiştir. Özellikle Yahudi-Hıristiyan inançlarını bir bütünlük içinde ele alışı, bu inançlarla ilgili sorunlara, belli bir dine bağlanmadan, yansız bakışı tanrıbilime önemli bir yenilik getirir. 18. yüzyıldan bu yana gelenekçi dinlere karşı çıkan, düşünce ve inanç özgürlüğü görüşünü savunan, din anlayışının gelişmesinde katkısı büyüktür.

ÖNEMLİ YAPITLARI

- Examen dos Tradiçoes Phariseas Conferidas Con a Lay Escrita, 1624, ("Yazılı Yasalarla Karşılastırarak Farsi Geleneklerin Incelenmesi");

- Tratado de L'Immortalitat de L'Ama, 1626, ("Ruhun Ölümsüzlüğü Ustüne"), Examplar Humanac Vttae, 1687 ("insan Yasamından Örnekler.")

 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Hans Georg Gadamer
Gadamer, Almanya’nın Marburg kentinde doğdu. 1900'de başlayan yaşamı, onun 21. yüzyılı karşılamasına kadar uzun sürdü.

Bir kimya profesörünün oğluydu. Breslau, Marburg, Freiburg ve Münih üniversitelerinde beşeri bilimler öğrenimi gördü. Freiburg'da Martin Heidegger’in yanında yaptığı felsefe doktorasını 1922’de tamamladı.

1933te Marburg’da, 1934-35 yıllarında Kiev’de estetik ve etik dersleri verdi.

1937’de Marburg’da kadro dışı profesör oldu. İki yıl sonra Leipzig Universitesi’ne kadrolu profesör olarak atandı. Ardından, Frankfurt (1947-49) ve Heidelberg (1949’dan başlayarak) üniversitelerinde dersler verdi. 1968’de emekliye ayrıldıktan sonra da üniversitede ders vermeyi sürdürdü.

Yöntemini büyük ölçüde Wilhelm Dilthey, Edmund Husserl ve Martin Heidegger’in kavramlarından yararlanarak geliştirmiştir.

Gadamer'de hermeneutik felsefenin tam odağında yer alır; anlama, onun için dünyadaki var oluşumuzun temel bir tarzıdır.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Giambattista Vico
Giambattista Vico. 1668-1744 yılları arasında yaşamış olan ünlü İtalyan düşünürü. Özgün bir tarih anlayışı geliştirmiş olan Vico, Descartes'ın tarihe açık ve seçik düşüncelerle yaklaşma tavrına karşı çıkmış ve doğruluğu, kesinliği, açık seçik düşüncelerde değil de, etkinlikte, insan varlıkları tarafından yaratılmış, gerçekleştirilmiş olanda aramıştır.

Vico; Hegel ve Marx'ı felsefi anlamda etkilemiştir. Tarihin döngüleri incelenirken her bir çağın kendi öznel koşulları içerisinde ele alınması gerektiğini belirtmiştir.

Ona göre tabiat, 3 ana öğeden oluşur:

- Her ulusun bir dini vardır,
- Bütün toplumların temelinde aile vardır,
- Toplumda kurumların oluşması için ihtiyaç duyulan bilgi, ruhun ölümsüzlüğüdür.

Vico, tarihi de 3 kategoriye ayırmıştır:

1. Tanrılar çağı: Tayal gücünün işlediği, mitlerin etkisindeki çağdır.

2. Kahramanlar çağı: Toplumun, düelloyu kazananı tanrının kayırdığını ve onu diğer insanları korumakla görevlendirdiğini düşündüğü, otoritenin kahramanlar olduğu çağdır.

3. İnsanlar çağı: İnsanların kendilerine tanınan hakları herkese tanınmasını istedikleri, hoşgörünün baskın olduğu çağdır.

 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Gorgias
Gorgias, M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış olan önemli sofist düşünür. Gorgias Leontioni'de Sicilya'da doğmuştur.

Doğa felsefesine karşı düşünceler geliştirmiştir. Rölativizmin ve daha da çok kuşkucu düşüncenin gelişmesinde önemli bir filozof olarak yer almaktadır. Empedokles'in öğrencisi olmuştur ve ondan hem doğa felsefesini hem de hitabet sanatını öğrenmiştir. Bu sanattaki ustalığıyla Atina'da önemli etkilerde bulunmuş ve bu sanatı en önemli geliştiricilerinden biri olmuştur. Elea Okulu'nun diyalektik anlayışı üzerinde derin bir etkisi olduğu belirtilmektedir.

Yokluk Üstüne ve Helen'e Övgü adlı eserlerin sahibi olan Gorgias, kendisini bir görecelikle sınırlamayarak, gerçek bir hiççiliğin ve kuşkuculuğun savunucusu olmuştur. Hiçbir değerin var olmadığını, bilginin mümkün olmadığını, insanlara ikna yoluyla her şeyin kabul ettirilebileceğini, zira insanların bilgiden yoksun olduklarını söyleyen Gorgias, ikna sanatına, sözün terbiye edilip geliştirilmesine büyük bir önem vermiştir.

Doğa felsefesinin temel problemi olan varlığı bilme girişimin anlamsız olduğunu öne sürmüş ve bunu kanıtlamanın uğraşı içinde olmuştur. Onun düşüncesinde, ne varlığın var olması, ne bilinmesi ne de bir başkasına aktarılması mümkün değildir. Ünlü üçlü argümanı bu konuda Gorgias'ın rölativizminin ve kuşkuculuğunun kesin bir ifadesini gösterir;

"Hiç bir şey yoktur; bir şey varsa bile bilinemez; bilinse bile başkalarına bildirilemez."

Gorgias'ın gerçekten bunu mu kastettiği yoksa bu tezlerin sadece hitabetin insanları en saçma iddiaları kabul etmeye nasıl ikna edebileceğini göstermek üzere yapılan denemelerin başlangıç noktasını mı oluşturduğu tartışılmıştır. Belki de Gorgias, Elea'nın varlık (being), varlık olmayan (non-being), değişim (change) anlayışları ve bizim değişebileni tanıma yetimizin dışında olarak, gerçekten felsefenin umutsuz bir biçimde bizatihi kendini yalanlamak olduğu sonucuna varmıştır.

Bu yoruma göre, bu 3 itidalsiz noktadaki formülasyon, felsefenin anlamsız olduğunu gösteren bir dizi düşüncenin parçasını oluşturur. Şu halde Gorgias, hitabet uygulamasına sadece bir ikna yöntemi olarak geçmiştir; zira artık doğru bilginin mümkün olduğuna inanmamaktadır. Bu görüşe göre, rasyonel tartışma (discussion) ve rasyonel kanaat (conviction) var olamaz, var olan sadece ikna sanatıdır.

Gorgias'a göre hitabet (rhetoric), münakaşa ve rasyonel kanaat aracı değil, bir ikna yöntemi olarak geliştirilmek için vardır. Onun için iknanın başta gelen amacı dinleyicilerin görüş ve tutumlarını değiştirmektir. Kısaca belirtmek gerekirse, Gorgtas, dinleyicilerin herhangi bir şeyi kabullenmeleri ve doğru bilgiyi elde ettikten sonra muhtemelen görüşlerini değiştirmeleri için uğraşmıyor. Doğruyu yanlıştan, geçerliyi geçersizden ayırmak gibi bir derdi de yok; sadece dinleyiciyi etkilemeye çalışıyor. Hitabet öncelikli olarak bir kandırmaca aracı haline geldi, en iyi argüman*la ikna olmaya açık katılımcıları olan bir söylem değil.

Gorgias doğru bilginin imkansızlığını açık seçik ileri sürmekte ve bu sözleriyle de felsefede Septisizm denilen öğretinin başlamasına düşünsel ortam hazırlamaktadır. Platon retoriğin özünü ve değerini araştırdığı Gorgias diyalogunda onun retorikçi yanını över. Gorgias şiire rakip olabilecek etkili bir düzyazı geliştirmeye çalışmış ve bu amaçla üslup çalışmalarını retoriğin önemli bir bölümü haline getirmiştir.


M.Ö. 5.yy.ın ilk çeyreğinde Sicilya’nın Leontinoi kentinde dünyaya gelmiş olan Gorgias, Syrakusalılara karşı yardım istemek için 427 yılında elçi olarak Atina’ya gittiği zaman artık iyice yaşlanmıştı. Olası görünse bile yaşamının üç evreye —doğa filozofu (“öğrencisi olduğu Empedokles’in etkisi altında), diyalektikçi (Elea okulunun etkisiyle) ve retorikçi (Kolrax ile Teisias’ın etkisi altında) — ayrıldığı yine de kesinlikle söylenemez. Retorikle ilgili eserlerinden geniş kapsamlı fragmanlar ve “Helena ile “Palamedes” adlı iki konuşma metni günümüze kalmıştır. Her çeşit ciddi felsefeyi, her gerçek bilimi kökten reddeden “Varolmayan Üstüne” başlıklı eserinden —görünüşe göre yazar bu arada kendini tamamen retoriğe vermişti— uzun ve tipik bir bölüm aşağıya alınmıştır. H. Gomperz ve W. Nestle gibi kimi çağdaş bilgeler, bu eserde yer alan üç sayı ve paralojizme dayalı “argümanları” Gorgias’ın bir ‘oyunu”, içeriğiyle ciddi bir şey kastetmediği sofistik retorik bir gösterişi diye açıklamaktan yanadır.

Oysa bu görüş, Gorgias’ın argümanlarına temel teşkil eden Zenon’un diyalektiği ile karşılaştırılarak çürütülmüştür. Ayrıca Gorgias’ın üçüncü say için sıraladığı argümanlar, onun burada bilgi kuramının (ve dil felsefesinin) gerçek sorunlarına, nesnenin düşünen özneyle ya da düşünceyle, düşüncenin de kendisini ifade eden sözle ilişkisi sorununa ciddi şekilde eğildiğini göstermektedir. Ve bu Gorgias aslında hiçbir şeye inanmamakta ya da yeryüzünde tek bir şeye inanmaktadır: Sözlerin gücüne, ustalıkla biçimlendirilmiş ve ince bir üslup verilmiş sözlere; o bu sözlerin insanı şaşılacak derecede etkilediği kanısındaydı, hatta yurttaşlarında yarattığı mucizeyi etkileri sanatı sayesinde kendisi görmüş, yaşamıştı, üstelik ciddi şekilde inanmadığı, ne uzmanlığına (meğer ki salt biçimsel retorik alanında olsun) ne de karakterine özgü olmadığı halde.

Çünkü Gorgias’ın “sanatının amacı gerçeği idrak etmek değil, sadece eleştiriden uzak dinleyici kitlesinin gözünü bağlayan, bir Thukydides’in üslubunu bile derinden etkileyen parlak bir görünüşe ulaşmaktı; ayrıca bu sanat, Delphoi’deki tanrıya kendi adına som altından bir heykel adayabilecek kadar gelir elde etmesi ne de yaramıştır. Ne var ki, Protagoras ile önde gelen diğer sofistlerin insanları eğitme ve onlara ‘erdemi” öğretme konusundaki iddialarını manevi bir değişimden sonra ilkesel olarak terk eden, kendini teori ve pratikte tamamen retoriğe veren Gorgiasın davranışı, Platon’un belirleyici hükmüne göre, bu sofistler için çok tipiktir. Öyle ki günün birinde bu sofistler, Grek ulusunda öncü güç olan her çeşit ciddi felsefeyle rekabete girişecektir. Bu yüzden, gerçek varlığı arayan ve bulan Platon’un, parlak görünüşün ustasıyla, yani retorikle MÖ. 392 yılında “Gorgias” adlı ünlü diyalogunda giriştiği yok edici hesaplaşma, bunun yalnız nesnel bir hak ve yetkiden dolayı değil, üstelik —bir an Platon’un karakterini ve dünya görüşünü düşünürsek— deyim yenindeyse psikolojik bir zorunluluktan dolayı gerçekleştirildiği göz önüne alınırsa anlaşılır.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Louis Althusser
Louis Pierre Althusser (16 Ekim 1918- 23 Ekim 1990) Marksist düşünür.

Cezayir’de doğdu ve ileride felsefe profesörü olacağı École Normale Supérieure’de okudu. Fransız Komünist Partisi ’nin önde gelen akademik sözcülerindendi ve argümanları sosyalist projenin ideolojik kuruluşuna dönük çeşitli karşıt iddialara birer yanıttı. Bunlar hem Marksist toplum bilimi ve ekonomiyi etkilemeye başlayan deneyciliğin/ampirizmin etkisini hem de Avrupa Komünist Partileri'nde bölünmeye neden olmaya başlayan insancıl ve demokratik sosyalist yönelimlere dönük artan ilgiyi içeriyordu. Althusser’in, diğer Fransız Yapısalcılık okullarıyla ilişkisi basit bir ilgi olmamasına ve Yapısalcılık düşüncesine ciddi eleştiriler getirmesine rağmen, çoğunlukla Yapısalcı Marksist bir düşünür olarak kabul edilmiştir.

Althusser'in Felsefesi

Althusser’in erken dönem çalışmaları, Karl Marks ’ın Kapital’ini Althusser ve öğrencilerinin yoğun bir felsefi tekrar okumalarını bir araya getiren etkileyici Kapital’i Okumak isimli çalışmayı içerir. Kitap “politik ekonominin eleştirisi” olarak Marksist teorinin felsefi durumunu ve bunun nesnesini yansıtır. Bu çalışmanın İngilizce çevirisi sadece Althusser ve Étienne Balibar’ın yazılarını içerirken, esas Fransızca kitapta Jacques Ranciere , Pierre Macherey ve diğerlerinin ek makaleleri de bulunmaktadır. Proje, Marksizm dahilinde, Althusser’in çok yakın ilişki içinde olduğu Jacques Lacan tarafından üstlenilen Freud’a çağdaş psikoanalitik dönüş çalışması ile oldukça benzerdir. (Althusser’in Lacan ile kişisel ve mesleki ilişkisi çok karmaşıktı; ikili bazen çok yakın arkadaş ve dost bazen düşmandılar) Bazen kendisi, argümanlarını çelişkiyi tahrik etmek için kasten abartsa da, Althusser’in bir çok teorik pozisyonu Marksist felsefede oldukça etkili olmuştur. Althusser Genç Marx Hakkında adlı eserinde bilim felsefecisi Gaston Bachelard’dan aldığı bir terimi Genç Marks’ın “Hegel ve Feuerbach etkisindeki” yazıları ile daha sonraki Marksist yazıları arasındaki “epistemolojik kopuşu” ortaya koymak için kullanmıştır. Marksizm ve Hümanizm adlı eseri, bir burjuva ideolojisi olan hümanizmin yansımaları olarak sık sık Marksistler tarafından öne sürülen “insan potansiyeli” ve “insan doğası” gibi düşüncelerin yanlışlığını ortaya koyan Marksist teorinin güçlü bir hümanizm karşıtı tezini ortaya koydu. Çelişki ve Üst-Belirlenme adındaki çalışmasında, politik durumlarda çoklu nedenselliğin daha karmaşık bir modelinin “çelişki” düşüncesinin yerini alması için psikanalizden üst belirlenme düşüncesini ödünç almıştır ( Antonio Gramsci’nin hegemonya düşüncesi ile oldukça yakın bir düşüncedir) Althusser daha çok bir ideoloji teorisyeni olarak bilinir, en çok tanınan eseri İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları: Bir Soruşturmaya Dönük Notlar’dır. Çalışma aynı zaman da Antonio Gramsci’nin hegemonya teorisine dayanarak ideolojinin kapsamını oluşturur. Hegemonyanın sonuç olarak tamamen politik güçler tarafından oluşturulduğu yerde, ideoloji Freud’un ve Jacques Lacan’ın sırasıyla bilinçsiz ve ayna-fazlı düşüncelerini kullanır ve bizim kendinin anlamlı bir içeriğe sahip olarak ulaşmamıza izin verdiği yapı ve sistemleri tanımlar. Althusser için bu yapılar, hem bastırmanın hem de kaçınılmazlığın temsilcileridir – ideolojiden ve onun nesnesi olmaktan kaçmak imkansızdır. İdeoloji ve bilim veya felsefe arasındaki ayrım epistemolojik kopuş ile bir seferde ve her şey için sağlanamaz: bu “kopuş” kronolojik olarak sağlanan bir olay değil işleyiştir. Nihai bir zafer yerine ideolojiye karşı sürekli bir mücadele söz konusudur: İdeolojinin tarihi yoktur.

Üretimin nihai koşulu üretim koşullarının yeniden üretilmesidir. Bu yeniden üretim, üretim güçlerinin yeniden üretimi (iş gücü) ve var olan yeniden üretim ilişkilerinin yeniden üretimi ile olur. Üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesi Devletin İdeolojik Aygıtları ile olmaktadır.

Althusser’e göre toplum ekonomik, siyasal ve ideolojik pratiklerden oluşmaktadır. Burada pratiği Althusser, belli insan emeği ile etkilenmiş, belli üretim araçları kullanarak, belli bir ürünün iletişim süreci olarak tanımlar.

Althusser’e göre kapitalizm üretken bir sistem olarak üretim koşullarını yeniden üretir. Yeniden üretim işgücünün düzenin kurallarına uymasının sürdürülmesidir. İş gücünün üretilmesi aileyi, ustalığın ve tekniklerin öğrenilmesi öğretim ve eğitim sistemini gerektirir.

Devlet toplumsal üretimin toplumun tümünün rızasıyla yapılmasını uzun dönemde sermayenin ve yönetici sınıf bloğunun hegemonyasını sürdürmesini güvence altına alan yapıdır. Üretimin yapıldığı aygıtlar, devlet tarafından örgütlenmiş olsun olmasın Devletin İdeolojik Aygıtlarıdır (DİA).

Bazı Seçme Eserleri

Türkçedeki Mevcut Eserleri

- Montesquieu Siyaset ve Tarih İthaki Yayınları

- Marx İçin İthaki Yayınları İthaki Yayınları

- Yeniden - Üretim Üzerine İthaki Yayınları

- Sanat Üzerine Yazılar 1 Felsefi ve Siyasi Yazılar İthaki Yayınları

- Lenin ve Felsefe İthaki Yayınları

- John Lewis'e Cevap İthaki Yayınları

- Güncel Müdahaleler İthaki Yayınları

- Felsefe ve Bilimadamlarının Kendiliğinden Felsefesi (1967) İthaki Yayınları

- İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları İthaki Yayınları

- Tutsaklık Güncesi Can Yayınları

- Özeleştiri Ögeleri Belge Yayınları

- Gelecek Uzun Sürer Can Yayınları

- Makyavel'in Yalnızlığı ve Başka Metinler Althusser'in Mirası Epos Yayınları

- Kapital'i Okumak Belge Yayınları

- İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları İletişim Yayınları

Yayımlanan Eserleri

- Montesqieu, politika ve tarih (Montesquieu, la politique et l'histoire), PUF, 1959.

- Marx İçin (Pour Marx), Maspero, « Kuram » dizisi, 1965.

- Kapital'i okumak (Lire Le Capital), (Etienne Balibar, Roger Establet, Pierre Macherey ve Jacques Rancière'le birlikte), Maspero « Kuram » dizisi, 2 cilt, 1965.

- Lenin ve Felsefe (Lénine et la philosophie), Maspero « Kuram » dizisi, 1969.

- John Lewis'e cevap (Réponse à John Lewis), Maspero « Kuram » dizisi, 1973.

- Felsefe ve bilim adamlarının kendiliğinden felsefesi, Philosophie et philosophie spontanée des savants (1967), Maspero « Kuram » dizisi, 1974.

- Özeleştirinin temelleri (Éléments d'autocritique), Hachette « Analiz » dizisi, 1974.

- Konumlar (Positions), Éditions Sociales, 1976.

- XXII. Kongre (XXII'e Congrès), Maspero « Kuram » dizisi, 1977.

- Komünist parti'de daha fazla süremeyecek olan (Ce qui ne peut plus durer dans le parti communiste), Maspero « Kuram dizisi », 1978.

- Gelecek uzun sürer (L'avenir dure longtemps), Stock / IMEC, 1992.

- Tutsaklık Güncesi (Journal de captivité, Stalag #4 1940-1945), Stock / IMEC, 1992.

- Psikanaliz üzerine yazılar. Freud ve Lacan (Écrits sur la psychanalyse. Freud et Lacan), Stock / IMEC, 1993.

- Felsefe üzerine (Sur la philosophie), Gallimard « Sonsuz » dizisi, 1994.

- Felsefe ve marksizm: Fernanda Navarro'yla söyleşiler (Philosophie et marxisme : entretiens avec Fernanda Navarro (1984-1987)

- Felsefenin dönüşümü: Grenada Konferansı (La Transformation de la philosophie : conférence de Grenade) (1976).

- Felsefi ve politik yazılar 1 (Écrits philosophiques et politiques 1), derleyen: François Matheron, Stock / IMEC, 1994.

- İyi duygular enternasyonali (L'internationale des bons sentiments) (1946)

- Hegel'e dönüş (Le retour à Hegel) (1950)

- Evlilik müstehcenliği hakkında (Sur l'obscénité conjugale) (1951)

- Sınırları içinde Marx (Marx dans ses limites) (1978)

- Yeniden üretim üzerine (Sur la reproduction), PUF, « Güncel Marx Tartışmaları» dizisi, 1995.

- Felsefi ve politik yazılar 2 (Écrits philosophiques et politiques 2), derleyen: François Matheron, Stock / Imec, 1997.

- Machiavelli ve biz (Machiavel et nous) (1972-1986)

- Feurbach üzerine (Sur Feuerbach) (1967)

- Lévi Strauss üzerine (Sur Lévi Strauss) (1966)

- Brecht ve Marx üzerine (Sur Brecht et Marx) (1968)

- Cremonini, soyutun ressamı, (Cremoni, peintre de l'abstrait) (1977)

- Lam (1977)

- Machiavelli'nin yalnızlığı (Solitude de Machiavel), Yves Sintomer'nin sunuşuyla, PUF « Güncel Marx Tartışmaları» dizisi, 1998.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Felix Gouattari
Düşüncelerinde ruhsağaltımı ve siyaset konuları üzerinde etkin bir biçimde duran, özellikle Gilles Deleuze ile birlikte yaptığı ortak çalışmalarıyla tanınan Fransız ruhsağaltımcı ve felsefecisidir.

Guattari'nin Deleuze'den bağımsız yaptığı felsefe çalışmaları hem sayıca yok denecek kadar azdır hem de Deleuze ile birlikte verdikleri özgün düşüncelerin yanında felsefeye çok önemli bir katkıları olduğu söylenemez. Bu nedenle Guattari'nin hemen bütün önemli düşünceleri Deleuze ile girdikleri üretken işbirliği sonucunda ortaya konmuş düşünceler olarak değerlendirmek olanaklıdır.

Burada Guattari'nin kendi düşünceleri olarak anılan her düşüncenin en az onun kadar Deleuze'ün de olduğunu anımsatmakta yarar vardır. Deleuze ile Guattari yeni düşünme, yazma, öznellik ve siyaset biçimleri yaratmak amacıyla birlikte post-modern düşünce serüvenleri yaşamışlardır. Her ne kadar post-modern söylemi, bir tür bilinemezcilik ve tutuculuk konumu olarak gördüklerinden benimsememişlerse de kendi düşünme yordamları çoğunlukla post-modern söylemin ilk örneklerinden biri olarak gösterilmektedir.

Felsefe açısından bakıldığında, Deleuze ile Guattari geleneksel felsefenin karşısında "gündelik yaşam felsefesi" diye adlandırılan felsefe konumunun önünü açmaları bakımından da son derece değerli düşünceler vermişlerdir. 1972 yılında yayımladıkları en çok ses getiren kitapları Anti-Oedipe (Karşı Oedipus), modernliğin egemen söylemlerinin, arzuyu bastırmak yoluyla ortaya faşist öznellik biçimleri çıkararak devrimci hareketlerin önünü kesen kapitalist kuramların ve tasarımların kışkırtıcı bir eleştirisidir. Bu yerleşik kapitalist duruma karşı Deleuze ile Guattari, bireylerin baskıcı modern kimliklerin üstesinden gelebilecek "arzulayan göçebeler" olarak konumlanacakları post-modern bir var oluş biçimini savunmaktadırlar.

Deleuze ile Guattari kapitalizmin salt birey ile ilgilendiği için, buna bağlı olarak da kilise, aile, okul ve düşünülebilecek her türden toprağa bağlı grubun toplumsal düzenleme yoluyla dağıtılması. ya da "yurtsuzlaştırılması" amacı güttüğünden, özü gereği şizofrenik bir dizge olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak bununla beraber kapitalizm işleyebilmek, kendi varlığını sürdürebilmek için birtakım toplumsal gruplaşmalara gereksinim duymaktadır. Bu nedenle yeni aile, devlet gibi gruplaşma biçimlerine, yani birtakım yeni toplumsallaşmaların yeniden gövdelenmesine, yer yurt edinmesine belli ölçülerde izin vermektedir.

Bütün bu olaylar Deleuze ile Guattari'ye göre hepsi aynı anda ve hep birlikte olmaktadırlar. Bu anlamda bütün kültürlerin yaşamı bir yandan çökertilirken öbür yandan yeniden kapitalist bir biçimde yapılandırılmaktadır. Bu aynı anda olmaktalıkla kendisini açığa vuran ayrım, Deleuze ile Guattari'ye diyalektiğin tarihsel bakımdan kaçınılmazlığını kabul etmeksizin toplumsal ve maddeci olabilecek Marxçılık sonrası bir çözümleme olanağı sunmaktadır. Deleuze ile Guattari'ye göre, toplumsal yaşamı köklü bir biçimde yurtsuzlaştıran kapitalizm, daha doğrusu "uygar kapitalist makine", bütün öğeleriyle tarihin sonuna gelindiğinin en temel göstergesidir. Kendi bedeninin, emeğinin, özel yaşamının tek sahibi olduğunu düşünerek yaşayan kapitalist bir birey icat edilmiştir. Söz konusu yurtsuzlaştırma işleminin tam anlamıyla gerçekleştirilebilmesi için, kutsal olan ne varsa -kuttörenler, gelenekler, görenekler vb.- hepsi de yok edilmelidir.

Kapitalizmin şu ya da bu türden kutlu bir dizgeye, hele de inanç dizgelenişine gereksinimi yoktur çünkü. Özerk birey ülküsünü bastıran her şeyin kafasını uçuran kapitalizm, bu anlamda kendisine seçenek oluşturabilecek değerde bir başka dizgenin yaşamasına izin vermeyecek denli başlı başına "yetkin" ama savaşılması gereken bir dizgedir. Deleuze ile Guattari bu durum saptamasının ışığı altında, kapitalizmin gerçekliğinin tarihte bilinen en büyük "arzu bastırma hareketi" olduğunun altını özellikle çizerek, bunun böyle olmasının başlıca nedeninin kapitalizmin şizofrenik yapısında aranması gerektiğini savunmuşlardır. Yurtsuzlaştırma harekâtı aralıksız süren bir yeniden yurtlulaştırma ile birlikte yürütülürken, eski yerleşik biçimlerin kodlarının acımasızca sökülmeleri söz konusudur.

Buna bağlı olarak devlet, aile, vatan hep başka biçimlerle yeniden yapılandırılmakta, bütün bunlar yapılırken kapitalizmin genel bastırma taarruzu kurallarla meşru kılınmaktadır. Kapitalist dizgenin "normal" saydığı kişi, bu açıdan bakıldığında, toplumsal sınırlar içindeki kafeste tutulması başarılabilen "nevrotik kişilikli" bir insan olmak zorundadır. İnsanlar kendilerine çocukluklarından itibaren bir "ben", kapitalist dünyayı istenen ve izin verilen sınırlar içinde deneyimleyebilecekleri bir öznel konum edinmek zorundadırlar. Kız çocukları babalarını kazanmak için anneleriyle, buna karşı erkek çocukları annelerini kazanmak için babalarıyla bir savaşım içinde olacaklardır. Son çözümlemede, "Oedipus" ve "Elektra" kompleksleriyle biçimlenen çocuklar, yapıntı ama sahte bir suçluluk duygusuyla kapitalizmin enkazları olarak dizgede kendilerine çok da bulunmayı istemedikleri bir yer bulmak zorunda kalmaktadırlar.

Deleuze ile Guattari kapitalist dünyaya ilişkin bu ilk belirlemelere dayanarak, Lacancı ruhçözümleme düşüncesinin sağladığı ışıktan da yardım alarak, Karşı Oedipus adlı çalışmalarında bütünüyle siyasal içerimleri gözetilerek oluşturulmuş bir arzu çözümlemesi sunmaktadırlar. Bu çözümlemeye göre, arzu iki seçenek arasından ya birine ya da öbürüne yönelmiştir. Ya kendini sürekli olarak olurlamaktadır ya da temele iktidarı koyarak düzenin kurulup kollanmasını kendisine amaç edinmektedir. 68'lerin devrim girişimine ilişkin ayrıntılı çözümlemelerini ardalanda tutarak, işçi sınıfının Marx'ın öndeyilediğinin tersine tarihsel misyonunu yerine getiremeyişi olgusu üzerine odaklanan Deleuze ile Guattari, insanların anarşik anların sağladığı özgürlüğe yönelmek yerine, öteden beri var olan baskıcı düzeni yeniden kurmayı yeğlemiş olmaları gerçeğine parmak basarlar. Söz konusu durum onlara göre bütünüyle Nietzsche'nin "efendi/köle (ahlâkı)" ilişkisi için verdiği açıklamayı doğrulamaktadır. Bu bağlamda, hem Marx sonrası hem de Freud sonrası bir konum olarak baştan sona Nietzscheci düşüncede köklendirirler düşüncelerini. Bu yeni bakış açısından Deleuze ile Guattari, "üretken arzu" diye yeni bir tasarım ortaya atarlar.

Marxçılığa göre hiçbir insan söylemi tek başına söylenecek son sözü söyleyemez, bu nedenle üretim ile ideoloji arasında her zaman için bir karşıtlık bulunduğundan, arzu konusunun da son çözümlemede üretim ilişkileri bağlamına yerleştirilmesi gerekmektedir. Öte yanda Freudculuğa göre bilincin her zaman dışardan, yani bilinçdışından üretildiği için asla güvenilir olmayışı arzu için de aynen geçerlidir. Deleuze ile Guattari'nin "üretken arzu" tasarımları bu anlamda hem arzunun ilkece ideolojiye ait olduğunu ileri süren Marxçı anlayışı, hem de arzunun bilinçdışı kaynaklı olduğunu vurgulayan Freudcu yaklaşımı bütünüyle reddetmektedir, Söz konusu üretken arzu tasarımına en genel anlamda Nietzsche'nin "erk istenci " anlayışının bir uzanası olarak bakılabilir. Buna göre üretken arzunun erk isrenci "tepkici" bastırma arzusuyla, yani köle zihniyetiyle dengede tutulur. Papazlardan ahlâkçılara, gizemcilerden çilecilere değin bütün denetçiler üretken arzunun etkin güçlerini kendisine karşı yöneltmenin peşindedirler. Arzuyu arzunun kendisini denetlemek amacıyla kullanan denetçiler, bunu yaparlarken her türden etkin arzunun dışavurumunun "suçluluk duygusu" olarak yaşanacağı bir ruh hastalığı yaratmaktadırlar. Burada önemle vurgulanması gereken, şizofreninin insanın üretken arzusunu dışavurabilmesi için bir model olarak görülüyor olmasıdır. Dolayısıyla Deleuze ile Guattari'nin şizofreniden anladıkları tedavi gerektiren bir ruh hastalığı olmaktan çok arzunun üretkenliğini sürekli olurlayan etkin bir şizofrenik var oluştur. Buna göre Marxçılığın öngördüğü gibi sınıf savaşımı diye bir şey söz konusu değildir toplumda, çünkü yalnızca er ya da geç herkesin bir köle olduğu tek bir sınıf vardır; o da kapitalizmin kölelerinden bazılarının öteki kölelere hükmettiği kölelik sınıfıdır. Böyle bir toplumsal durum içinde Deleuze ile Guattari'ye göre arzulayan hiçbir bireyin kendi başına arzusunu doyuma kavuşturmak gibi bir yetisi yoktur. Her birey iki kutup arasında bir yerlerde ama öyle ama böyle kendi bulunduğu yerin tutsaklığını yaşamaktadır.Bu iki kutuptan ilki devrimci ama toplum karşı olan "şizoid arzu'yken, ötekiyse toplumsal olarak kodlanmış, üstelik de kendi bastırılışına gönül rızası gösteren "paranoid arzu" dur. Açıkça görüleceği üzere Deleuze ile Guattari bu açıklamalarıyla Marxçıliğın ya da Freudculuğun açıklama yapılarında içerimlenen sınırlamalara düşmeden, gerek kapitalist toplum gerekse ruhçözüınleme üstüne konuşabilmeye olanak tanıyan yepyeni bir sözdağarı doğrultusunda açılimları bir hayli fazla olan bir dil oluşturmuşlardır. Bu sözdağarının en önemli terimleri kısa tanımlarıyla şu biçimde ortaya konabilir: [Makiııeler] Lacancı özne tasarımından kaçınmak amacıyla tasarlanmış, fiziksel, düşünsel ya da duygusal akışın herhangi bir noktasında belli bir yapıyı terk eden ya da bu yapının içine giren şeyler. Sözgelimi bebeğin ağzı ağız makinesi iken annenin memesi meme makinesidir. Bu iki makine atasında hep bir akış söz konusudur. (Organları olmayan beden] Artaud'dan alınma bir deyiş. Hükümet ya da üniversite gibi her türden örgütlü yapıya verilen ad. Organları olmayan bedenler ile arzulama makineleri aynı şeyin iki farklı durumuna karşılık gelirler; her ikisi de akışı denetleyen örgütlü üretim dizgesinin parçalarıdır. Organları olmayan bedenler, arzunun özgür dışavurumuna ket vuran güçlerdir. Arzulama Makineleri Organları olmayan bedenlerle bağlantılı, kendisini üretken arzulara adamış olan makineler. [Paranoyak makine] Organları olmayan bedenler tarafından tanınmayan arzulama makinelerine verilen ad. [Kaydedici makine] Organları olmayan bedenlerin etkisindeki arzulama makinelerine verilen ad. [Sociur] Bir toplumu oluşturan organları olmayan beden: yabanıl toplumlardaki yeryüzünün bedeni, barbar toplumlardaki despotun bedeni, kapitalist toplumlardaki sermayenin bedeni gibi.

[Göçebe özne] Anlık kararlara, anlara bağlı olarak yaşayan, bir arzulama makinesi olarak olanaklarını sürekli değiştirme ve yerine yenilerini koyma yetisi taşıyan özne. Deleuze ile Guattari'nin oluşturdukları "göçebe düşünce"nin karşılığını, yalnızca toplum ile siyaset konularında değil, doğrudan yazın ile sanat alanlarına ilişkin düşüncelerinde de görmek olanaklıdır. Nitekim sanat yapıtları başlı başına bir "arzulayan makine" olduğunu ileri süren düşünürler, ressam olsun yazar olsun bütün büyük sanatçıların, içlerindeki arzu kımıltıları ile akışlarının ne pahasına olursa olsun peşine düşmekten kendilerini alıkoyamayan özel doğada insanlar olduklarını belirtmektedirler. Sanatta "biçem" diye adlandırılan da bu kımıltılar ile akışların peşinden nasıl gidildiğinden başka bir anlamı yoktur. Deleuze ile Guattari'ye göre başta yazın olmak üzere bütün sanatlar bu anlamda tıpkı şizofreni gibidirler; sanat deneyimi önceden belirlenmiş belli işlevleri ve amaçları olan ussal bir izlence doğrultusunda belli anları peş peşe yaşamak değil, sonunda ne olacağı baştan kestirilemeyen serüvenlerle dolu bir süreçtir. Sanat, geleneksel düşüncelerin savunduğunun tersine, Deleuze ile Guattari'ye göre bir anlatım biçimi olmaktan çok arzunun önü alınamaz bir biçimde çoğalttığı, üretken akışına dur denilemeyen bir üretim biçimleri çokluğudur. İki düşünürün "Kapitalizm ve Şizofreni" genel tasarısı altında ortaklaşa yaptıkları öteki önemli çalışmalar şunlardır: Kafka Minör Bir Yazına Doğru (Kafka: pour une litterature mineure, 1975), Köksa p (Rhizome, 1976), Bin Yayla (Mille Plateaux, 1980), Felsefe Nedir? (Qu'est-ce que la Philosophie?, 1991). Guattari'nin Deleuze'le tanışıp yola koyulmadan önceki başlica yapıtları arasında ise Prychanalyse et Transversalite (Ruhçözümleme ve Yoldan Çıkma , 1972), La Revolution moleculaique (Moleküler Devrim, 1977) L'Inconsıcient machiniqaı (Makineleşmiş Bilinçdışı, 1979) sayılabilir.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Antonio Gramsci
Antonio Gramsci Kimdir? (1891-1937)

Antonio Gramsci (d. 22 Ocak 1891, Sardunya - ö. 27 Nisan 1937, Roma) İtalyan düşünür, siyasetçi ve Marksist kuramcı.

İtalya Komünist Partisi kurucu üyesi ve bir süre lideri. Mussolini'nin Faşist rejimince hapsedildi. Marksist litaratüre katkısı ana olarak hegemonya, sivil toplum, altyapı-üstyapı ilişkileri, toplumda aydınların işlevi üzerindedir. Devlet teorisi üzerine özgün görüşler ileri sürmüş, başta Althusser olmak üzere birçok marksist kuramcıyı derinden etkilemiş, görüşleri Batı Marksizminin temellerini oluşturmuştur.

Hayatı

Erken Dönem


Gramsci İtalya'da Sardunya adası'nda bulunan Ales'te doğdu. Alt düzey bir memur olan Francesco Gramsci'nin yedi oğlundan biriydi. Babasının ailesi Güney İtalya'ya 15. ve 16. yüzyıllarda göç etmiş Arnavut kökenli bir topluluk olan Arbereshelerdendi. Arnavut kökenleri nedeniyle, Gramsci soyadının bir Arnavut kasabası Gramsh ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. Mali zorluklar ve Francesco Gramsci'nin polisle sorunları aileyi Sardunya'da birkaç kasaba değiştirmeye zorladı, sonunda Ghilarza'ya yerleştiler.

Francesco Gramsci, 1898'de zimmetine para geçirmekten tutuklandı ve hapsedildi. Bu durum, Antonio Gramsci'nin okulu terk etmesine ve 1904'te babasının serbest bırakılışına dek çeşitli işlerde çalışmasına neden oldu. Antonio Gramsci'nin sağlık sorunları o zamanlarda başladı: bir çocukluk kazası yüzünden omurilik bozuk oluşumu onu kambur ve azgelişmiş bıraktı. Yaşamı boyunca onu izleyecek dahili hastalıklarda o dönemde başladı.

Gramsci, orta okulu Cagliari'de tamamladı. Cagliari'de, eski bir asker olan ve İtalya'daki görev yaptığı sırada militan sosyalist olan büyük ağabeyi Gennaro ile birlikte kaldı. Ancak, o zamanlar Gramsci sosyalizme sempati duymuyordu. Daha çok; gittikçe yoksullaşan, bu yoksullaşmanın nedenlerini hızla sanayileşen Kuzey İtalya'nın öncelik tanınmasıyla ihmal edilişlerine bağlayan Sardunyalı köylü ve madencilerin acıları ile ilgileniyordu. Kuzeye duyulan bu tepki sonucunda Sardunya milliyetçiliği eğilimleri gösteriyordu.

Torino

Parlak bir öğrenci olan Gramsci, 1911'de Torino Üniversitesi'nde okuyabilmesini sağlayacak bir burs kazandı. Sınava gelecekte mücadele arkadaşı olacak Palmiro Togliatti ile birlikte girmişti. Torino'da edebiyat okudu, dilbilime yakın ilgi duydu. Gramsci geldiğinde Torino bir sanayileşme sürecinden geçiyor, Fiat ve Lancia fabrikaları fakir bölgelerden işçi yapmak için insan taşıyordu. Bu dönemde sendikalar kuruldu ve sınıfsal toplumsal çelişkiler görünür olmaya başladı. Gramsci bu gelişmelerin içinde yer aldı. Sosyalist çevrelerle iletişimde olmasıyla birlikte, büyüyüp yetiştiği Sardunya kültürü ile etkileşimini devam ettirmesini sağlayacak Sardunyalı göçmenlerle de görüşüyordu. Dünya görüşü bu ortamda; Sardunya'da edindiği daha önceki deneyimler ile birlikte İtalya'daki çevresiyle şekillendi. 1913 sonlarında İtalya Sosyalist Partisi'ne katıldı.

Akademik çalışmalarında yetenekli olmasına rağmen, artan siyasi bağlantıları yanında mali sorunlar ve zayıf bünyesi nedeniyle 1915 başlarında eğitimini bıraktı. Eğitimi sırasında yoğun bir tarih ve felsefe bilgisi edindi. Üniversitede Antonio Labriola, Rodolfo Mondolfo, Giovanni Gentile'nin ve en önemlisi, zamanının en saygı duyulan aydını olan Benedetto Croce'nin fikirleriyle tanıştı. Bu düşünürler Labriola'nın "praksis felsefesi" ("philosophy of praxis") adını verdiği bir tür Hegelci Marksizm'i benimsemişlerdi. Gramsci bu terimi daha sonra hapishanede yadığı yazıları sansürden geçirebilmek için sık sık kullanmasına rağmen, bu düşünce akımına karşı ilişkileri kariyeri boyunca hep belirsiz kalacaktı.

1914'den sonra Il Grido del Popolo gibi sosyalist gazetelerdeki yazıları ona dikkate değer bir gazeteci olarak ün kazandırdı. 1916'da Sosyalist Parti resmi yayın organı Avanti!'nin Piedmont baskısının eş-editörü oldu. Açıklıkla yazan verimli bir siyaset kuramı yazarı olarak Gramsci, Torino sosyal ve siyasi yaşamını tüm yönleriyle yazan görkemli bir yorumcu olduğunu kanıtladı.

Gramsci aynı zamanda Torino işçilerinin eğitimi ve örgütlenmesiyle ilgileniyordu. 1916'da ilk kez topluluk karşısında konuşmalar yaptı ve Romain Rolland, Fransız Devrimi, Paris Komünü ve kadınların kurtuluşu gibi konulara değindi. 1917 Ağustos devrimci ayaklanmalarının ardından Sosyalist Parti liderlerinin tutuklanmasıyla Gramsci parti Geçici Komitesine seçildi, ve Il Grido del Popolo editörü oldu. Böylece, Torino'da sosyalist liderlerden biri haline geldi.

Nisan 1919'da Togliatti, Angelo Tasca ve Umberto Terracini ile birlikte, haftalık gazete L'Ordine Nuovo'yu çıkardılar. Aynı yıl Ekim ayında, birçok hizibe bölünmüş olmasına rağmen Sosyalist Parti büyük çoğunlukla 3. Enternasyonal'e katıldı. L'Ordine Nuovo gurubu Lenin tarafından Bolşevikler'e en yakın grup olarak görülüyordu ve aşırı sol Amadeo Bordiga'nın anti-parlamenter programına karşı Lenin'in desteğini almıştı. Parti içi geçerli pek çok taktik arasında, Gramsci grubu temel olarak işçi konseyleri savunusuyla öne çıkıyordu. Bu konseyler, 1919 ve 1920 Torino büyük grevleri sırasında kendiliğinden ortaya çıkmışlardı. Gramsci için bu konseyler, üretimi örgütleme görevinin yönetimini sağlayabilecek uygun araçlardı. Lenin'in "Bütün İktidar Sovyetlere" siyasetiyle aynı konumda olduğuna inanmasına rağmen, Bordiga tarafından Georges Sorel ve Daniel DeLeon fikirleriyle etkilenmiş sendikalist bir eğilim olarak suçlandı. Torino işçilerinin 1920 ilkbaharında yenilgisiyle, Gramsci konseylerin savunusunda hemen hemen tek başına kalmıştı.

İKP'nin Kuruluşu

İşçi konseylerinin ulusal bir harekete dönüşümde başarısızlığı Gramsci'yi Leninist anlamda bir Komünist Parti'nin gerekliliğine inandırdı. L'Ordino Nuovo etrafındaki grup, İtalyan Sosyalist Partisi'nin merkezci önderliği aleyhinde söylemlerde bulundu ve Bordiga'nın "çekimser" hizbiyle ittifak yaptı. Bu gelişmelerin sonucunda, İtalya Komünist Partisi 21 Ocak 1921'de Livorno kentinde kuruldu. Gramsci, Bordiga'nın yardımcısı oldu. Bordiga'nın disiplin vurgusu, merkeziyetçilik ve saflık ilkeleri parti programında Bordiga'nın liderliği yitirdiği 1924'e dek egemen oldu.

1922'de Gramsci yeni partinin bir temsilcisi olarak Rusya'ya gitti. Rusya'da daha sonra evleneceği viyolonselist Giulia Schucht ile tanıştı.

Rusya görevi İtalya'da Faşizm'in gelişine rastladı ve Gramsci, İKP önderliğinin isteklerinini aksine, faşizme karşı sol partilerin birleşik cephesini güçlendirme talimatlarıyla geri döndü. Böyle bir cephenin merkezinde İKP olacak ve bu vasıtayla Moskova bütün sol güçleri kontrol edecekti. Ancak diğerleri bu olası üstünlüğe karşı çıktılar. Sosyalistlerin İtalya'da belli bir geleneği vardı, ancak Komünist Parti oldukça genç bir partiydi ve oldukça radikal görünüyordu. Pek çok kişi, komünistlerce yönlendirilen bir koalisyonun siyasi tartışmalara uzak kalacağı ve bunun bir izolasyona yol açacağını savunuyordu.

1924'de Gramsci İKP başkanı oldu.Venedik seçimlerinde milletvekilli seçildi. Partinin resmi gazetesi L'Unita'yı (Birlik) örgütlemeye başladı. O sırada kendisi Roma'da yaşarken ailesi Moskova'da idi. Ocak 1926 Lyons Kongresi'nde Gramsci'nin İtalya'da demokrasiyi yeniden inşa için birleşik cephe çağrısı tezleri İKP tarafından kabul edildi.

1926'da Bolşevik parti içinde Stalin'in manevraları Gramsci'yi Komintern'e bir mektup yazmaya yöneltti. Bu mektupta Trotsky önderliğindeki muhalefeti eleştiriyor, ayrıca liderin bazı olası yanlışlıklarının da altını çiziyordu. Togliatti parti temsilcisi olarak Moskova'daydı, mektubu okudu ve göndermemeye karar verdi. Bu Gramsci ile Togliatti arasında hiçbir zaman çözüme kavuşmayacak zorlu bir çatışmaya neden oldu.

Hapsedilişi

9 Kasım 1926'da Faşist hükümet Mussolini'nin yaşamına kasdeden bir saldırıyı gerekçe gösterek olağanüstü hal yasalarını yürürlüğe koydu. Gramsci, milletvekili dokunulmazlığına rağmen tutuklandı ve ünlü Roma hapishanesi Regina Coeli'ye götürüldü. Davasında Gramsci'nin savcısı ünlü "Yirmi yıl bu beynin işlemesini durdurmalıyız" ifadesini kullandı. 5 yıl (uzak Ustica adasında) alıkonulma cezası aldı; ertesi yıl 20 yıl hapis cezasına (Bari yakınlarında, Turi'de) çarptırıldı. Yeni yaşam şartları sağlık problemlerini arttırdı, çok az yardım görebileceği tek kişilik bir hücreye kondu. 1932'de İtalya ile Sovyetler Birliği arasında yapılması planlanan Gramsci'yi de etkileyecek siyasi mahkumların değişimi girişimi sonuçsuz kaldı. 1934'de sağlığı ağır şekilde kötüleşti ve Civitavecchia, Formia ve Roma hastanelerine gittikten sonra şartlı olarak özgür bırakıldı. Özgürlüğüne kavuştuktan kısa bir süre sonra 46 yaşında Roma'da öldü; orada Protestan Mezarlığı'na gömüldü.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Arnold Geulincx
(31 Ocak 1624, Antwerp – Kasım 1669)

Descartes'in sisteminden yola çıkan bir filozof olan Geulincx öğretisini daha çok mistik yönde geliştirmiştir.

O da Descartes gibi düşüncesinin varlığını çıkış noktası alır. Bilinçte iki hal vardır, birincisi istemek, duymak. yargılamak gibi kendi yarattıklarımız, ikincisi algılarımız sonucunda oluşanlar. Bu ikincileri biz yaratmayız bizim dışımızdadırlar. Biz yaratmadığımız şeylerin nedenini bilemeyiz. Kendi hareketlerimizin ve cisimlerin hareketlerinin nasıl meydana geldiğini, bu hareketlerin nedenini veya kim tarafından meydana getirildiğini bilemeyiz. Buradan şu sonuç çıkıyor; biz sadece bir seyirciyiz, tüm yaşam bizim dışımızda gelişiyor, vücudumuz ruhumuzdaki algının nedeni değil ve ruhumuzdaki bir isteme vücudumuzdaki bir hareketin doğrudan nedeni değildir. Bunlar sadece birer vesiledir asıl neden değildir.

Asıl neden Tanrıdır. Tanrı vücuttaki bir uyarma ile ruhumuzda bir düşünme meydana getirir ve bir isteme vesilesiyle vücudumda bir hareket sağlar.

Descartes'de ruh ve madde arasındaki ilişki bir problem olarak ortaya çıkmıştı. Ruhun nasıl olup da maddeyi etkilediği kavranılamaz olarak görünüyordu. Böylece Geulincx ruh ve madde arasındaki ilgiyi Tanrının etkilemesi yoluyla açıklamıştır. Tek neden, tek etkiyen Tanrıdır. Diğer her şey edilgen durumdadır ve Tanrının istemesini birer vesile olarak yaşarlar. Bu sonuç ahlak yönünden kendini gösterir. Geulincx'e göre ruh arasında hiçbir bağ bulunmayan madde dünyasından hiçbir şey istememelidir. İnsan sadece bir seyirci olduğundan Tanrının her türlü istemesine uymak zorundadır, hatta kendisi üzerinde bile bir şey istemeye hakkı yoktur.

Böylece Descartes'in dine karşı ilgisiz olan sistemi yumuşatılmış ve mistisizme yaklaştırılmış oluyor. Ayrıca Geulincx vesilecilik (Occasionalism) diye bilinen görüşü ortaya atmıştır.


Arnold Geulincx (okunuşu: Arnout) Okkasyonalizmin Malebranche'le birlikte kuruculuğunu yapan ünlü Fransız Descartesçı düşünürdür.

Descartes'ın bütün bir varlık alanının madde ve ruh, beden ve zihin olarak kesin çizgilerle ikiye ayırmasından, birlikli, bütünlüklü tek bir töz olan insandan, aralarında ortak hiçbir nokta bulunmayan iki töz çıkartıp, iki töz arasında mantıksal bakımdan olanaksız olan ilişkiyi, biraz da yapay bir biçimde etkileşimcilikle açıklamasından sonra, Descartesçı filozoflar için iki alternatif söz konusu olmuştu:

- Etkileşim olgusunu kabul etmek ve daha sonra da, Descartesçı bu etkileşimin nasıl ortaya çıktığını açıklama güçlüğü içinde bırakan kuramları, kozalaksı bez anlayışını yeniden ele almak,

- Descartes'ın düalist bakış açısını benimsemekle birlikte, etkileşimi yadsımak. Bunlardan ikinci alternatifi seçen Geulinecx, bu bağlamda, her türlü faaliyet ya da gerçek nedensellikte, eylemi başlatan, eyleme neden olan güç ya da öznenin, eylemde bulunduğunu ve nasıl eylediğini bilmek zorunda olduğu tezini, kendisini öncül yapmıştır.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
David Hume
David Hume, (d. 26 Nisan 1711 – ö. 25 Ağustos 1776). İskoç filozof, ekonomist ve tarihçi.

İnsan zihninde olup bitenleri Newton'un deneysel yöntemini uygulayarak, yeni bir insan bilimi kurmayı ve geliştirmeyi öneren Hume, tüm iyi niyetine ve yüksek amaçlarına rağmen, İngiliz empirizminin temel tezlerini koruduğu için son çözümlemede kuşkuculuğa düşmekten kurtulamamıştır. Bizim yalnızca, kendi zihnimizde doğrudan ve aracısız olarak tecrübe ettiğimiz ideleri, duyum ve izlenimleri bilebileceğimizi, bilgide kendi zihnimizin ötesine geçemediğimizi ve bundan dolayı herhangi bir şeyin insan zihninden bağımsız olarak var olduğunu söyleyemeyeceğimizi belirten Hume, insan zihnini bilgi bakımından analiz ettiği zaman, insan zihninin tüm içeriklerinin bize duyular ve deney tarafından sağlanan malzemeye indirgenebileceğini görmüştür, bu malzeme ise algılardan başka hiçbir şey değildir.

Deneyimden bağımsız edinilen bilginin olanağını yadsıyan, usçu varlıkbilgisel kabuller için geçerli bir zemin olmadığını vurgulayan İngiliz deneyci filozoftur.

Yalnızca felsefe alanında "nedensellik" anlayışının en sıkı eleştiricisi olmasıyla ya da ahlak felsefesini dayandırdığı "duygudaşlık" öğretisiyle değil, tarih alanında modern tarih yazımına öncülük etmesiyle, iktisat alanında da çağdaşı ünlü iktisatçı Adam Smith'i aratmayacak denli özgün düşünceleriyle de tanınan Hume tam anlamıyla çok yönlü bir düşünürdür.


Hume varlıl bilgisi, bilgikuramı ve ahlak felsefesi alanlarındaki görüşlerini üç temel eserinde toplamıştır: "A Treatise of Hııman Nature (İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme, 1739-1740)"; "An Enguiry Concerning Human Unıderstanding (Insanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, 1748)"; "An Enquiry Conarning the Principles of Morals, (Ahlak İlkeleri Üzerine Bir Soruşturma, 1751)".

İlk kitap, "İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme (A Treatise of Human Nature)" hem Hume'un tüm bir felsefesinin özünü barındırdığından, hem de neredeyse yaşamının her aşamasında, özellikle de akademik boyutunda, Hume'un başına dert açtığından kendine özgü yazgısıyla ayrıca anılmaya değer bir yapıttır. Kitabın ilk üç bölümünü Fransa'da bulunduğu süre içerisinde (1734-1737) Descartes'ın da öğrenim gördüğü La Fleche Kraliyet Yüksekokulu'nun kütüphanesinde kaleme alan Hume, İngiltere'ye dönerek kitabı tamamladı ve uzunca bir uğraş verdikten sonra yayımlatmayı başardı (1739-1740). Ancak kitap dönemin felsefe çevrelerinden bırakın ilgi görmeyi birçok kesim tarafından da "dinsizlik"le suçlandı. Her ne kadar Hume sonradan bu kitabın varlığını yadsıyıp toplu eserleri içine almamışsa da bu "dinsizlik suçlaması"nın olumsuz sonuçları Hume'un yaşamının akışını büyük ölçüde değiştirmiştir. Nitekim, gerek 1744'te Edinburgh Üniversitesi'nin Ahlak Felsefesi Kürsüsü'ne, gerekse 1752'de Glasgow Üniversitesi'nin Mantık Kürsüsü'ne atanma başvuruları hep bu "dinsizlik suçlaması" gerekçe gösterilerek geri çevrilmiştir.

Hume daha sonra "Moral and Polirical (Ahlâk ve Siyaset Üstüne Denemeler, 1741-1742)" adıyla bir eser kitaplaştırdı. Hume'un bu "iade-i itibar" arayışı bir nebze olsun sonuç vermişse de 1744 yılında Edinburgh Üniversitesi tarafından reddedilen Hume doğduğu topraklardan bir süreliğine de olsa "ekmek parası" için ayrılmak zorunda kalmıştır. Kuşkusuz, Hume İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme'nin kendisini politik nedenlerle yadsımak zorunda kalmışsa da felsefesinin özünü oluşturan bu kitabın savunduğu düşüncelerin birçoğuna ömrünün sonuna dek sadık kalmış ve bunları yeni kitaplarında kullanmıştır. Nitekim, yukarıda "üç temel eseri" diye anılan kitaplardan ikincisi İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma ile üçüncüsü "Ahlak İlkeleri Üzerine Bir Soruşturma", "İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme"nin (yani, "ilk temel eserin birinci ve üçüncü bölümlerinin işlenip genişletilmiş halleridir. Son çözümlemede, İnsan doğası Üzerine Bir İnceleme Hume'un felsefeden anladığı her ne ise onu dizgeli bir biçimde ortaya koyduğu başyapıtıdır. Hume'un bu kitaptaki ana amacı, tek tümceyle söylenecek olursa, Newton'un "doğa felsefesi" nde ulaştığı yetkinliğe "ahlâk felsefesi"nde varabilmektir.

Hume'un kendine özgü deneyciliğine gelindiğindeyse, Hume'a göre deneyimlediğimiz şeyler hakkında izlenimlerimiz oluşur ve zihnimiz bu izlenimleri düşüncelere/kavramlara (idealara) dönüştürür. Bu şekilde zihnin içeriği izlenimler ve düşüncelerden/kavramlardan oluşur. Bu ikisi canlılık bakımından birbirinden farklıdır. İzlenimler daha canlıdır ve duyu deneyimi sırasında ortaya çıkarlar. Duyu deneyiminden sonra arta kalan şey ise düşüncedir/kavramdır. Bir bakıma düşünceler/kavramlar izlenimlerimizin kopyalarıdır. Hume düşünceleri/kavramları yalın ve karmaşık olmak üzere ikiye ayırır. Karmaşık olanlar yalın olanların birleşmesiyle oluşur ve bu sayede her düşüncenin/kavramın yalın düşüncelerinin/kavramlarının edindiğimiz izlenimlerden nasıl ortaya çıktıkları bulunabilir Her düşüncenin/kavramın izlenimlerimiz sayesinde edindiğimiz yalın düşüncelerden/kavramlardan oluşmasının mantıksal sonucu izlenim olmazsa düşüncenin de kavramın da olamayacağıdır.

Hume bunu bir varsayım olarak ileri sürmüş ve karşıt bir örnek izlenimlerimizden bağımsız bir düşüncenin/kavramın varlığı gibi- verilemeyeceğine dair bir kanıt da sunmamıştır. Hume'un, izlenimi herhangi bir düşüncenin/kavramın varlığının zorunlu koşulu yapması, usçu filozofların zihinden bağımsız olarak varlığını kabul ettikleri soyut nenlerin (şeylerin; kendiliklerin), örneğin tümellerin, onun felsefesinde tamamen zihne bağımlı olması sonucunu doğurur. Hume'a göre bir tümel, örneğin "iyi" düşüncesi/kavramı, iyi kabul ettiğimiz şeyler hakkındaki izlenimlerimizin sonucu olarak zihnimizin oluşturduğu düşüncelerin/kavramların toplamının adıdır.. Hume'un izlenimi düşünce/kavram için zorunlu koşul yapmasının bir başka sonucu da yine usçuların deneyime önsel kabul ettikleri bilgi türlerini, örneğin matematiği izlenimlere ve dolayısıyla zihne bağımlı kılmasıdır. Hume bu kaçınılmaz sonucu şöyle açımlar: Öncelikle önermeleri kavramlararası ilişkileri (relations of ideas) anlatanlar ve olgusal bilgi (matters of fact) verenler diye ikiye ayırır (mantıksal önermeler ve deneysel önermeler). Birinci grup önermeler aritmetik ve geometri gibi, Hume'a göre yalnızca kavramlararası ilişkileri inceleyerek edinilebilecek türdendir.

İkinci grup önermeler ise doğrudan deney yoluyla edindiğimiz izlenimler ve düşünceler/kavramlar hakkında bilgi verir. Hume'un bu ayrımı XVII. yüzyıl usçu filozofu Leibniz'in analitik ve sentetik önermeler ayrımına çok benzer. Tek farkı Hume'un savındaki iki tür önermenin verdiği bilginin de deneyimden geliyor olmasına karşın, Leibniz'in savındaki analitik önermelerin deneyime önsel (a prion) olmasıdır. Kavramlararası ilişkileri konu alan önermelerin doğruluk değeri zorunlu olarak olduğu gibidir. Örneğin "100-20=80" aritmetik önermesi zorunlu olarak doğrudur. Ama bunun yanında yalnızca kavramlararası bir ilişkiyi dile getirdiğinden, boştur. Öte yandan olguları konu alan önermelerin doğruluk değeri zorunlu olarak olduğu gibidir diyemeyiz; olgusal önermeler yalnızca olanaklı (karşıtları da olanaklı) olan durumları dile getirir. Örneğin "güneş batıdan batar" önermesi doğru olmak zorunda değildir; güneş doğudan da batıyor olabilirdi. Hume yaptığı bu ayrım yardımıyla bir yandan matematiksel ve mantıksal bilgilerin doğasını deneyci bakış açısından açıklamaya girişirken, öbür yandan insan bilgisi için vazgeçilmez gibi gözüken nedensellik ve tümevarım türünden ilkeleri kabul ediş nedenimizin olgulara dayandırılamayacağı gibi mantığa da dayandırılamayacağını göstermiştir.

Nitekim mantık kavramlararası ilişkilerle ilgilenir ve mantıksal doğrular zorunlu doğrulardır. Oysa, gerek nedensellik ilkesine dayanarak herhangi bir A olayının A'yı izleyen herhangi bir B olayının nedeni olduğunu kabulümüz, gerekse tümevarımsal bir çıkarımı kabulümüz zorunluluktan değildir. Örneğin "Sokrates' in içtiği zehir ölmesinin nedenidir" önermesi zorunlu bir doğru değildir. Nitekim Sokrates zehri içmesine rağmen ölmeyi bilirdi de. O halde, Sokrates'in zehri içmesiyle ölmesi arasında kurduğum bu nedensel bağ mantıksal değildir. Olgusal da değildir çünkü bizim deneyimleyebileceğimiz Sokrates'in zehri içişi ve ölüşüdür; zehri içişi ile ölüşü arasında olduğunu iddia ettiğimiz nedensellik bağının deneyimleyemeyiz.

Benzer şekilde Hume tümevarımsal çıkarımları da yadsımıştır. "Eroin bağımlılık yapar" gibi birçok eroin vakasından yola çıkıp tümevarımsal olarak çıkarsadığımız bir sonuç da zorunlu olarak doğrulanamaz. Milyonlarca eroin kullanıcısı bu maddeyi kullanarak eroin bağımlısı oluyorsa da da karşıt bir örneğin her zaman olanaklı oluşu, bizim "milyonlarca kullanıcıda eroin bağımlılık yaptı, o halde eroin bağımlık yapacağının mantıkdışı olarak kabul etmemiz için yeterlidir, Hume, bir yandan da dış dünyanın nesnel varlığının ve benlik dediğimiz şeyin zihne bağımlı olduğuna ilişkin bir temellendirme sunmuştur. Hume, gerek dış dünyadaki bir nesnenin kendiliği (özdeşliği) tasarımımızın gerekse kendi benliğimizin kendiliği (özdeşliği)tasarımımızın kendilik (özdeşlik) dediğimiz şeyin zaman içindeki sürekliliğini kabul etmemize dayandığını, bunun ise yine ne olgusal ne de mantıksal olduğuna işaret etmiştir, Eğer olgusal olduğunu kabul edersek, bir nesnenin nesnel varlığının onu deneyimlemediğimiz zaman da devam ettiğini kabul etmiş oluruz, Oysa bu kabul deneyci bakış açısına aykırıdır. Diğer yandan mantıksal da olamaz çünkü her nesnenin kendiliğinin (özdeşliğinin) zaman içinde korunduğunu söylemek için tümevarım yapmak gerekir ki tümevarım mantıksal değildir. Aynı şekilde bir benliğin kendiliğini zaman içinde korunduğunu da söyleyemeyiz. Kendi benliğimiz söz konusu olduğunda bile geçmişte kalan bir zaman dilimine ait olarak kabul ettiğimiz geçmiş benliklerimizin aynı kişi olduğumuzu ne mantıksal ne de olgusal olarak garanti edemeyiz.

Hume yukarıdaki temellendirmeler ışığında iki farklı şekilde yorumlanabilir. İlk olarak Hume'un felsefesinin deneyci görüşler ışığında geleneksel bilgi edinme yöntemlerimizin ne kadar güvenilmez olduğunu gösterdiği söylenebilir. Bir de, ikinci olarak Hume'un deneyci ilkelerden yola çıkıp, usçu varlıkbilgisi yapanların yanlışlarını bir bir sıralarken doğalcı bir tutum takındığı savunulabilir. Bu ikinci Hume yorumu oldukça yerindedir, çünkü Hume eleştiri oklarını yönelttiği tüm kavramların (nedensellik, tümevarım vb.) insan doğasının vazgeçilmez parçaları olduğunu yadsımaz. Hume'un amacı, bu şekilde, usçu varlıkbilgisini yıkmak ve yerine doğalcı bir duruşu önermek olarak görülebilir. Bu yüzden kimi Felsefe tarihçileri, Hume'un felsefesinin Locke ile Berkeley'den devraldığı deneyci geleneğin bir devamı, İngiliz Deneyciliğinin en uç noktası olduğunu olurlamakla birlikte, onun düşüncelerinin kuşkucu geleneğin kıvamını bulmuş modern bir biçimi, daha da önemlisi Epikurs, Lucretius, Hobbes ve Spinoza'nın savunuculuğunu üstlendiği dogal geleneğin bir uzantısı olduğunun üstünden atlanmaması gerektiğini dile getirmişlerdir. Hume'un ahlâk felsefesine gelindiğindeyse, onun bu alanda ürettiği düşüncelerin bilgi felsefesinde ya da bilgi kuramında ortaya koyduğu düşüncelerden ayrı tutulamayacağı açıklıkla görülmektedir. Hume'un felsefesinin genel çizgisini oluşturan usçuluğun önkabullerinin sorgulanarak yerinden edilmesi tasarısı ahlâk felsefesinde de iş başındadır. Hume'a göre, us tek başına ne davranışlarımızı yönlendirebilir, ne de ahlâk bakımından iyi olanla kötü olanı birbirinden ayırabilir. Ahlâk alanının konusunu düşünceler değil duygular oluşturur. Ahlak Yasasının odağında da us değil duygular, tutkular ve arzular bulunmaktadır. İnsanı ahlâklı eylemeye iten güç bu duyular, olgular ile tutkulardır; yoksa herhangi bir ussal güdüleme ya da itelemeyle insanlar ahlâkça yerli yerinde eğliyor değildir. Hume'a göre, gerek toplum yaşamının huzuru bulması, gerekse tek tek insanların mutluluğu açısından en önemli ahlâk ilkesi "duygudaşlık ‘tır, İnsanın kendi mutluluğuna odaklanıp kalmasından çok, diğer insanların mutluğunu gözetmesi gerektiğine vurgu yapan duygudaşlık, başkasının duygularını paylaşmanın, birlikte duygulanıp bir şeyi birlikte yaşamanın en doğal yoludur. Hume için duygudaşlık her şeyden önce bir izlenimin bir düşünceye dönüştürülmesidir. Bir başka insanın mutluluğunun gözlemlenmesi yoluyla o insanın mutluluğunun düşüncesini de üretmiş oluruz. Hume duygudaşlığı her insanda bulunan doğal bir eğilim olarak insan doğasının ayrılmaz bir parçası olarak yorumladığından onu ahlâklı eylemenin vazgeçilmez koşulu olarak görür. İnsanın belirli bir eylemi ahlâk bakımdan onaylamasını ya da onaylamamasını sağlayan, onun ilkin kendisiyle, sonra toplumla, en sonunda da tüm insanlıkla kurduğu duygudaşlık ilişkisidir.

Hume'un ahlâk felsefesine en büyük katkısı olarak genelde "olan"dan "olması gereken"e ya da betimlemeden değer biçmeye/değerlendirmeye geçişi olanaklı kılacak herhangi bir mantıksal uslamlamanın olamayacağı yollu görüşü gösterilir. Ahlâk felsefesinde Shaftesbury'den bu yana "ahlâk duygusu"nu başlangıç noktası olarak alan hemen her düşünür gibi, Hume da soyut olandan somut olana dönme çağrısını yinelemektedir.

Tıpkı bir bilgi kuramcının da bilgi felsefecisinin görevinin inancın ruhbilimsel düzeneklerini ya da işleyişini betimlemek olması gibi, ahlâk felsefecisinin üzerine düşen görev de onaylama ile onaylamamanın, uygun görmenin ya da görmemenin ruhbilimsel düzeneklerini ya da işleyişini betimlemektir.

Aydınlanma dönemi ile felsefesinin en büyük düşünürlerinden biri sayılan Hume, gerek metafizik düşünceye getirdikleri eleştirilerle, gerek dinsel boş inançlara vurduğu darbelerle, gerekse usçuluğun temellerini sarsan düşünceleriyle felsefece düşünmenin tarihinde silinmeyecek izler bırakmıştır. Kendinden sonra gelen hemen her filozofu az ya da çok etkilemekle birlikte, Stuart Mill ve Immanuel Kant üzerine etkileri daha bir belirgindir. Özellikle, felsefede ondan sonra hiçbir şeyin aynı kalmadığı düşünülen Kant, Hume'un kendisini düşünsel bir silkinmeye yönelttiğini, kendisini dogmatik uykusundan uyandırdığını dile getirmiştir. Gerçekten de, Kant'ın ortaya koyduğu düşüncelerin çoğu, Hume'un su yüzüne çıkardığı değme felsefe sorularına birer yanıt niteliğindedir. Hume'un diğer önemli yapıtları arasında şunlar sayılabilir:

Edinburgh'daki kütüphane yöneticiliği sırasında tam sekiz yılda hazırladığı The History of England (İngiltere Tarihi, 6 cilt, 1754-1762); The Natural History Relegion (Dinin Doğal Tarihi , 1757);

Ölümünden kısa bir süre önce tamamladığı özyaşamöyküsü The life of David Hume Writtten by Himself (Kendi Kaleminden David Hume'un Yaşamı , 3 cilt, 1777); çok önceleri bitirmesine karşın, Kilise'nin yeni bir hışmından korkan dostlarının uyarıları üzerine hasır altı ettiği ve ancak ölümünden sonra yayımlanabilen çalışması

Dialogues Concerning Natural Relegion (Doğal Din Üstüne Söyleşmeler , 1779).



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Nicolai Hartmann
20. yüzyılın ilk yansında Alman felsefesini oldukça etkileyen, öğrencisi Takiyettin Mengüşoglu aracılığıyla Türkiye'deki felsefenin yol alışında da dolaylı etkileri bulunan, "yeni varlıkbilgisi" akımı ve öğretisinin başlıca kurucusu Alman filozof Hartmann'ın çizdiği düşünsel yörünge daha ilk bakışta çağdaşı Heidegger'inkine yakından benzemektedir.

Nitekim işe öncelikle bilgi ile bilginin temelleri sorusuna yönelik Yeni Kantçı ilgilerine son vererek başlayan Hartmann, daha sonra "varlıkbilgisi", yani varlıkların Varlığı sorununa yönelmiştir. Ama Heidegger'in tam tersine bu bağlamda insanlara ya da "Dasein"a herhangi bir öncelik tanımamıştır. "Eleştiricilik uykusundan uyanması" ile birlikte Hartmann, aşkınsal idealizm, aşkınsal ben, pratik usun önceliği gibi pek çok Kantçı öğretiyi reddetmiştir.

Bilginin var olan bilgiyi üretmediğini, bilinenleri de değiştiremeyeceğini gerekçe göstererek, bilgi kuramının kimi Yeni Kantçılar'ın sandığı gibi felsefenin tek uğraş alanı olmadığını savunmuştur. Hartmann'a göre asıl araştırılması gereken varlık; bilinen nesneler ile o nesneleri bilenin varlığıdır. Yine de Hartmann'ın Kantçılığı bütünüyle en son anlamda reddetmediği aşağıdaki sözlerinden açıkça anlaşılmaktadır: "Filozoflar birtakım dizgeler kurmuşlar, belli sorunlar üzerine kafa yormuşlardır; ama tam da seçtikleri dizgeden ötürü birtakım saçma sonuçlara ulaşmışlardır. Dizgeler reddedilmelidir; onlar geçmişte kalmış şeylerdir. Ancak sorunlar ölümsüzdürler filozoflar da önerdikleri çözümlerle bu sorunlara kalıcı katkılarda bulunmuşlardır. Bu katkılardan biri Kant'ın deneyimimizin kategorilerden oluştuğu yönündeki düşüncesidir. Kategorilerin öznel oldukları çıkarımında bulunan Kant, deneyimimizin şeylerin kendilerine uygulanamaz olduğunu göstermiştir."

Kategorilerin hem bilişimizde hem de kendinde şeylerde bulunduklarını öne sürmesi Hartmann'ın Kant'tan ayrıldığı temel noktadır. Nitekim tam bu temel ayrılık noktasında Hartmann, etkileri özellikle görüngübilim geleneğinde son derece yakından duyumsanacak yeni bir varlıkbilgisinin temellerini atmıştır.

Hartmann'a göre kendilikler aralarında bir düzeyler sıradüzeni oluşturmaktadır. En alt düzeyde uzay ile nedensellik kategorilerine konu fiziksel kendilikler bulunmaktadır. Bunların üstünde organik kategorilere konu bitkiler bulunmaktadır. Bitkilerden sonra gelen, bilinç ya da amaç gibi kategorilere konu çeşitli hayvan yaşamı formlarıdır. En sonra da toplumsal ve kültürel yaratılarıyla, Hegel'i alıntılayarak nitelendirdiği "nesnelleşmiş tin" olarak insanlar gelmektedir. Bu düzeyler ya da varlık katmanları çeşitli biçimlerde birbirleriyle ilintilidirler ama alttaki kendilikler hiçbir zaman için üsttekileri oluşturamazlar.

Bu anlamda sözgelimi salt maddeden oluşan kendilikler bir bitkinin, hayvanın ya da insanın hiçbir bölümünde yer alamaz. Ne var ki bunun tam tersine yüksek bir varlık düzeyindeki kendilik daha aşağı düzeydeki bir kendilikte ya da ona karşılık gelen kategorilerde zorunlu olarak bulunmaktadır. Bu arı varlıkbilgisel ayrım doğrultusunda Hartmann, değerler alanını nasıl temellendirilmesi gerektiği sorusuna yönelmiştir. Nitekim Hartmann'ın felsefeye yaptığı en büyük katkı hiç kuşkusuz "değer-bilgisi" alanında kendisini göstermektedir. Hartmann, en genel anlamda söylenecek olursa, değerlerin ne Kant'ın düşündüğü gibi ussal istencin yaşamasına dayalı olarak var olduklarını, ne de herhangi bir biçimde ahlaksal "yapmalısın" buyruğunca temellendirilebilir olduklarını düşünmektedir.

Değerler, aynı matematik ile mantık doğruları gibi nesnel bir özler alanı oluşturmaktadırlar; dahası aynı onlar gibi a priori olarak keşfedilmeleri olanaklıdır. Değerler bu anlamda Hartmann'a göre karmaşık sıradüzenli bir dizge oluşturmaktadır. Tıpkı varlıkbilgisinde olduğu gibi, daha yüksek değerlerin gerçekleşimi, daha düşük değerlerin, yani öncelikle ahlâksal olmayan ya da en yalınkat olan değerlerin gerçekleşimine dayalıdır. Bu anlamda Hartmann'a göre ilişki önce aile değerlerine sahip çıkılmadan ya da toplum yaşamındaki ödevler yerine getirilmeden herhangi bir biçimde "aziz" olunması olanağı yoktur.

Bununla birlikte değerler kendi aralarında bir çatışma yaşayabilirler. Nitekim böyle özel durumlarla karşılaşıldığında doğru eylemin ne olduğunu belirlemek için yapılması gereken, farklı değerlerle çoğunlukla birbiriyle çatışan erdemler arasında bir değer bileşimi oluşturmaktır. Değerlerin insan eylemleri olmadan gerçekleştirilmelerinin olanaklı olmadığını savunan Hartmann, değerlerin en son gerçekleşimine kefil olabilecek insanüstü bir güç olmadığına inanmaktadır. Bu bağlamda insanın olmadığı bir dünyada değer ile anlamın varlığı da söz konusu değildir. Eğer bunun tersi gerçek olsaydı, Hartmann'a göre insan özgürlüğü çok büyük ölçüde sınırlanmış olacaktı. Bu durumda önceden gerçekleştirilmiş değerleri gerçekleştiremeyeceğimiz gibi, değerlerin en son anlamda gerçekleştirilmeleri de söz konusu edilemezdi; çünkü bengisel anlamda değerlerin gerçekleşmesi Tanrı'ya özgü bir yetiyi zorunlu kılacaktı.

Hartmann'ın felsefi düşünceleri ile 20. yüzyıl Alman düşünürleri arasında yakın benzerlikler söz konusudur. Sözgelimi, bir yandan Scheler gibi nesnel değerlerin varlığına inanan Hartmann, öte yandan Heidegger gibi varlığın bilgiden önce geldiğini düşünmektedir. Bununla birlikte aralarında birtakım ayrımlar da yok değildir. Scheler de Heidegger de kendilerini felsefenin akış yönünü değiştirme savıyla ortaya çıkmış birer devrimci olarak görmüşlerdir.

Buna karşı, Hartmann'a göre felsefe açıkça demirbaş, başsız sonsuz sorunların çözümüyle ilerlemektedir. Bu anlamda felsefe, felsefe için yapılmak zorundadır; yoksa Heidegger'in belirttiği üzere yaşama ya da var oluşa yazılmış ya da yazılacak bir önsöz değildir felsefe. Bu açıdan bakıldığında, Hartmann için herhangi bir özne tasarımına, "Dasein"ın Heidegger felsefesinde taşıdığı öncelik gibi varlıkbilgisel bir öncelik tanınamaz. Heidegger düşüncelerinde yukarıdan aşağıya doğru ilerlerken, Hartmann tam tersi yönde ilerlemeyi doğru görerek daha aşağıda olan varlık katmanlarından başlayarak giderek daha yukarıdakilere yönelen bir düşünme yordamını benimsemiştir. Sözgelişi "gerçek zaman", fiziksel nesneler ile olayların meydana geldiği birlik içinde akan zamandır.


Nicolai Hartmann (Niklāvs Hartmanis).

1882, Riga, Latvia - 1950. Ünlü Alman spekülatif metafizikçisi. Bilgi ve varlık öğretisi dışında, insan ve insani değerleri ön plana çıkartan ahlak anlayışıyla da, 20. yüzyıl felsefesinin en önemli düşünürlerinden biri olan Hartmann Batı felsefesi geleneğinin, Descartes'tan beri, düşünen özneden hareket ettiğini ve bunun da büyük bir yanlış olduğunu savunmuştur. Ona göre, bağımsız bir gerçekliğe ilişkin bir kavrayış, bene ilişkin kavrayış kadar doğrudan ve aracısızdır. Hartmann bu bağlamda tüm felsefi problemlerin ontolojik nitelikte problemler olduğunu söylemiştir; onlar, bize verilen varlık türünü anlama yönündeki girişimlerdir. Hartmann'a göre, bilgi, her zaman bir nesnenin kavranmasıdır. Bu kavrayış da nesnelerin kendiliğinden bizim bilincimize düşmesiyle değil de, tam tersine düşünen varlık olarak öznenin kendisini aşıp nesneleri kavramasıyla gerçekleşir. Bu ise, bir tasarım yoluyla olur. Bilgi, nesnenin bilinçteki yansıması olan tasarımlar yoluyla gerçekleşir. Hartmann'a göre, tasarım her ne kadar bilginin nesnesi ile var olsa da, nesnenin kendisi, bilgi söz konusu olmadığı zaman bile var olmaya devam eder. Bundan dolayı, Hartmann ontolojinin bilgi kuramına değil, fakat bilgi kuramının ontolojiye dayandığını savunmuştur. Çünkü ona göre, nesnenin bilgisinin söz konusu olabilmesi için, önce nesnenin var olması gerekir.

 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Paul-Henri Thiry, Baron d'Holbach
Yeni ve özgün bir düşünce geliştirmemiş olmakla birlikte, La Mettrie tarafından kurulmuş olan Fransız maddeciliğini daha ayrıntılı ve kesin bir sistem haline getirmeye çalışmış olan filozoftur.

Holbach'ın temel eseri "Doğa Sistemi" (Le Système de la Nature) isimli yapıtıdır.

Şu anda Türkiye'de pek tanınmamakla birlikte önemli bir detayı vermek yerinde olur. Türkiye'nin modernleşme öncülü olan Fransız İhtilali'nin fikir hazırlayıcılarındandır ve felsefi bir materyalizmi siyasal alanda kullanmaya çalışan, bunu da politik deha olarak başaran şahıstır. Diğer yandan ateizmin de ilk sistemleştiricisi olduğu bilinmektedir.

Holbach; gerçek olarak var olanın canlı, hareket halindeki madde olduğunu, madde ile ruhun bir ve aynı şey olduğunu ileri süren, La Mettrie tarafından oluşturulmuş olan Fransız maddeciliğini daha ayrıntılı ve kesin temellere oturtmayı amaçlayan filozoftur.

Holbach mekanist-maddeci bir düşünürdür. Ona göre maddi tabiat var olan her şeyin ilk nedenidir. Tabiat, yaratılmamıştır ve yok olmayacaktır. Madde kendine özgü güçlerle hareket eder ve hareket edebilmesi için hiç bir dış etkiye ihtiyaç duymaz. İnsan evrenin bir parçasıdır ve evrensel determinizme bağlıdır. İnsanın zihin yetileri bedeninin yapısıyla şartlanmıştır.

Holbach; tanrının, ruhun ve doğuştan fikirlerin varlığını reddeder ve bunların zararlı inançlar olduğunu söylerdi.

Holbach'ın Türkçeye çevrilen "Papazların Düzenbazlığı", "Maskesi Düşen Papazlar" ve "Yahudilik Ruhu" isimli eserleri de var.

 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Friedrich Hegel
Büyük bir sistem kurarak, Kant'ın imkansız olduğunu söylediği şeyi gerçekleştirmiş, yani rasyonel bir metafizik kurmuş olan ünlü Alman filozofudur.

Günümüzde Almanya'nın güneybatısında yer alan Stuttgart, Württemberg'de doğan idealist Alman filozoftur. Etkisi, hem onu takdir edenler (Bradley, Sartre, Küng, Bauer, Stirner, Marx) hem de acımasızca eleştirenler (Kierkegaard, Schopenhauer, Nietzsche, Heiddegger, Schelling) gibi çok farklı konumlardaki insanlar üzerinde çok geniş bir yelpazede olmuştur.

Felsefenin sürekli tartışılan sorunlarının fasit dairesinin dışına çıkmak için, muhtemelen felsefede ilk kez, tarih ve yapının önemli olduğunu ileri sürdü. Efendi-köle diyalektiğinin kavramsallaştırması özfarkındalık oluşması için ötekinin öneminin altını çizdi.

Bir memurun oğluydu. Tübingen'de ilahiyat okuduktan sonra Bern ve Frankfurt'ta felsefe öğretmenliğine başladı. 1805'te Jena üniversitesine profesör oldu. Başlangıçta Schelling'in öznel idealizm felsefesine inanmış görünüyordu, sonradan kendine ayrı bir sistem kurup onun savunmasını yapmaya başladı. Kurduğu bu felsefe sistemini 'phanomenologie des Geistes' adındaki eserinde anlatmıştır. Bir süre Nürnberg'de kaldıktan sonra Berlin ve Heidelberg üniversitesinde profesörlük yaptı. Bu devrede yazdığı eserler arasında 'Mantık Bilimi' ve 'Felsefe Ansiklopedisi' dikkati çekti.

Hegel'in kurduğu sisteme 'diyalektik mantık' denilir. Buna göre bir fikir(yani tez), karşısındaki başka bir tezle (anti-tezle) karışır, bundan yeni bir anlayış doğar ki buna sentez denilir.

Hegel, Kant'ın felsefesine inanmakla beraber onun fikirlerini yetersiz buluyordu. Kant'ın aksine insanların her şeyi öğrenebileceklerine inanmıştı. Hegel'e göre dünya demek mantık demekti. İnsanlar mantığın sınırlarını çözdükleri anda beşerin sınırlarını da çözmüş olacaklardı. Hegel'e göre, biricik, canlı felsefe, çelişmelerin -daha doğrusu karşıtların- felsefesidir; çiçek, meyvenin ortaya çıkmasına yol açar, ama meyvenin ortaya çıkması için de, çiçeğin ortadan kalkması gereklidir. Demek ki üremenin gerçeği, hem çiçek hem meyve olmaktır. Ölüm hem ortadan kaldırmadır, hem yeniden doğuşu sağlayan koşuldur.

Hegel ömrünün son yıllarını Berlin'de geçirdi. 1831 yazı ve sonbaharı boyunca süren kolera salgınının son kurbanlarında biri oldu. 14 Kasım'da kısa süren bir hastalıktan sonra aniden ölmüştür.

1770-1831 yılları arasında yaşamış olan Hegel'in temel eserleri: Phanomenologie des Geistes (Tinin Fenomenolojisi), Wissenschaft der Logik (Mantık Bilimi), Enzyklopadie der Philosophischen Wissenschaften im Grundrisse (Felsefi Bilimler Ansiklopedisi), Grundlinien der Philosophie des Rechts (Hukuk Felsefesinin İlkeleri).



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Herbert Marcuse
Herbert Marcuse (d. 19 Temmuz 1898, Berlin – ö. 29 Temmuz 1979, Almanya) ABD'li düşünürdür.

Frankfurt Okulu mensuplarından biri olan Marcuse, Marksist kuramı, 1920'den başlayarak değişen tarihsel koşullarla uyumlu hale getirmenin mücadelesini vermiştir. Bu amaçla, eleştirel Marksizmin kendi versiyonunu öne süren ve 1960'lı yıllardan başlayarak uluslararası bir ün kazanan Marcuse, Amerika Birleşik Devletleri'yle Avrupa'daki yeni sol hareketin destekçisi ve savunucusu olmuştur. O, söz konusu eleştirinin ardından, estetik ve biyolojik değerlerin yüceltildiği bir toplum düzeni arayışına girmiştir. Geleceğin toplumuna ilişkin görüşleriyle özgürlükçü bir komünist olarak nitelenen Marcuse, özgür, güzel, aydınlık, cinsel içgüdülerin bastırılmadığı, herkesin yeteneğine göre özgürce çalıştığı, çalışmanın bir oyun haline getirildiği, devletin baskıcı görevine gerek duyulmayan bir toplum düzenini özlemiştir.

Felsefesi

Teknolojik ilerleme bir egemenlik sistemi doğurmuştur. Bu da insanı robotlaştırır. Satatükonun etkisiyle iletişim araçları insanları şartlandırıp toplumsal denetim araçları haline gelmişlerdir.
İnsanların eleştiri gücü bu sayede ellerinden alınmış ve insanlar boyun eğmeye mahkum edilmişlerdir.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
August von Hayek
(d. 8 Mayıs 1899, Viyana – ö. 23 Mart 1992, Freiburg)

Avusturya ekolüne bağlı ekonomist ve siyaset bilimcidir. Serbest piyasa ekonomisini 20. yüzyıl ortasında yükselen sosyalist dalgaya karşı savunmasıyla tanındı. Hukuk ve epistemolojiye önemli katkılar yaptı. 1974'te Nobel Ekonomi Ödülü'nü düşünsel rakibi Gunnar Myrdal ile paylaştı.

Hayatı

Doğal bilimcilerin ağırlıkta olduğu bir aile ortamında yetişmesine rağmen topçu subayı olarak görev yaptığı I. Dünya Savaşı'ndan sonra sosyal bilimlere yönelmiştir. Viyana Üniversitesi'nden 1921'de hukuk, 1923 yılında ise siyaset bilimi üzerine 2 sene ara ile 2 doktora almış olan Hayek, 1924'te ABD dönüşünde sosyalizm fikirlerini benimsemek üzereyken Ludwig von Mises'in Sosyalizm kitabından etkilenmiş ve düşüncesini değiştirmiştir. Hayatının bundan sonraki kısmında liberal felsefeyi ekonomi, siyaset felsefesi gibi birçok alanda başarılı bir şekilde savunmuştur.

Hayek serbest piyasa düzeninin felsefi savunucularındandır. Avusturya Okulu'nun 20. yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden biridir. 1974'de Nobel Ekonomi ödülünü almıştır. Merkezi ekonomik planlamanın insanların özgürlüklerini ve ihtiyaçlarını kısıtlayacağı tezini vurgulamış, çoğulculuğu ve ekonomik sübjektivizmi savunmuştur.

Hayek'e göre iktisadi karar verme hakki, bireylerden, onların değerlerinden ve amaçlarından bağımsız değildir (ekonomik öznellik, Avusturya ekolü), karar verme hakları enformasyona sahip olan bireylerde olmalıdır. Rekabetçi bir piyasada fiyatlar, insanların farklı mal ve servislere biçtikleri görece değerleri belirlemekte, bireyler de bunlara bakıp istek ve ihtiyaçlarını en iyi şekilde nasıl karşılayacaklarına ve hatta o istek ve ihtiyaçların neler olduklarına karar vermektedirler.

Hayek iktisat dışında bilişim (enformasyon) teorisi, hukuk, politika teorisi, bilim felsefesi ve bilişsel psikoloji (cognitive psychology) gibi alanlarda da yeni fikirler üretmiştir.

Eserleri

The Road to Serfdom - Kölelik yolu (1944) Bu Eser, Hayek'in özgürlük savunusuna adadığı uzun entelektüel hayatının en çarpıcı ürünlerindendir. Kölelik Yolu, son derece önemli bazı siyasal soruların cevaplarını aramaktadır. Özgürlük nedir? Sosyalizm, faşizm ve diğer totaliter sistemler neden özgürlükle uzlaşmaz bir çelişki içindedirler? Birbirine karşıt görünen özgürlük aleyhtarı anlayışlar yoksa aynı kökten mi türemişlerdir? Sözgelimi "Nazizmin Sosyalist kökleri" nelerdir? Özgürlük, geçici bir güvenlik uğruna feda edilebilir mi? Kollektivist ekonomi altında demokrasinin ve azınlık haklarının yaşama şansı var mıdır?

- The Use of Knowledge in Society - Bilginin Toplumda Kullanımı (1945)
- The Sensory Order - Duyumsal Düzen (1952)
- The Constitution of Liberty - Özgürlüğün Anayasası(1960)
- Law, Legislation and Liberty - Kanun, Mevzuat ve Özgürlük (1979)

Dikkat Çekici Bilgiler

Hayek, çocukluk aşkı kuzeni Helene Bitterlich'in kocasından ayrılmasından sonra ofisinde sekreterlik yaparken evlenmiş olduğu karısını boşayıp kuzeni ile evlenmiştir. Hayek 1974 yılında zıt fikirleri savunmalarına rağmen Guannard Myrdall ile paylaşmak zorunda kaldığı Nobel ödülünü almıştır. Ölmeden 2 sene önce hafıza kaybına uğramıştır.

 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Pierre Joseph Proudhon
(15 Ocak 1809 - 19 Ocak 1865)

Fransız ekonomist ve düşünür. Kendini "anarşist" olarak adlandıran ilk kişidir ve ilk "anarşist düşünür olarak nitelenir.

Fransada bir köyde doğan ve çocukluğu çobanlıkla geçen Proudhon daha sonra kendini eğitime vermiştir.

Proudhon'un Hayatı

1809 Fransa doğumlu Pierre Joseph Proudhon yoksul bir ailenin oğludur ve yaşamı boyunca geçim sıkıntısı çekmiş, doymak bilmez bir öğrenme isteği içinde yaşamıştır. Anarşizm kuramcılarının arasında ayrı bir yeri vardır. Hayatın kendisinden, yaşama deneylerinden, pratikten çok şey öğrenmiş, anarşizm kendini bir eylem öğretisi olarak kabul ettirmek isteyince Proudhon'un yolundan gitmiştir. Bu öğretinin pratik yanına önem veren en önemli anarşist kuramcı Proudhon'dur.

Başkaldırma onu hiçbir zaman nihilizme itmemiştir. Tersine, halkın eski törelerini, çağdaş toplumun bozmaya çalıştığı değerlerini savunmak için başkaldırır. Böylece öğretisinin hem devrimci, hem de gelenekçi olan iki özelliği anlaşılmış olur.

Hegel gibi Proudhon da iki akımın doğmasına yol açmıştır: Sağcı Proudhon'culuk; Solcu Proudhon'culuk. Kendisine inananlar arasında tanrıtanımazlar olduğu gibi, hıristiyanlar da vardır; faşistler olduğu gibi sendikacılar da vardır.

Hepsi de Proudhon'u kendilerine göre yorumlamaktadır. Ama onun en belirgin özelliği Fransız halkının kahramanı olmasıdır.

Proudhon, 1840'ta kendisine büyük bir okur kitlesi kazandıran "Mülkiyet Nedir?" adlı broşürünü yazmış ve bu sorusunun yanıtını şöyle vermiştir: "Mülkiyet Hırsızlıktır!".

1844'te Paris'te Alman göçmenleriyle ilişki kuran Proudhon, Karl Marx'la da tanışmış, 1846'da "Sefaletin Felsefesi"ni yayınlamıştır. (Bilindiği gibi Karl Marx da bu kitaba karşı alaylı bir tonda "Felsefenin Sefaleti" adlı eleştirisini yazacaktır.)

1846'da Proudhon yeniden Paris'e yerleşti. 1848 Devrimi'nde orada kaldı ve devrimin temel düşüncelerinin kendi düşünceleriyle uyuşmadığını kavradı. 4 Temmuz 1848'de milletvekili seçildi. Millet Meclisi'nde verdiği bir söylevde halktan "burjuvazinin kurbanı" diye söz edince şimşekleri üstüne çekti.

Prens Başkan'a yönelttiği saldırıdan ötürü de 1849'da üç yıl hapis ve 3,000 Frank para cezasına çarptırıldı. Cezaevinde yattığı sırada "Bir Devrimcinin İtirafları" adlı yapıtını yazdı.

1858'de "Devrimde ve Kilisede Adalet" adlı yapıtında kiliseye çattığı için gene üç yıllık hapis cezasına çarptırıldı; bu yapıtı "dine ve ahlaka hakaret" sayıldı. Proudhon Belçika'ya sığındı. Genel Aftan sonra Paris'e döndü; 1864'te öldü.

 
Üst Alt