Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

  • Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Filozoflar

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Sokrates (Socrates)
Sokrates (Yunanca: Σωκράτης, M.Ö. 470 Alopeke, Attika - M.Ö. 399 Atina) Yunan Felsefesinin kurucularındandır.

Heykelci Sofroniskos ile ebe Fenarete'nin oğlu olan Sokrates'in kimliği de başlıbaşına bir felsefi sorundur.

Sokrates üzerine pek çok eski öykü anlatıldı (Platon, Ksenofon, Aristofanes, Aristoteles, Aristoksenos). Sokrates, edebi verimin yüksek olduğu bir dönemde hiçbir şey yazmadığı gibi, profesyonel "bilgi hocaları"nın ortaya çıktığı bir dönemde öğretmenliği resmi bir meslek olarak da seçmedi. Hayatı boyunca ancak üç kez Atina'dan ayrıldığı söylenir. Bir kez askeri yükümlülük gereği, bir kez de Delfi'ye gidip biliciye danışmak ve orada üzerinde "kendini tanı" sözünün yazılı olduğu Apollon tapınağını görmek için bu kentin dışına çıktı.

Sokrates genellikle ahlak felsefesinin, yani değer öğretisinin kurucusu olarak bilinirse de, ondan geriye kalan şey, bir öğretiden çok, kişilerin bilincine, özlerinin ne olduğunu göstermeye yönelik bir çabadır.

Sokrates önceleri doğa bilimleriyle, özellikle de canlı varlıkların çoğalması ve kaybolup gitmesi olgusuyla ilgilendi. Bu amaçla, matematiği ve doğa filozoflarının dünyayla ilgili öğretilerini incelemesi gerekti.

Yüzeysel bilgiyi aşma ve şeylerin gerçek bilgisine ulaşma isteğiyle, bireylerin davranışlarında ve yaşamlarında temel aldıkları inançları sorgulamaya yöneldi. Sokrates, inançlarını ayrım gözetmeksizin yadsımak için toplumun bütün kesimlerine seslendi; bu tutumu da şiddetli tepkilerle karşılaşması ve trajik bir biçimde ölmesi sonucunu doğurdu.

Sokrates, her türlü edinilmiş bilgiyi yadsıyan bir düşünceden yola çıkan yöntemiyle, yani diyalog sanatı ya da diyalektikle, insanlara, bilgiye sahip olduklarını sandıklarını, oysa sahip olmadıklarını kanıtlıyordu. Bir karara varmak gerektiğinde, çaresiz kalan muhatapları, kendisinden, sorunla ilgili düşüncelerini aktarmasını talep ettiklerinde, filozofça geri çekiliyor, bu da genellikle muhataplarının öfkelenmesine yol açıyordu.Aynı dönem Atina'sının düşünürleri, Sokrates'in halkı toplayıp, belirli zamanlarda ders vermesini çekemezler,akabinde Sokrates'in bilinenlerin aslında yanlış olduğu söylemi üzerine Sokrates'i mahkemeye verirler.O günlerde Sokrates'in, halk tarafından çok sevilen bir filozof olması sebebiyle, Atina halkı mahkemeyi yakından takip eder. Mahkeme, idam cezasını onaylanmadan önce, hakim Sokrates'e, mevzubahis söylemlerin kendisine ait olmadığını, bu söylemleri inkar ettiğini söylemesi durumunda, idam kararını bozacağını söyler.Sokrates bu teklifi reddeder ve "Ben söylemedim dersem, düşüncelerimin insanlar için hiçbir önemi kalmaz.Beni idam edin, çünkü idam ederseniz, düşüncelerim sizin sayenizde bütün dünya insanlarına ulaşacak ve bundan binlerce sene sonra bile Sokrates adı biliniyor olacak" der. Hakim idamın iptali şartını yineler ve Sokrates "Evet ben bunları söyledim. Sözümün ve düşüncelerimin, hayatım pahasına arkasındayım" der ve af teklifini reddeder.

Sokrates’in yeryüzündeki son günü Platon tarafından Fedon’da anlatılır — Bir gün ki Sokrates Tebes'li dostları Kebes ve Simnias ile ruhun ölümsüzlüğü üzerine konuşarak geçirdi. Baldıranı içtikten ve ölmek üzere yattıktan sonra son sözleri şunlardı: "Krito, Aeskulapius’a bir horoz borçluyuz; bu yüzden onu öde, sakın unutma." Zehir yüreğine ulaştığında sarsıldı ve öldü, "ve Krito bunu görerek ağzını ve gözlerini kapadı. Bu, Ekhekrates, dostumuzun sonuydu, öyle bir insan ki tüm çağının bizim bildiğimiz en iyisi, ve dahası, en bilgesi ve en gerçeğiydi.".

Spartalılar Atina'yı savaşta yenip yıkınca Atina'ya Tiranlar hakim oldu. Sokrates entelektüel Atinalılar'ın aksine baskılardan dolayı yurdundan kaçmayıp Tiranların idaresinde yaşamayı sürdürdü. Sivri dilinden dolayı Tiranlar tarafından idama mahkum edilmişken isyan patlak verdi Tiranlar yönetimden gitti. Bu sefer yeni yönetim Tiranlarla işbirliği yapmak, tanrıları aşağılamak vb. suçlamalarla hakkında mahkeme kurdu. Eski Atina devletinde davalara sayıları davanın önemine göre klanlardan seçilmiş yargıçlar bakardı. Sokrates'in davasına 500 civarında yargıç baktı. Suçlular genelde hitabet yetenekleri ile yargıçları etkileyip beraat ederdi. Bu yüzden ağzı iyi laf yapanlar para karşılığı davalılara savunma yazardı. Sokrates hitabet yerine en iyi bildiği diyalektiği sorgulama yöntemini kullandı. Kendini savunmayı ve yargıçlardan af dilemeyi değil fikirlerini savundu. Ölüm cezasının değiştirilmesini dilemedi. İdamı Atina'nın kutsal günü olduğu için ertelendi. Kendisi zindana atıldı. Zindanda hiçbir koruma bırakılmamıştı. Öğrencileriyle birlikte sohbet etti. Kaçması teklifini geri çevirdi. Kaçsaydı suçlu ve hain kabul edilecekti. Kaçmadı, ve bitki zehri içirilerek idam edildi. Öldükten hemen sonra Atinalılar yaptıkları hatanın farkına vardılar. Kendisini dava edenlerden birisini yargılayıp idam ettiler diğerini sürgüne gönderdiler. Sokrates'in büstünü yapıp Atina Tapınağına koydular. Davayı izleyen öğrencisi Platon, savunmasını Sokrates'in Savunması adı altında kitaplaştırdı ve bu eser günümüze kadar geldi.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Baruch Spinoza
24 Kasım 1632 (Amsterdam) – 21 Şubat 1677 (Lahey))

Benedictus de Spinoza veya Bento d'Espiñoza olarak da bilinmektedir. René Descartes ve Gottfried Leibniz ile birlikte 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Zamanında anlaşılmayan pek çok filozof gibi Spinoza da yanlış anlaşılmanın ve anlaşılmamanın muhatabı olmuş, tuhaf bir çelişkiyle hem en büyük din düşmanlarından biri sayılmış, hem de eserinin temel kaynağının Tanrı sevgisi olduğu söylenmiştir. Bunlarla birlikte Spinoza'nın tam bir bilge yaşamı yaşadığı belirtilebilir. En büyük eseri Ethica isimli kitaptır.

Yaşamı

Spinoza, Hollanda'da ticaretle uğraşan bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Ailesi Yahudi'ydi ve Portekiz'den engizisyonun baskıları dolayısıyla kaçıp önce Nantes'a sonra da Amsterdam'a (1622 yılı olarak tahmin ediliyor) gelmişlerdi. Bilimsel buluşların, dinsel bölünme ve çatışmaların, siyasal değişikliklerin ve felsefi gelişmelerin yoğun olduğu bir sırada Hollanda'da yaşadı. Spinoza'nın babası ticaretin yanı sıra sosyal alanda da gelişme kaydetmiş ve Amsterdam'daki Sinagog'un ve Yahudi okulunun müdürü olmuştu. Ailesi Spinoza'nın Yahudi hahamı olarak yetişmesini istemiş ve bu yönde gelişmesi için her türlü eğitim olanaklarını sağlamıştı. Spinoza bu sebeple erken yaşta gittiği Yahudi okullarında ve Sinagoglarda İbranice öğrenmiş, Yahudi ve Arap teologların çalışmalarını öğrenme imkanı bulmuştur.

Spinoza'nın laik ve sorgulayıcı düşünceyle güçlü bağlantısının başlangıcında eğitim sürecinin başlarında yer alan öğretmeni liberal haham olarak bilinen Manasseh ben Israel'in (Amsterdam Yeshiva'sına 1638'de atandı) etkisi olduğu söylenebilir.

Yaşam Kronolojisi

1650'de Franciscus van den Enden'ın okulunda Latince, doğa bilimleri (fizik, kimya, mekanik, astronomi ve fizyoloji) ve felsefe okumaya başladı.

1651'de Spinoza'nın Descartes'in eserlerini okumaya başladığı tahmin ediliyor.

1652'de babasının tüm karşı çıkışına rağmen Spinoza mercek yontma işine başlar.

1653'de Jan de Witt Hollanda bölgesi konsey yönetimi'ne atanır.

1654'de Spinoza'nın babası Michael'ın ölümü.

1655'de Spinoza, Cemaat Mahkemesi tarafından din dışılıkla (materyalistlik ve Tevrat'ı küçük görmek ile) suçlanır. Bu sorgulamada Tanrı'nın bir bedene sahip olduğunu savunan Spinoza, sonunda hahamlar tarafından din düşmanı olmakla suçlanır ve pişman olmaya zorlanır. Bu yıl içinde Spinoza Tractatus de Deo et homine etjusque felicitate (Korte verhandeling van God, de mensch en des zelfs welstand, Tanrı, İnsan ve İnsanın Refahı Üzerine Kısa Bir İnceleme) isimli çalışmasını da bitirir. Bu kitap çok güçlü olmamakla birlikte Spinoza'nın felsefesini tüm temel tezlerini barındıran bir yapıt olarak değerlendirilir.

1656'da 24 yaşındaki genç Spinoza Amsterdam Sinagog'u tarafından, her ikisi de Dekartçılığın bir formuna dayanan, "Tanrı'nın evren ve doğanın işleyişi olduğu, bir kişiliği olmadığı ve İncil'in Tanrı’nın doğasını öğretmek için mecazi ve simgesel bir kitap olduğu" iddialarını savunduğu için Yahudi cemaatinden kovulur (cherem veya herem; Yahudilikte, Katoliklikteki aforoz benzeri bir ceza) (bknz. René Descartes) Kovulmasını takiben, ismini Benedictus’a (ilk ismi olan Baruch’un Latince karşılığı) çevirdi. Cherem'in şartları çok kesindi, ceza asla geri alınmazdı (bknz. Kasher ve Biderman).

1660'da Amsterdam Sinagog'u yerel yetkililere Spinoza için "her türlü din ve ahlak için bir tehdit" diyerek şikayette bulunur.

1661'de Spinoza Amsterdam'ı terk eder, yakınlardaki Rijnsburg'a yerleşir, Etika 'sını yazmaya başlar ve hayatının sonuna kadar mektuplaşacağı Henry Oldenburg ile tanışır.

1662'de Tractatus de intellectus emendatione isimli eserini bitirdiği tahmin edilmektedir.

1663'de Lahey yakınlarındaki Voorburg'a ressam Daniel Tydemann ile birlikte yerleşir.

1664 yılında Lahey'de Descartes Felsefesi'nin İlkeleri isimli kitabını yayınlar. Bu kitabın ekinde Metafizik Düşünceler adlı çalışması yer almaktadır. Aralık 1664'den Haziran 1665'e kadar amatör bir Kalvinist teolog olan ve Spinoza’ya şeytan konusunda sorular soran Blyenbergh ile mektuplaşır. 1665'in son aylarında Oldenburg'a, 1670'te basılacak olan yeni kitabı Teolojik Politik İnceleme 'ye çalışmaya başladığını yazar.

Bazı arkadaşlıkları (Jan de Witt gibi) nedeniyle politik kamplaşmalarda taraf olmak durumunda kalmış, yazdığı ve isimsiz olarak yayınladığı Teolojik-Politik İncelemeler kitabı bu kamplaşmalar dolayısıyla tepkiyle karşılanmıştır. Spinoza bu kitabından sonra yazmamaya karar verir.

1670'de Teolojik-Politik İncelemeler Amsterdam Kilise Konseyi (Kalvinist)tarafından "Dininden dönen bir Yahudi ve Şeytan tarafından Cehennem'de uydurulmuş ve Sayın Jan de Witt'in bilgisi dahilinde yayınlanmıştır" ifadesiyle eleştirildi. Spinoza Lahey'de Stille Veerkade'de yaşamaya başlar.

1671'de Leibniz ona Notita opticae promoteae isimli eserini oda Leibniz'e Teolojik-Politik İncelemeler eserini yollar.

1673'te kendisine teklif edilen Heidelberg Üniversitesi'ndeki felsefe kürsüsünü de reddeder, çünkü "din adamlarını rahatsız etmeme koşulu" vardır bu önerinin.

Etika'isimli eserini 1675'te tamamlar. Bu eser belirli bir çevrede dolaşır, tartışılıp değerlendirilir, ancak Spinoza yaşadığı sırada izin vermediğinden basılmaz.

Ölümünden bir yıl önce 1676'da Leibniz ile görüşür. Aynı yıl Lahey Sinodu Teolojik-Politik İncelemeler in yazarı hakkında takip kararı alır.

21 Şubat 1677'de ölen Spinoza'nın eserleri, Amsterdam'da, arkadaşları tarafından Opera Posthuma (Ethica, Tractatus politicus, Tractatus de intellectus emendatione, Epistolae, Compendium Grammatices Linguae Hebrae) adıyla yayınlanır.

1678'de Spinoza'nın eserleri Hollandaca (kendi dilinde) yayınlanır.

Spinoza'nın Eserleri

- Ethica
- Tanrı, İnsan ve İnsanın Mutluluğu Üzerine Kısa İnceleme
- Politik İncelemeler, (Tractatus Politicus)
- Kavrayış Gücünün Gelişimi
- Descartes Felsefesinin İlkelerinin I. ve II. Bölümlerinin Benedictus Spinoza Tarafından Geometrik Yöntemle Tanımlanması.
- Teolojik-Politik İncelemeler

Spinoza hayattayken yayımlanan çalışmaları Descartes'in Principia Philosophiae (Felsefenin İlkeleri) çalışmasını yorumladığı çalışması ve Teolojik-Politik İncelemeler adlı kitabıdır. Etika hazır fakat yayınlanmamış bir kitaptı, ölümünden uzun bir zaman sonra yayımlandı. Diğer kitapları izleyicileri tarafından notları ve tamamlanmamış yazılarından bir araya getirilerek hazırlandı.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Hippias
Genç sofistlerden biri olan Hippias (Protagoras’tan çok gençtir ve bu nedenle 460 yılından sonra doğmuş olması gerekir) elçi olarak diğer Grek devletlerinde, özellikle de Sparta’da bulunmuş, bu görevinden ve başka vesilelerden dolayı yaptığı konuşmalar hayranlık uyandırmış, bu yüzden yalnız Olympia’da değil, Sicilya’nın en ücra kentlerinde bile yüksek ücretler almıştır. Sofistler arasında Hippias matematik bilimini de öğretim programına alan tipik bir ansiklopedicidir. Matematiğin, yeri dokunulmaz pedagojik değerini önceden fark ettiği anlaşılmaktadır. Onun derlemecilere özgü çalışma tarzına fr. 6 karakteristik bir örnek oluşturur. Ayrıca kendisi pratik-teknik anlamda evrensel bir sanatçı olarak göze çarpar; belleğinin güçlü olduğu da söylenir. O “tam anlamıyla bir uomo universale”dir. Kendine özgü düşünceleri olmayan, ama her havadan çalan sıradan sofistlerin tipik bir örneğidir. “Troya Diyaloğu” adlı eseri Prodikos’un meseliyle ahlaksal-pedagojik yönseme bakımından ortak özellikler gösterir. Ancak öte yandan matematikle ilgili sorunlara da ciddi şekilde eğilmiştir.

Platon’un sofistlerinde (Protagoras diyaloğunda) Hippias zaman zaman küçük bir rol oynamaktadır.

1 Platon, Protagoras 337 C vd. 79 C 1

Protagoras’ran sonra bilge Hippias şöyle dedi: “Burada bulunan sizler, sanırım hepimiz —geleneğe göre değil, yaratılıştan-— birbirimizin yakınıyız ve soydaşız, aynı ülkenin yurttaşlarıyız. Zira benzer, yaratılıştan benzerin yakınıdır; ama insanların despotu olan gelenek doğaya aykırı pek çok şeyi zorla yaptırır.’

Bilgiç ve Evrensel Sanatçı

2 Platon, Büyük Hıppias 285 B vd, 79 A 11.Sokratesle Hippias arasındaki konuşma>

Tanrı adına Hippias, Spartalılar seni methediyor ve sözlerini dinlemekten zevk alıyorlar, ama hangi konuda? Görünüşe göre en iyi bildiğin konuda, yoksa yıldızlar ve gökyüzündeki süreçler hakkında mı? —Hippias: Tanrı korusun! Böyle şeyleri hiç dinlemezler! — Sokrates: Ama geon bahsedersen dinliyorlardır seni, değil mi? — Hippias: Hele bu konuyu asld; birçoğu daha sayı saymasını bile bilmez! — Sokrates: O halde senden matematikle ilgili bir konuşma yapmanı istemezler, değil mi? — Hippias: Elbette! — Sokrates: Ama başkalarına göre açıklamasını daha iyi bildiğin şeyleri, örneğin harflerin, hecelerin, ritmin ve uyumun anlamını dinlemek isterler? — Hippias: Azizim, sen hangi ritm ve harften söz ediyorsun? —.

Sokrates: Peki ama, senden duymak istedikleri ve övdükleri şey nedir? İyisi mi sen söyle, ben tahmin edemiyorum. — Hippias Yarı tanrıların, insanların soyağaçlarını Sokrates, ve yerleşim yerlerini, ilkçağda kentlerin nasıl kurulduğunu, tarih öncesine ait her şeyi, işte bunları dinlemeyi seviyorlar, onların yüzünden bütün bu şeyleri tam olarak araştırıp incele mek zorunda kaldım. — Sokrates: Gerçekten şanslısın Hippias, iyi ki Spartalılar, Solon’dan başlayıp arkhontlarımızı sırayla saymamıza ilgi duymuyorlar! Yoksa hepsini ezberlemek zorunda kalacaktın. — Hippias: Niçin Sokrates? Art arda elli sözcüğü bir defa duyduğum zaman hepsini aklımda tutarım, — Sokrates: Haklısın; senin güçlü bir belleğe sahip olduğunu düşünmemiştim. Spartalıların senden hoşlanmalarının sebebi hikmetini şimdi anlıyorum, çünkü sen çok şey biliyor sun ve yaşlı kadınların çocuklara masal anlatması gibi, sen de onlara çok eski çağlardan sevimli hikayeler anlatmayı seviyorsun.

3 Platon, Küçük Hippias 3601) vd. = 79 A ı2:

<Sokrates Hippias’a hitap eder:> Sen sanatların pek çoğunda öteki insanlara göre çok daha maharetlisin, bir defasında, pazar meydanındaki satıcı tezgahlarının önünde gıpta edilesi bilgilerini sayıp dökerken nasıl övündüğünü duymuştum. Günün birinde Olympia’ya geldiğini ve üstünde taşıdığın her şeyin kendi elinden çıktığını söylemiştin: Önce, parmağındaki yüzüğü (sayıp dökmeye bununla başlamıştın) kendin yapmış sın, çünkü kuyumculuktan anlıyormuşsun, sonra damgalamak için bir mühür, ayrıca bir traş bıçağı ve bir yağ kabı da senin elinden çıkmış. Sandallarını kendinin hazırlayıp diktiğini, giy silerini ve iç çamaşırlarını kendi elinle dokuduğunu da söylemiştin. Belindeki kuşak, zengin Perslilerin taktığı kuşağın aynısıymış ve onu kendin örmüşsün; dinleyenleri en çok hayrette bırakan da bu son marifetin olmuştu. Bundan başka beraberinde şiir sanatıyla ilgili kitaplar, destanlar, tragedyalar, dithyramboslar ve değişik konularda birçok düzyazı eser getirmişsin. Yukarıda saydığım sanatlarda herkese taş çıkartırmışsın, ayrıca hatırladığım kadarıyla ritm ve uyum bilgisinde, dilbilgisinde ve daha birçok şeyde senden ustası yokmuş. Ha, az kalsın senin o çok başarılı olduğuna inandığın bellek sanatını (mnemonik) unutuyordum.

4 fr. 6:

Buradan belki bir kısmı Orpheus, bir kısmı Musaios tarafından kısaca söylenmiştir, bir kısmından burada, bir kısmından şurada, bazı şeyler Hesiodos, bazı şeyler Homeros ya da başka ozanlar tarafından, bir bölümü düzyazı halinde, kısmen Grekler, kısmen de Barbarlar tarafından. Ama ben bütün bunlardan en önemlilerini <seçtim> ve birbirine ait olanları birleştirdim, şimdi size <buradan> yeni ve tamamen değişik şeyler söyleyen bir konuşma çıkaracağım.

 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Keoslu Prodikos
Prodikos, M.Ö. 470’de, Keos Adası'nda doğar. Bu ada Atina'ya yakın olduğu için, sık sık buraya gelir ve kalırdı. Yurttaşları ona birkaç iş sağladıktan sonra; onu büyükelçi olarak, Atina'ya yollarlar. Burada iyi karşılanan Prodikos, şehirde bir retorik okulu açmaya karar verir. Eflatun, onun dilin hoşluklarıyla ilgilenen, bilgiç bir öğretmen olduğunu ve bu okul sayesinde zenginleştiğini söyleyerek eleştirir.

Prodikos, şehirden şehire dolaşarak, para karşılığı retorik dersleri verirdi. Söylevleriyle, gençleri kendine hayran bırakmıştır. Tüm Yunanistan'da, zengin çocuklarını, kendine getirmekle görevli kuryeleri vardır. Fakir aile çocuklarına nadiren ders verirdi. Fakir gençlerden 1 drahmi; zengin gençlerden ise 50 drahmi ücret alırdı. Derslerin ücretini malvarlığına ve iş düzenine göre ayarlamıştı. Eflatun, bu ücret düzenini: "Sokrates, Prodikos’un, adam başına 50 drahmiye verdiği dersleri almış olsaydı, adların niteliğini söyleyebilirdi. Ama, 1 drahmilik derslerine girdiği için bu konuda bilgisiz kalmıştır." diyerek alaya almıştır. Dersler, özellikle, Thebes ve Lakedaemon’da övgüler almıştır. İnsanlar, akın akın onu dinlemeye geliyordu. Ksenophon, Boeotia'da mahkumken, kendi kefalet parasını ödeyerek, onu dinlemeye gitmiştir.

Eserleri:

Prodikos'un önemli eserleri içinde, “Doğa Hakkında” ve “İnsan Doğasına Dair” adlı eserleri vardır. Ancak, bu 2 eser de, günümüze ulaşmamıştır. Onun, diğer önemli bir eseri “Mevsimler”dir. Bu eserde yer alan, “Herakles’in Seçimi” ya da “Rezillikle, Erdem Arasındaki Herakles” adlı öykü, Prodikos’dan sonraki birçok yazara ve hatta, ortaçağ Hıristiyan edebiyatına esin kaynağı olmuştur.

Bu öykü, Prodikos’un, kendi hayatından bir yansımadır. Prodikos, retorik derslerinden kazandığı parayı, zevk için harcar. Ancak, diğer yandan da, erdem üzerine söylevler verirdi. Öyküye konu olan Herakles de erdem ve kösnü (şehvet) Tanrısı tarafından kışkırtılmaktadır. Herakles, erdemin baskıcı ve zor yolu ile tutku ve ahlaksızlıkların kolay yolu arasında, bir seçim yapmak durumundadır. Herakles, zor olan erdemi seçer. Erdemi öven bu yazı, tüm antikite tarafından beğenilmiş ve Prodikos da, adını ölümsüzleştirmiştir.

Sanatı:

Pythagoras’ın öğrencisi olan Prodikos, Protagoras’ın başlattığı,Yunan sofistliği (bilgiciliği)nde, en önemli kişilerden biridir. Ayrıca, Demokritos’un ekolündedir. Cicero, onun bazı öğretilerinin, tüm dinleri yıkıcı nitelikte olduklarını; Sextus Empiricus ise, onun ateist olduğunu söylemiştir.

Prodikos’a göre; Tanrılar, düşünceden yoksundur. O halde, zaten var olmadıkları açıktır. İnsanlar, yararlı gördükleri her şeyi, Tanrı zannetmiştir. Daha doğrusu, kendilerine yararlı bir etki yapmış olan doğa nesneleri, Tanrı düşüncesinin doğmasına ve onların yaptıkları iyiliklere karşılık olarak, onlara tapınmalarına neden olmuştur. Böylelikle; ekmek Demeter, şarap Dionysos, su da Poseidon gibi adlar almıştır.

Prodikos, Epikür’den çok daha önce, ölümün korkunç bir şey olmadığını; onun, biz yaşarken ya da biz varolmadığımız zaman, bizi ilgilendirmeyeceğini söyler. Çünkü, yaşadığımız sürece, bize ölüm yoktur; ölümün geldiği andan itibaren de, ölüm için, biz yokuz demektir.

Prodikos’un dünya görüşü, onun ilk pesimistlerden olduğunu gösterir. Ona göre; varlığın kötülükleri, iyiliklerini aşar. Ancak, onun hayata bakışındaki kötümserlik, insan iradesini ve enerjisini yıkma amacı taşımaz. Prodikos, kiniklerin ve stoacıların ahlak doktrinleri üzerinde etki yapmış olan, “kendinden ilgisiz şeyler” kavramını ortaya atmıştır. Ona göre, bu kavram; aklın gösterdiği yolda ve aşırıya kaçmadan kullanıldığı zaman, bir anlam taşıyabilir.

Prodikos, erdemin öğretilebileceğine inanır. Ona göre; malvarlığını ne yapmak gerektiğini bilen erdemli insanlar için, zenginlik, bir iyiliktir.Bunu bilmeyen insanlar için ise, kötülüktür.Her şey, kullanmak isteyenin, kullanış tarzına göre değerlenir.

Prodikos, eşanlamlı (synonyme) sözcükleri toplayarak; bunlar arasındaki, ince anlam farklılıklarını, belirgin bir şekilde ayırmıştır. Synonyme (eşanlamlı olup farklı yazılan) sözcüklerin yanı sıra, homonyme (aynı yazılıp farklı anlamları olan) sözcükleri de incelemiştir. Onun amacı; dili, düşünce aracılığıyla, yetkin bir duruma getirmektir.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Jean Paul Sartre
Jean-Paul Sartre (tam adı: Jean-Paul Charles Aymard Sartre)

(21 Haziran 1905, Paris - 15 Nisan 1980, Paris)

Ünlü Fransız yazar ve filozoftur. Felsefi içerikli romanlarının yanı sıra, her yönüyle kendine özgü olarak geliştirdiği varoluşçu felsefesiyle de yer etmiş; bunların yanında Varoluşçu Marksizm şekillendirmesi ve siyasetteki etkinlikleriyle 20. yüzyıla damgasını vuran düşünürlerden biri olmuştur. O, her şeyden önce bir anlatıcı, denemeci, romancı, filozof ve eylemci olarak yalnızca Fransız aydınlarının temsilcisi olmakla kalmamış, özgün bir Entelektüel tanımlamasının da temsilcisi olmuştur.

Babasını ufak yaşta yitiren Sartre, annesinin ailesinin yanında büyüdü. Olgunluk sınavını Louis le Grand Lisesi'nde verdi. Daha sonraki eğitimini Ecole Normale Supérieure'de, İsviçre'deki Fribourg Üniversitesi'nde ve Berlin'deki Fransız Enstitüsü'nde sürdürdü. Çeşitli liselerde öğretmenlik yaptı ve 1928'de Simone de Beauvoir'la tanıştı. II. Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından hapse atılmasının sonrasında Direniş hareketine katıldı. Sinekler adlı ünlü oyunu bu koşullarda yazıldı ve sahnelendi. Aynı şekilde, Varlık ve Hiçlik adlı kendi felsefesini açıkladığı ünlü yapıtı da bu sırada yazıldı.(1943)

1945 yılında öğretmenliği bıraktı ve "Les Temps Modernes" adlı edebi-politik dergiyi çıkarmaya başladı. Kitaplarının neredeyse tümü edebi ve politik sorunları işleyen kuramsal metinler olarak şekillendi. Sartre, savaş sonrası dönemde ise özellikle politik etkinlikleriyle öne çıkmaya başladı. Soğuk savaş dönemi boyunca birçok eleştirisine rağmen Sovyetler Birliği'ni desteklemiş, Fransa'nın Cezayir'e karşı yürüttüğü savaşa karşı çıkmıştır. Çıkardığı dergi, bu bağlamda yoğun bir etkinlik göstermiştir.

Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Ödülü'nü geri çevirmiştir. Bunun hem yapıtlarına hem de politik konumuna zarar vereceğini düşünmüştür. "121'lerin Bildirgesi" olarak bilinen bildirgeyi imzalamış ve 1961-1962 yılındaki büyük gösterilere katılmıştır. Ayrıca, 1966-67 yılları arasında Vietnam Savaşı'nda meydana gelen katliamları sorgulamak üzere kurulmuş olan Russel Mahkemesi'nin de başkanlığını yapmıştır. Politik etkinlikleri giderek yoğunlaşmış ve kendi iç-dönüşümleriyle birlikte şekillenmiştir. 1968 olayları Sartre'ın kendi fikirlerini ve geleneksel entelektüel konumlarını da sorguladığı bir dönem olmuştur. Sovyetler'in Prag'a müdahalesinin ve Fransa'daki öğrenci hareketlerinin üzerine, teorik politik alanı yeniden değerlendirmeye başlamış, 1973'te Liberation'u kurmuştur.

1974 yılında Sartre'ın gözleri büyük oranda görmez oldu. Bu nedenle politik etkinlikleri yavaşladı, ancak her zaman yine de Batı'nın Doğu üzerindeki baskılarına karşı etkinliklerde bulundu ve insan hakları konusunda her zaman duyarlı oldu. Bu tutumuyla, Aydınların yeri ve rolü konusunda hem teorik hem de pratik bir örnek oluşturdu.

Öte yandan siyasal aktifliğinin onun edebi ve felsefi yönünü gölgelediği söylenemez. Sartre her şeyden önce kendisinden iyi bir edebiyatçı ve yetkin bir filozof olarak söz ettirmeyi başardı. 15 Nisan 1980'de Paris'te öldüğünde geride felsefe ve edebiyat açısından büyük değerde metinler bıraktı. Kendi varoluşçu felsefesini işlediği yapıtları başlıca; Özgürlüğün Yolları, Bulantı, Gizli Oturum, Kirli Eller, Sözcükler, Duvar olarak belirtilebilir.

 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Max Ferdinand Scheler
(1874-1928)

Max Ferdinand Scheler (22 Ağustos 1874, Münih - 19 Mayıs 1928, Frankfurt), Alman filozoftur. Fenomenler, etik ve felsefi antropoloji konularında yaptığı çalışmalarla tanınır.

Fenomenlerle ilk iglilenen kişi olan Edmund Husserl'in görüşlerini geliştirmiştir. Daha sonra Papa II. John Paul olacak olan Karol Wojtyla, 1954 yılında verdiği doktora tezinde, Max Scheler'in kuramını Hristiyan etiğine uyarlamıştır.

"Yaşantı"nın, başta dinsel, kişisel, toplumsal, bitimsel, tarihsel yönleri olmak üzere, her birine gereken önemi verecek biçimde bütün yönleriyle ele alınması gerektiğini savunan Alman görüngübilimci, toplum felsefecisi, bilgi toplumbilimcisi. Hemen hemen felsefesinin tamamında geleneksel filozofların çoğunlukla göz ardı ettiği düşüncenin duygusal temelleri üstüne yoğunlaşan Scheler, Münih kentinde doğmuş, Jena'da öğrenim görmüş, 1907'de döndüğü Münih'te görüngübilimle, özellikle de önceki dönem Husserl görüngübilimiyle ve Husserl'in Münih Okulu izleyicilerince uygulanan gerçekçi görüngübilimle tanışmıştır.

Dilthey ile Bergson'un yaşam felsefelerinden büyük ölçüde etkilenen Scheler'in ilk çalışmaları, etik alanında daha sonra oluşturacağı değer kuramına yönelik ön hazırlık niteliğindeki görüngübilimsel araştırmalardan oluşmaktadır. Bu ilk çalışmalarında "duygudaşlık" ile "gücenme" duygularının betimlenmesi üzerine yoğunlaşan Scheler, formculuk üzerine kurulu kantçı usçuluğun eleştirisini yapmıştır. Bunun yanında Scheler, I. Dünya Savaşı sırasında ateşli bir ulusçu olarak savaşı destekleyen, savaşın neden gerekli olduğunu modem kültüre yönelik felsefi eleştirileriyle temellendirmeye çalışan denemeler yazmıştır.

Daha sonraları çok daha geniş, çok daha kapsamlı bir toplum tasarımına geçmiş olmakla birlikte, yaptığı modernlik eleştirileri yazılarının değişmez konularını oluşturmaktadır. Bu eleştirilerin temel hedeflerinden biri, İngilizce konuşulan ülkelerin felsefelerinin doğalcılığı ile us yürütmeye dayalı çıkarsamacılığıdır. Savaştan sonra katolikliğe geçişi, görüngübilimsel betimleme yöntemini dinsel görüngülere ve duygulanımlara uygulamasına olanak tanımış, daha sonraları ise bu yöntemi çoğunlukla insanbilim ile doğa bilimlerinin izleklerine uygular olmuştur. Scheler son dönem yazılarında daha çok modern bilimin yükselişiyle birlikte ortaya çıkan metafizik felsefe sorunları üstünde durmuştur. Düşüncelerinde çok derin içgörülerle karşılaşılmasına karşın bu içgörülerin genellikle dizgeli bir biçimde düzenlenip sağlam bir biçimde temellendirilmemiş oluşları felsefesinin en belirgin özelliklerinden birini oluşturmaktadır.

Scheler'in felsefesinin kuşkusuz en önemli bölümünü Kant etiğine karşı geliştirilen nesnel değerler sıradüzeninin a priori olarak duygusal bakımdan kavranmasını amaçlayan değer çözümlemeleri üstüne kurulu etik öğretisi oluşturmaktadır. Geliştirdiği etiğin özce "kişiselci olduğunu özellikle vurgulayan Scheler, bu bağlamda "kişi"yi "ben"den kesin çizgilerle ayırarak kişisel değerleri her bakımdan üstün kılmaya çalışmaktadır. Bu bağlamda, en üst konuma yerleştirilen söz konusu kişisel değerleri değişik toplumsal etkileşim biçimleri için sunduğu çözümlemelerle ilişkilendirmeye ayrı bir özen göstermiştir. Bilgi kuramı alanında daha çok pragmacı bir yaklaşımı benimseyen Scheler bu yaklaşımı bilim ile algı alanlarına uygularken, felsefeyi özlerin görüsünü araştıran bir disiplin olarak tanımlamıştır.

Öte yanda Scheler'in din felsefesine büyük ölçüde Tanrı'ya sevgi yoluyla ulaşılabileceğini savunan Augustinusçıı anlayış ile Tanrı'nın us yoluyla bilinebileceğini ileri süren Aquinasçı anlayışı uzlaştırma çabası olarak bakılabilir. Nitekim özellikle son dönem çalışmalarında felsefi insanbilim ile merafizik sınırları çizilmiş ikici bir yaklaşım sergileyen Scheler'in, bu bağlamda duygudaşlık kavramı üstüne yoğunlaşarak tinsel sevgi ile yaşam itkisi arasındaki geleneksel çatışkıyı ortadan kaldırma arayışı içinde olduğu gözlenmektedir. Scheler'in görüngübilim yönteminin belkemiğini, yaşamında baştan beri hep bulunmalarına karşın bilenden a priori anlamda bağımsız olan özlerin nesnelliği anlayışı oluşturmaktadır. Bu anlamda Scheler'e göre, değerler nesnel olmalarına karşın Platoncu anlamda birer öz değildir. Nesnelliklerine ancak dolaysız yaşantıda, duygular alanında erişilebilir. Sözgelimi müzikte güzelliği dinlemek salt belli notaları, belli sesleri duymak demek değildir. Scheler bu noktada "değerlemeler" ya da değer bakış açılan ile "değerler" arasında bir ayrıma gider. İlki yani değerlemeler tarihsel olarak göreceyken, değişkenlik gösterebilirken, ikincisi yani değerler bağımsız ve değişmezdirler. Buna göre aralarında her zaman için keskin bir sıradüzen bulunan dört değer bulunmaktadır: "haz", "canlılık", "tin", "din". Bu değerlere karşılık gelen, bu değerleri kendisi yaratmamasına karşın keşfetme yetisini kendinde taşıyan çeşitli kişilikler söz konusudur. Bunlar değer keşifçileri ya da değerleri açığa çıkaranlar olabilecekleri gibi, açığa daha önce çıkarılmış değerleri yaşamlarıyla somut bir biçimde örneklendirenler de olabilirler. Scheler'in gözünde sanat icracıları, kahramanlar, dehalar, azizler bunların en başında gelen kişiliklerdir. Benzer bir değer sıradüzeni, en yukarıda Kilise'nin bulunduğu, sevgi ile dayanışmanın egemen olduğu Hıristiyan toplumu olmak üzere toplum katmanlarında da bulunmaktadır. Nitekim bu noktada Scheler, liberal toplum anlayışlarını bu sıradüzeni bozduklarından, topluma içedönüklüğü, bireyciliği, yanlış bir değer düzenini pompaladıklarından ötürü sürekli eleştirmiştir.

Scheler'in değer felsefesinin en önemli özelliklerinden birisi "yükseklik" ya da "alçaklık" bildiren sıradüzenli kategoriler doğrultusunda yapılanmış oluşudur. Nitekim varlık türleri, bilinç düzeyleri, değer biçimleri gibi sıradüzen ayrımlarıyla Scheler'in düşüncelerinin hemen her yerinde karşılaşmak olanaklıdır. Söz konusu ayrımlar Scheler'in önceki felsefe anlayışlarına karşı eleştirel bir konum alabilmesine olanak tanıması yanında, metafizik bakımdan kilit önemi bulunan tin ile itki arasındaki ayrım üstüne yoğunlaşan olgunluk döneminde geliştirdiği felsefi insanbilim anlayışı için de sıradüzenli bir insan varlığı yapısı sunmaktadır. Bu bağlamda kendi düşüncesinin etik bakımdan "kişiselciliği"ne sürekli vurguda bulunan Scheler, yöntem olarak ilkece Husserl'in görüngübilim anlayışını benimsemiş olmakla birlikte önemli kimi noktalarda ondan ayrılmaktadır.

Sözgelimi Husserl "görüngübilimsel indirgeme" yi gerçek nesnelerin ya da olguların dikkatimizi bozmasına karşı "varoluşun ayraç içine alınmasının", dolayısıyla da salt düşünce alanına geçmenin etkin bir yolu olarak görürken, Scheler bütün varoluşu dürtülerce uyarılmaya karşı direnme yetisi olarak yorumladığından, ilkece burada ayraç içine alınan dürtüler ve dürtülenimler olduğunu savunmaktadır. Scheler bize verili olanın tinsel işleyişimizin en altında yatan kör dürtüler olduğunu (Aristoteles'in bitkisel tin tasarımını anımsatan), bunların da her türden biliş etkinliğinin önündeki en büyük engeller olmaları nedeniyle, Husserlci anlamda asıl ayraç içine alınmaları gerekenin de onlar olduğunu ileri sürmektedir.

Nitekim Scheler'e göre felsefe özü gereği bir özbilgisi, bir özdenetim, en önemlisi de alçakgönüllülük üstüne kurulu bir etik kültür edinmeyi zorunlu kılmaktadır. Felsefenin doğasına yönelik söz konusu açıklamanın ayrıntılı bir biçimde sunulduğu İnsandaki Bengisel Üzerine (Vom Ewigen im Menschen, 1921) başlıklı kitabında Scheler, felsefenin baş koşulu olarak "yapılanma bilgisi" (Bildungwissen) diye adlandırdığı tinsel özler ile değerler tarafından yapılanmış olmayı göstermektedir. Buna göre gerçek felsefe Scheler' in gözünde her zaman için özler ile değerlerin bir uzantısı olacak biçimde kendini yapılandırmış tinsel kişilerin, yani gerçek filozofların uğraş alanıdır. Bu görüş aynı zamanda Eski Yunan düşüncesi ile skolastik felsefedeki bilme ediminin bütünüyle bilinen nesneyle girilen paylaşım ilişkisi olduğu yollu tasarımı, o nesneyi değiştirmeksizin o nesneye katılma anlayışını anıştırması bakımından bir hayli dikkat çekicidir. Öz olarak (gua eessence) düşünüldüğünde bilinen nesne bu anlamda her zaman bilenin zihnindedir. Felsefenin aynı zamanda dünyanın simgeselliğinden arındırılması çabası olduğunu ileri süren Scheler, şeylere doğal, ben ya da grup merkezli "canlı" yaklaşımımızın (sonradan "yaşam dünyası" olarak temellendirilen) canlılığın önemi uyarınca biçimlenen bir bölümleme üzerine bina olduğunu belirtmiştir.

Bu anlamda algı, Scheler'e göre her zaman verili olanın bütünlüğünden ya da toplamından seçilip ayıklanarak olanaklılık kazanmaktadır. Sözgelimi nesnelerin alımladığımız belli yönleri (bir kirazın kırmızılığı gibi) amaçlarımıza bu biçimde uygun olmalarından ötürü nesnenin simgeleri olma işlevini yerine getirmektedirler. Oysa ki felsefi bakış ancak özsel doğaya ilişkin bütün kavramların görüntüsünün dışına çıkıldığında "gürülebilir olanı görmemize" olanak tanımaktadır. Bu noktada gerek kültürde gerekse dilde verili olarak bulduğumuz "doğaya yönelik dünya görüşünün" kendi çevremizi denetleyebilmemizin temelini oluşturduğu gerçeğine dikkat çeken Scheler, bu bakış açısından edinilmiş bilginin en az felsefe bilgisi kadar yetkin olduğunu dile getirmektedir. Ancak burada bilginin nesnelerinin insan ilgileri karşısında her zaman için göreliliği söz konusudur. Sözgelimi bilimsel nesneler, bilimsel etkinlik doğası gereği insanın olağan duyu alanının sınırlarını aşarak insan ilgisinin kapsam alanını genişlettiğinden dolayı, ancak kendilerine bu türden bir ilgi doğrultusunda yaşamayı seçmiş bilim adamlarının yaşam ilgilerine göredir. Felsefe bilgisi, bilimsel bilgi ve kimi görece daha önemsiz öteki bilgi ilgileri yanında Scheler'in üstünde özellikle durduğu, "kurtuluş bilgisi" (Heilwissen) diye adlandırdığı bir bilgi türü daha bulunmaktadır. Scheler'in koyu bir Katolik olduğu dönemde kurtuluş doğrudan ahlaksal ve dinsel bilgiyle ya da pratikle ilintili bir konu olarak düşünülür, bireyin tinsel anlamda kurtuluşu demek söz konusu bireyin "sevgi toplumun" a katılması, o toplumun bir üyesi olarak tinsel bakımdan tanınması demektir. Buna karşı kurtuluş bilgisi Scheler'in son dönemlerinde daha çok metafizik bir anlama bürünmüştür.

Bu yeni metafizik yönelimli kurtuluş tasarımında tin özler ve değerler alanlarına karşılık gelirken, beden ise evrenin maddeselliğini simgeleyen saltık varlıktaki bütün gerilimler ile çatışkıların çözülüşünü ifade ermektedir. Scheler'in etiğinin belkemiğini oluşturan değerler kuramında, değerler her durumda yönelmişliğe konu duygu nesneleridir. Değerler ya nesneler içinde ya da nesneler üzerine duyulan niteliklerdir, bu yüzden de ussal yolla anlaşılmaya açık değillerdir. Bu anlamda değerler "duygusal a priori bir alam meydana getirmektedirler, çünkü iyilerin ve amaçlann görüngüleri, hatta haz duyulanımları da dahil olmak üzere, bütün değerler daha baştan bu "a priori' alanın varlığını varsaymaktadırlar. Değerlerin olumlu ya da olumsuz biçimlerde bize verili olduklarını ileri süren Scheler, değerler sıradüzeninin en alanda hazsal ve duyusal değerlerin, onun bir üstünde dirimsellik değerlerinin, onların üstünde salt doğrulukla ilintili pragmatik çıkarlara konu olmayan güzellik, adalet, yüreklilik gibi tinsel değerlerin, en yukarda da tanrısallık değerlerinin bulunduğunu savunmaktadır.

Bu durum Scheler'in değerler öğretisine en büyük katkısı olarak düşünülen "duygudaşlık" üzerine verdiği ayrıntılı görüngübilim betimlerinde kendisini göstermektedir. Pek çok felsefe tarihçisinin Scheler ’in en değerli yapıtı olarak değerlendirdiği Duygudaşlığın Özü ve Biçimi (Wesen und Formen der Sympathie, 1923) özünde filozoflarca göz ardı edilmiş değişik duygudaşlık türlerini ortaya serme amacındadır. Söz konusu yapıtında başta "özdeşleyim" anlayışı olmak üzere çeşitli metafizik duygudaşlık kuramlarını eleştirel bir gözle inceleyen Scheler, sevgi ile nefret duygularının kapsamlı bir çözümlemesini sunduktan sonra, sevginin gerek tinselliğin gerekse kişiselliğin baş koşulu olduğu saptamasında bulunmaktadır. Buna göre, yalnızca gerçek sevginin özler ile değerler dünyasının kapılarının aralanmasına olanak tanıdığını belirten Scheler, insanın doğası gereği seven bir varlık olduğunu bildirmektedir. Scheler'in özellikle kişinin duygusuyla yöneldiği nesnelerden daha yüksek olan o nesne üstüne kurulu değerlerin yaratımı sürecini sevgi olarak tanımlaması, hem varoluşçu hem de görüngübilimci felsefe çevrelerinde halen yakın bir ilgi uyandırmayı sürdürmektedir.

Max Scheler'in diğer önemli yapıtları arasında;

- Kant'ın biçimsel ahlak felsefesini eleştirdiği (Etikte Biçimcilik ve Maddi Değer Etiği, 1921),

- Marxçı yaklaşıma eleştirel bir gözle yaklaşan ve bir bilgi toplumbilimi denemesi olan Die

- Wirreuıfornıen und die Gerellrcbaft (Bilgi Biçimleri ve Toplum,1926) ile

- Felsefi insanbilim üzerine görüşlerini serimlediği Die Stellrmg der Menrcheu im Kormos (İnsanın Kozmostaki Yeri, 1928) sayılabilir.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Thales (Tales)
Sokrates öncesi dönemde yaşamış olan Yunanlı bir filozoftur. Eski Yunan'ın Yedi Bilgelerinin ilkidir. Birçok kişi tarafından felsefe ve bilimin kurucusu olarak düşünülür. Elimize ulaşmış hiçbir metni yoktur. Yaşadığı döneme ait kaynaklarda da adına rastlanamaz ancak hakkındaki bilgiler Herodot ve Diogenes Laertios gibi antik yazarlardan edinilir. Bertrand Russell'e göre Felsefe Thales'le başlamıştır.

Hayatı

Antik çağ tarihçisi Apollodoros'a göre Thales, M.Ö.624 ve M.Ö.546 arasında yaşamıştır. Diogenes Laertios'a göre, 58.Olimpiyat'ta 78 de ölmüş ve Sosicrates'e göre 90 yaşındayken ölmüştür. Bilimin doğduğu düşünülen Miletos'ta doğmuştur. Ancak yinede Herodot,Samos'lu Duris,Demokritos ve diğerleri ailesinin Fenikeli olduğunu iddia etmişlerdir. Thales'in başka bir vatandaşlığa geçtiği veya daha sonra yurttaş olduğu düşünülür. Diogenes Laertios ve diğerleri ise Thales'in Miletos'lu soylu bir aile olan Yunanistan'ın Thebai kentinden Agenor ve Kadmos'un ailesinden, Examyas ve Cleobulina'nın oğlu olduğunu düşünmüşlerdir.

Herodot'a göre, Thales M.Ö.585,28 Mayıs'ta gerçekleştiği kabul edilen güneş tutulmasını, önceden hesaplayıp haber vererek yenilikçi bir rol üstlenmiştir. Gündönümünde ve Ekinoksta diye eserler yazdığını söyleyenler olsa da,kimileri onun hiç yazılı eser bırakmadığını düşünürler. Diogenes Laertios; Pherekydes ve Solon'un dışında Thales'e de mektuplar yazar.

Politika ve Doğa Felsefesine İlgili

Bir hikayeye göre Thales havayı ve hasatı tahmin ederek Miletos'taki bütün zeytin basmaklarını satın alıp,iyi bir ürün elde ederek zengin olur.(Aynı hikayenin bir başka versiyonun da Miletoslulara, basmakları satın almasındaki amacının zengin olmak değil; zekasını her alanda kullanabileceğini göstermektir.)

Birçok anektod, Thales'in yalnız bir düşünür olmadığını; politika ile de ilgilendiğini belirtmiştir. Politika konusunda eşsiz bir yol gösterici olsa da politikadan uzak kalmayı yeğlemiştir. Herodot’a göre Thales’in politik hayatı, Ege bölgesindeki İonyalıların bir federasyon içinde birleşmelerini savunması ve Anatolia'yı Perslere karşı savunmasıyla başlamıştır. İonyalıların bir çok kentini egemenliği altına almış olan Kral Kroisos, güçlenmeye başlayınca Lidyalılar ve Medes arasındaki savaşın altıncı yılında Thales'in önceden tahmin ettiği güneş tutulması olunca savaş sona erer. Thales bu olayın ardından doğayı incelemeye başlamış, ve doğa felsefesiyle ilgilenen ilk İonya okulunu kurmuştur. Doğa üzerine ilk Thales konuşmuştur ve ileride özellikle kendisinden sonraki düşünürler için çok büyük bir önem taşıyacaktır.

Özellikle Eski Hellen filozofları dünyanın temel maddesinin ne olduğu sorunuyla uğraşmışlardır. Thales ilk olarak, pratik yararlar için değil de sadece doğru uğruna sorularla boğuşmuştur.

Din ve Adalet Hakkındaki Görüşleri

Thales’in, din üzerine olan düşüncelerini yine Diogenes Laertios aktarmıştır. Thales öncelikle başlangıcı ve sonu olmayan bir Tanrı kavramından söz etmiştir. Ona göre Tanrı, iyi ve adildir (dikaios) dolayısı ile insanların da öyle olmasını istiyor.

Thales demokratik bir görüşe sahip değildi. Miletoslu Tiran Thrasybulus’un döneminde Solon’a ,onun tiranlığı hoş bulmadığını düşünerek, bir mektubunda onunla başka bir yerde yaşamayı önerir. Thales’in adalet üzerindeki düşüncesi hukukun hem bilimsel hem de ruhsal yanını kapsar. Öğüt niteliğindeki yurttaşlar arası hukuksal düşünceleri şunlardır;

- Çocuklarınızdan, sizin kendi ana babanıza gösterdiğiniz kadar sevgi bekleyin.
- Acınmaktan çok, gıpta edilin.
- Güvendiğiniz kişilerin sizi etkilemesine engel olun.(Kefaletin yoldaşı felaket.)
- Zengin olun,ama başarı için. Kötü bir şekilde zengin olmayın.
- Başkalarını suçladığınız şeyleri kendiniz yapmayın.
- Tembellik hoşa gitmez. Zengin de olsanız tembellik etmeyin.
- Herkese güvenmeyin.
- Ölçülü olun.
- Kendinize hakim olmamanız zarardır.
- Eğitim eksikliğine katlanmak zordur.

Thales’e göre, bir adam düşmanlarının kötü bir durumda olduğunu biliyor ise güçlüklere daha kolay katlanabilir. Erkeklerin kadınlardan daha iyi olduğunu; Yunanlıların da Barbarlardan daha iyi olduğunu düşünür. Thales’e göre mutlu bir insan, bedensel olarak sağlıklı,becerikli ve doğayı öğrenebilen kişidir.

Teorileri

Thales’den, önce Yunanlılar doğayı ve dünyanın temel maddesini; mitoloji, Tanrı'lar ve kahramanlarla açıklıyorlardı. Yeryüzündeki doğa olayları, (depremler,rüzgar,,vb.) tanrılarla bağdaştırılıyordu. Thales hem suyu ana madde olarak düşünmesi hem de doğayı olguları birleştirerek açıklamaya çalışması bakımından önemli olmuştur.Doğa olayların nedenlerini insan biçimli Tanrılardan çok doğanın içinde aramıştır. Mitolojik açıklamalar ile ussal açıklamalar arasında bir köprü kurmuştur. Thales'den sonra öğrencileri Anaksimandros ve Anaksimenes de aynı çizgide ilerlemiştir.

Tanrısal Güç

Her şeyin Tanrı'larla (daimonlarla) dolu olduğuna inanmıştır. Ona göre dünyada Tanrısal olmayan hiç bir şey yoktur. Tanrısal gücü, mıknatıs taşındaki çekme kuvveti gibi bir hayat gücü (ruh) olarak yorumlamıştır. (Kimileri ruhun ölümsüz olduğunu söyleyen ilk kişinin o olduğunu düşünürler.)

Su, Maddenin İlk Öğresidir

Thales maddenin ilk öğesi (arkhe) olarak suyu ileri sürmüştür. İlk öğe olduğundan dolayı toprağın suyun üzerinde bulunduğunu ve dünyanın su tarafından taşındığını söylemiştir. (Dünya bir gemi gibi hareket ediyormuş ve suyun hareketliliği nedeniyle sallandığı zaman insanlar deprem oluyor sanıyormuş.) Aynı zamanda Thales her şeyin temelinin meydana geldiği şey olduğunu düşünmüştür.(Thales'e göre madde ile güç doğal bir bütündü ve henüz birbirinden ayrılmamışlardı ve temel maddede tanrısal yaratma gücü bulunuyordu.)

Astronomi

Herodotos'a ve Eudemos'a göre (28 mayıs 585'te gerçekleştiği kabul edilen) Güneş tutulmasını önceden hesaplayıp haber vermiştir. Astronomi ile uğraşan ve gün dönümlerini önceden hesaplayan biri olarak ilk astronom olmuştur. Ayın son gününe 30.gün adını o vermiştir. Yılın içindeki mevsimleri de o bulmuş, bir yılı 365 güne bölmüştür. Gölgemizin bizimle aynı uzunlukta olduğu zamanı gözleyerek, piramitleri gölgelerine bakarak ölçmüştür. Aynı zamanda Nil nehrinin yükselmesinin rüzgara bağlı olduğunu bulmuştur.(Etesios rüzgarları nehrin tersine eserek onun denize dökülmesini engelliyorlarmış ve sular da taşıyormuş.)

Matematik ve Geometri

Matematik alanında çığırlar açmış birisidir. Eski Yunan bilginlerinden Kallimakhos'un aktardığı bir düşünceye göre denizcilere kuzey takım yıldızlarından Büyükayı yerine Küçükayı'ya bakarak yön bulmalarını öğütlemiştir. Aynı zamanda Mısırlılardan geometriyi öğrenip Yunanlılara tanıtmıştır. Bulduğu bazı geometri teoremleri şunlardır:

- Çap çemberi iki eşit parçaya böler.
- Bir ikizkenar üçgenin taban açıları birbirine eşittir.
- İki doğrunun kesişme noktasındaki ters açılar birbirine eşittir.
- Köşesi çember üzerinde olan ve çapı gören açı,dik açıdır.
- Tabanı ve buna komşu iki açısı verilen üçgen çizilebilir.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Theopheras
(M.Ö. 372 - 287)

Yunan filozofu. Lesbos adasında Eresos'da doğan Theophrastos, Aristoteles'in en ünlü öğrencisi ve gezimci (peripatetik) okula bağlı bir filozofdu. Atina'da önce Platon'un daha sonra Aristoteles'in yanında öğrenim gördü. Aristoteles M.Ö. 323'de Khalkis'e gitmek zorunda kalınca onun kurduğu Lykeion'un başına geçti. Otuz beş yıllık yönetimi sırasında okulda iki binden fazla öğrenci yetişti.

Theophrastos, metafizik, fizik, fizyoloji, zooloji, botanik, etik, siyaset ve kültür tarihi konularında Aristoteles'in görüşlerini tümüyle benimseyen birkaç gezimci filozoftan biriydi. Genel olarak bu konular arasında sistematik birliği sağlamaya ve Aristotelesçiliği Platoncu aşkın öğelerinden arındırmaya çalıştı.

Günümüze ulaşmış en önemli yapıtları olan Peri Phyton Historia (Bitkilerin Tarihi Üzerine) dokuz, Peri Phyton Aition da (Bitkilerin Nedenleri Üzerine) altı kitaptan oluşur. Önemli yapıtlarından Kharakteres Ethikoi (Halkların Karakterleri) Aristoteles'in etik ve retorik amaçlı çalışmalarına dayanan 30 karakter betimlemesinden oluşur.

Eski Yunan felsefesi konusunda önemli bir kaynak olan Physikon Doksai (Fizikçilerin Kanunları) adlı yapıtıysa 1789'da Herman Diels tarafından Doksographoi Hellenikon (Yunanlıların Kanıları) adıyla yeniden derlenmiştir. Theophrastos Stoacı filozofların saldırıları yüzünden ünlenen etik konusundaki öğretilerinde Aristoteles'in görüşlerinden yola çıkarak erdemlerle erdemsizlikleri birlikte ele aldı ve dışsal iyiliklerin de bir ölçüde önemli olduğunu belirtti. Stoacılar ise bunların insan yaşamı açısından lüksten öteye geçemediğini savunuyordu.

 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Tertullian
(Tahminen 155 - 220)

Hıristiyan kilisesi, Gnosis'in tam karşıtı olarak, dogmayı her zaman bilgiden üstün saymıştır. Ancak bu konuda da kilise çerçevesinde çeşitli eğilimler; felsefeye dost olan, felsefeye düşman olan akımlar vardır. Felsefeye karşı olumlu bir tutum alanlara düşman olanlardan birisi de Tertullian'dır.

Ona göre dogmaları, içeriği ne olursa olsun, yalnızca "iman" ile benimsemek gerektir. Biz dogmayı yorumlamak, ona göre bir anlam vermek hakkına sahip değiliz. O kadar ki Tertullian daha da ileri giderek, dogmanın akıla tümüyle "aykırı" olabileceğini de savunur.

Söz gelişi Hıristiyanlıktaki Allah'ın insan biçimine girdiği ve bir insan olarak acı çektiği dogması, akla tümüyle aykırı olan bir düşünce, bir paradokstur. Buna rağmen dogmalara inanmak gerekir, çünkü dogmalar aklı alçak gönüllü olmaya zorlar. Böylece Tertullian, dogmaların felsefî yorumunu tümüyle reddeder.

Ona göre dinî inanç ile felsefî bilgi birbirinin karşıtıdır. "İmkânsız olduğu için inanıyorum", yani inandığım şeye, akıla karşı olduğu için inanırım sözü, doğrudan doğruya Tertullian tarafından söylenmemişse bile, onun anlayışını çok güzel açıklar. Ancak tüm bu anlayışlar Tertullian'ın, aynı zamanda, Antik felsefenin de etkisi altında kalmasına engel değildir. Nitekim Tertullian'ın Stoa'nın etkisiyle yazılmış olan ruh ile ilgili bir kitabı vardır. Tertullian, imanı bilgiden "üstün" tutan bir düşünce akımına önderlik etmiştir.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Thrasyllos
Miladın I. yılında yetişmiş olan Eflatunculardandır. Mısır'daki Myndes kasabasında doğmuştur. Matematik ve astrolojiyi felsefeye karıştırmış ve gelecek hakkında bilgi edinmek isteyen İmparator Tiberius, onun kahinliğinden yararlanmıştır. Thrasyllos, bu imparator üzerindeki nufuzunu, onu daima iyiliğe yöneltmekte kullandı; fakat bu nüfuz uzun süre sürmemiş ve kendisi imparator tarafından idam ettirilmiştir.

Thrasyllos, Plotinos'un pek saygı gösterdiği bir çok eserler yazmışsa da, bunlar kaybolmuştur. Ondan kalan tek şey, Eflatun'un diyaloğlarını üçlüklü bölümlere ayırarak sınıflamış olmasıdır. Diogéne Laérce, Demokrit'ten söz ederken, Thrasyllos'un şu sözlerini nakleder: "Eğer Anterastlar, Eflatun'un olduğu doğru ise, demokrit kendisini tanıtmadan gelip, filozof atlete benzer, iddiasında olan Sokrat'la felsefeye dair tartışmalara girişen Opid ve Anaxagor'un öğrencisidir" ve Demokrit'in Fisagorculara da öğrencilik yapmış olduğunu, bu filozofa dair diğer bilgileri "Demokrit'in Kitaplarını Okumaya Giriş" adlı eserinden aldığını kaydeder.

Diogéne Laérce, Eflatun'un diyaloglarırı hakkında yazdıklarını da Thrasyllos'tan nakleder. Vorlander de, bu filozof hakkında, Eflatun'dan söz ederken, "İmparator Tiberius'ün döneminde yaşamış olan Yeni Fisagorcu Thrasyllos tarafından dörder eseri kapsayan dokuz dergi halinde düzenlenmiştir" der. Thrasyllos Eflatun ve Demokrit hakkında esaslı bilgiler veren eski bir felsefe tarihçisidir.

 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Friedrich Engels
Friedrich Engels (o. Fredrih Engels d. 28 Kasım 1820, Wuppertal - ö. 5 Ağustos 1895, Londra), 19. yüzyıl Alman politik filozof. Birlikte çalıştığı Karl Marx'la beraber, Komünist Manifesto'yu (1848) yazarak komünist kuramı geliştirdi. Marx'ın ölümünün ardından Kapital'in son iki cildini, Marx'ın yazılarını düzenleyerek tamamladı.

Hayatı

Engels, (şimdiki Wuppertal) doğdu. Bir Alman tekstilcinin en büyük oğluydu. Genç bir adamken, babası onu Manchester'daki pamuk fabrikasının yönetimine yardımcı olması için İngiltere'ye gönderdi. Tanık olduğu yaygın yoksullukla sarsıldı, 1845 yılında yayımlanan bir yazı kaleme aldı: 1844 Yılında İşçi Sınıfının Koşulları.

Aynı yıl, editörlüğünü Paris'teki Karl Marx'ın yaptığı Franco-German Annals adlı dergiye yardım etmeye başladı. Marx'la kişisel olarak tanışmalarının ardından ikisi de kapitalizm üzerine aynı bakış açısına sahip olduklarını fark ettiler ve birlikte çalışmaya karar verdiler. Marx'ın 1845 Ocağında Fransa'dan sürülmesinden sonra, diğer Avrupa ülkelerine nazaran daha fazla ifade özgürlüğü vaad eden Belçika'ya gitmeye karar verdiler.

1845 Temmuzunda Engels, Marx'ı İngiltere'ye götürdü. Burada Engels, İrlandalı emekçi bir kadın olan Mary Burns'le tanıştı ve Burns ölünceye dek onunla birlikte yaşadı. Daha sonra kız kardeşi Lizzie'yle yaşamaya devam etti. Bu kadınlar onu, içlerinde George Harney'in de olduğu Çartist hareketin liderleriyle tanıştırdılar. 1846 Ocağında Engels ve Marx Brüksel'e döndüler. Burada Komünist Yazışma Komitesi'ni kurdular. Tasarıları Avrupa'nın çeşitli bölgelerindeki sosyalist liderleri birleştirmekti. Marx'ın fikirlerinden etkilenerek, İngiltere'deki sosyalistler Londra'da bir toplantı düzenlediler ve Komünist Birlik adı verilen yeni bir organizasyon oluşturdular. Engels buraya bir delege olarak katıldı ve eylem stratejisinin geliştirilmesinde büyük etkisi oldu.

1847 yılında Engels ve Marx birlikte bir broşür yazmaya başladılar. Temelini Engels'in Komünizmin İlkeleri adlı kitabının oluşturduğu bu 12.000 kelimelik broşür altı haftada bitirildi; amacı komünizmi kitleler için anlaşılabilir kılmaktı. Komünist Manifesto adı verilen bu broşür 1848 Şubatında yayımlandı. Martta Engels ve Marx Belçika'dan kovuldular. Köln'e taşındılar ve radikal bir gazete olan Yeni Ren Gazetesini çıkarmaya başladılar.

Engels, 1848 devriminin aktif bir katılımcısıydı. Elberfeld'deki ayaklanmada aktif olarak bulundu, Prusyalılara karşı düzenlenen Baden Seferi'nde Baden-Palatinate ayaklanmasındaki serbest güçlerin komutanı olan August Willich'in yaveri olarak savaştı.

1849 yılında Engels ve Marx ülkeyi terk etmeye zorlandılar ve Londra'ya gittiler. Prusyalı otoriteler İngiliz hükümetine bu iki adamı sürgün etmesi için baskı yaptıysa da Başbakan Lord John Russell bunu reddetti. Ancak yalnızca Engels tarafından kendilerine sağlanan parayla Marx ailesi büyük bir yoksulluk içinde yaşadı.

1870'te Londra'ya taşınmadan evvel, Engel Marx'a yeterli geliri sağlayabilmek için babasının Manchester'daki fabrikasında çalışmaya gitti. Marx'ın 1883'teki ölümünün ardından, Engels yaşamını Marx'ın yazılarını çevirmeye ve düzenlemeye adadı. Bununla birlikte, tek eşli evliliğin erkeklerin kadınlar üzerinde baskı kurmak için ortaya attığı tek taraflı bir yalan olduğunu söyleyerek feminist kurama önemli katkılarda bulundu. Bu bağlamda komünist kuramı aileyle ilişkilendirerek, erkeklerin kadınlar üzerindeki hakimiyetinin tıpkı kapitalist toplumlarda burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki hakimiyetine benzediğini iddia etti. Engels, 1895 yılında Londra'da öldü. Hiç çocuğu yoktu.

Yapıtları

- Anti-Dühring
- Doğanın Diyalektiği
- Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu
- Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni
- Almanya'da Devrim ve Karşı Devrim
- Alman İdeolojisi (Marx'la Birlikte)
- Kutsal Aile (Marx'la Birlikte)
- Köylüler Savaşı

 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Thukydides
(M.Ö. 460 - 400)

Heredot'tan sonra Yunanlıların ikinci büyük tarihçisi Thukydides'tir. O, Atina ile Isparta arasındaki 30 yıl süren ve M.Ö. 404 yılında sona eren ünlü Pelopponnes savaşları sırasında yaşamış ve bu savaşları tasvir etmiştir. Thukydides, tarihi her şeyden önce, siyasî açıdan inceler ve tarih ile bunun için ilgilenir. "Pelopponnes Savaşlarının Tarihi" adlı yapıtında, özellikle bu savaşların nedenlerini ve sonuçlarını ele alır.

O bu yapıtını, vatandaşlarına siyasî bir eğitim kazandırmak, onları siyasî açıdan bilgilendirmek için yazmıştır. Görüleceği gibi Thukydides, Heredot'a göre, çok farklı bir tarihçidir. Heredot yalnızca bir öykücüdür, oysa Thukydides tarihi, siyasî açıdan ele alan bir tarihçidir. Aralarındaki farklılığa rağmen, her ikisi de tarihçidir ancak tarih filozofu değildir. Bir başka deyişle, her ikisi de tarihi olaylarla ilgilenmişler, tarihin anlamı ve amacını, insanın tarih içindeki rolünü dikkate almamışlardır.

Oysa Demokrit tam bir tarih filozofudur. Onu öncelikle, insanı tarih çerçevesinin bütünü içine yerleştirmek konusu ilgilendirir. Demokrit'in bilmek istediği: İnsanlık nasıl bir başlangıçtan bugünkü duruma gelmiştir, yani insanlık tarihinin evrimi nasıl oluşmuştur?

Doğa filozofları, doğa olaylarının başlangıcını, doğanın özünü, doğanın yapısını öğrenmek istemişlerdi. Demokrit ise, tarih filozofu olarak, ayrıca insanlık tarihinin başlangıcını ve bu tarihe temel olan gerçekleri de bilmek istemiştir.

Demokrit'in bu konuyu gözlem ve deneylere dayanarak cevaplandırması, kabul edilemez. O, insan toplumunun ilk durumuyla ilgili olarak, yalnızca bir tasavvur öne sürer: İnsan, tarihin başlangıcında hayvanlara benzer bir yasam sürmüştür. Doğanın sunduğu meyveleri toplayarak beslenmiş, mağara ya da ağaç kovuklarında barınmıştır.

Özetle: Başlangıçta insanların bir kültürü yoktu. Kültür, yani insanların aletler yapması ancak sonraki bir gelişimin ürünüdür. Hastalık ve ölüm konusunda da insanlar bu ilk dönemde aynı hayvanlara benzer bir yaşam sürmüştür. Hastalıklar karşısında çaresizdiler.

Toplumun bu ilk ve ilkel şeklini yaşayan insan çaresizlikler, korkular içindeydi. Çaresizlikler içinde yaşamak, insana bu çaresizliği çözmeye, bunun için bir şeyler bulmaya yöneltti. Başka bir deyişle çaresizlikler insanı buluşlar yapmaya zorladı. Söz gelişi insan topladığı meyveleri, bu meyvelerin bulunmadığı zamana kadar koruyup, saklamak zorunda kaldı. Soğuktan ve sıcaktan korunmak için evler yapıldı.

Demokrit'e göre bu buluşlar yapılırken, hayvanların yaşamlarından çok fazla şeyler öğrenilmiştir. Söz gelişi kuşlar da yuva yaparlar. Hayvanlara korunmaları için doğanın verdiği silahlar, insanda korunmak için silah yapma düşüncesini doğurmuştur.

Bu türden çaresizlikler ve sıkıntıların neden olduğu buluşlar yardımıyla insan, hayvan yaşamını andıran ilkellikten kendini kurtarmış, kültür yaşamına geçmiştir. Bu gelişmede insanın en büyük başarısı sayılması gereken buluş kuşkusuz "dil" olmuştur. Dil aracılığı ile insan öteki insanlarla anlaşabilme olanağına kavuşmuştur.

Demokrit'e göre tarih, insan kültürünün, insan buluşlarının tarihinden ibarettir. İcatlar tarihi sürekli olarak artan bir gelişmeyi belgeler. Demokrit, gelişmeyi, tarihin odak noktası yapan düşünürdür. O, tutumuyla, kendisine kadar olan Yunan düşüncesine ters düşmüştür. Pek çok ulusun efsanelerinde, tarihin başlangıcında bir mutlu dönem yaşandığı, toplumun bir cennet yaşamı sürdüğü görüşü yaygındır. Eski Yunanistan'da bu görüşü ilk kez Hesiod belirlemiştir.



 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Hesiod
(M. Ö. VIII. yüzyıl)

Hesiod'a göre insanlar altın döneminde basit ve tekdüze bir yaşam sürdüler, fakat buna rağmen çok mutluydular. Bu mutluluk döneminde henüz çelişme ve savaş yoktu. İnsanların başkalarına baskısı da söz konusu değildi. Bu dönem, insanlar arasında tam bir sessizliğin hüküm sürdüğü, doğa nimetlerinden rahatlıkla yararlanıldığı altın bir dönemdir. Hesiod'a göre, bu başlangıç dönemi, tam anlamıyla bir barış ve huzur dönemidir.

Demokrit ise bu ilk dönemin bir sıkıntı ve çaresizlik dönemi olduğuna inanır. Hesiod'a göre, insanın en tehlikeli buluşu ve icadı olan para, yani servetin ortaya çıkması, insanların güçlü-güçsüz diye iki sınıfa ayrılmasına neden olmuştur. Altın dönem sona ermiş, demir dönemi yani çekişme ve kavga dönemi başlamıştır.

Bundan sonra insanlar arasında para, servet, güç uğruna bir çekişme başlamıştır. Böylece adaletin bulunmadığı, bir baskı, bir zorlama dönemi yaşanır oldu. Fakat zamanla insanda ilk duruma geri dönme, o mutlu dönemi yeniden yaşama isteği doğdu. İnsanlık, şimdi yaşadığı kötü koşullardan kurtularak ilk mutlu döneme dönebilme tutkusunu sürekli içinde taşıdı.

Hesiod'un bu görüşü, Demokrit'in gelişme görüşü ile çatışır. Demokrit'e göre insanlık tarihi, sürekli bir gelişimdir. İnsan, tarihinin akışı içinde, başlangıçtaki hayvan yaşamından sürekli uzaklaşarak daha iyi bir yaşama kavuşmuştur.

Hesiod'a göre ise bu tarih, sürekli bir dönüşün hareketidir. Yani tarih, altın dönemden başlayarak demir döneminden geçtikten sonra yeniden altın dönemine dönen bir yol izler. Empedokles bu altın dönemi pek parlak, pek hayalci bir biçimde canlandırır: Bu dönemde insanlarla hayvanlar arasında bile düşmanlık yoktu, doğa canlılara nimetlerini bol bol sunuyordu.

Tarihin akışıyla ilgili birbiriyle çatışan bu iki görüşe, felsefe tarihinin akışı içinde sık sık rastlayacağız.

 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Thomas More
Thomas More, (7 Şubat 1478 - 6 Temmuz 1535) İngiliz yazar, devlet adamı ve hukukçu. Yaşamında önde gelen bir hümanist bilgin ünvanına kavuşup bir çok kamu görevi üstlendi. Eseri Ütopya ile edebiyatta yeni bir nesil yarattı. 1516’da yazdığı Ütopya’da ideal hayali bir ada ülkenin siyasi sistemini tarif ediyordu. More’un Kral Henry VIII’in İngiliz kilisesinin başına geçme niyetine ilke olarak karşı çıkması, kendi siyasi kariyerinin sonunu hazırlayıp hain olarak idam edilmesine sebep oldu. Ölümünden 400 yıl sonra, 1935’de Papa Pius XI tarafından aziz ilan edildi. .

7 Şubat 1478'de, Londra'da doğmuştur. Babası dönemin önemli bir yargıcı olan Sir John More'dur. Eğitim için Oxford Üniversitesi'ne girdi. Oxford'da geçirdiği 2 yılda yazmaya başladı. Antik Yunan ve Latin edebiyatına ilgisi de bu dönemde oldu. Daha sonra Londra'ya geri döndü ve 1496 yılında hukuk öğrenimi görmeye başladı. 1501 yılında avukat oldu. Hukuk öğrenimi gördüğü yıllarda manastır yaşamı yaşamakta ve bir rahip olmak isteğiyle yanıp tutuşmaktaydı. Yine de zamanla bu duygusu söndü ve ruhu ülkesine hizmet etmek isteğiyle doldu. Bunun üzerine 1504 yılında parlementoya girdi. Bu sıralarda ünlü Hollandalı yazar Erasmus ile olan arkadaşlığı iyice gelişti ve Erasmus 1509'da basılan ünlü eseri Encomium Moriae`yi (Deliliğe Övgü) Thomas More'a adadı. 1517'de Kral'ın hizmetine girdi. Giriştiği başarılı bir diplomatik görev ardından şövalye unvanı verildi ve yardımcı veznedar ilan edildi. Kralın kişisel danışmanı olarak kariyeri parlamaya devam etti. 1525'de Lancaster Düklüğü'nün bakanı oldu. Kral Henry VIII'in evlilikleriyle ilgili konularda ona yeterince yardım edemeyen Lordlar Kamarası başkanı Kardinal Wolsey'i istifaya zorladıktan sonra yerine Thomas More'u Lordlar Kamarası başkanı ilan etti. Başlarda Kralın düşüncelerini paylaşan More, zamanla Kralın protestanlığa olan artan ilgisi ve kiliseye olan negatif düşüncelerinden rahatsız oldu. Kişisel olarak protestanlığı sevmiyor ve doğru bulmuyor, dönemin katolik kilisesini benimsiyor ve önemsiyordu. Protestanlığı eleştiren kitaplarıyla Kral ile olan ilişkisini gerdikten sonra 1531'de Krala bağlılık yemini etmeyi reddetti. Daha sonra hastalığı bahane ederek 1532'de görevlerinden ayrıldı. 1533'de Anne Boleyn'in İngiltere Kraliçesi olarak ilan edildiği taç giydirme törenine katılmayı reddedince şimşekleri üzerine çekti. Yalan davalar ve dedikodular başladı. Parlementonun Anne Boleyn'i İngiltere'nin kraliçesi olarak ilan edebileceğini kabul etmesine rağmen, bağlılık yemini etmeyi reddetti zira bu Papa'ya karşı bir davranış olurdu. Bu yüzden tutuklandı. Daha sonraları Kralı kilisenin başkanı olarak görmediği yönünde bir yalan da önüne işlemiş olduğu bir suç olarak getirildi. Ölüm cezasına çarptırıldı. 6 Temmuz 1535'de idam edildi.

Başlıca Eserleri

- Kral III Richard'ın Tarihi (1513-1518)
- Ütopya (1516)
- Tyndals'ın Yanıtlarına Tekzip (1532)
- Savunma (1533)
- Fatih (1533)

 

diShy

~ یơυℓℓεss ..
Onursal Üye
  • Üyelik Tarihi
    27 Kas 2009
  • Mesajlar
    24,120
  • MFC Puanı
    79
Alexander von Humbolt
Friedrich Wilhelm Heinrich Alexander Freiherr von Humboldt, (14 Eylül 1769, Berlin – 6 Mayıs 1859, Berlin), Prusyalı doğabilimci ve kâşif. Prusyalı bakan, filozof ve dilbilimci Wilhelm von Humboldt'un küçük kardeşi. Humboldt'un botanik coğrafya üzerine yaptığı çalışmalar biyocoğrafya dalının temelini oluşturmuştur.

1799 ile 1804 yılları arasında Güney ve Orta Amerika'ya giden von Humboldt, keşif gezileri sonucunda kıtayı bilimsel açıdan betimleyen ilk bilimadamı olmuştur. 21 yıl boyunca yaptığı gezilerde karşılaştıklarını devasa bir eserde toplamıştır. Atlantik Okyanusu'nun iki kıyısında yer alan kara parçalarının (özellikle Güney Amerika ve Afrika'nın) bir zamanlar birleşik olduğunu ilk öne süren Humboldt olmuştur. Hayatının son dönemlerinde yazdığı Kosmos adlı eserinde dünya üzerine bilgi toplayan çeşitli bilim dallarını birleştirmeye çalışmıştır. Humboldt aralarında Joseph-Louis Gay-Lussac, Justus von Liebig, Louis Agassiz ve Matthew Fontaine Maury'nin bulunduğu birçok bilimadamıyla çalışmış ve çalışmaları desteklemiştir.

Gençliği ve Eğitimi

Von Humboldt'un Prusya ordusunda binbaşı olan babası Pomeranya'nın önde gelen ailelerinden birine mensuptu ve Yedi Yıl Savaşları'ndaki hizmetleri karşılığında kraliyet nazırlığı göreviyle ödüllendirilmişti. Baron von Hollwede'nin dul eşi Maria Elizabeth von Colomb ile 1766 yılında evlendikten sonra iki oğlu olmuştu. Bunlardan küçük olanı Alexander'dır.

Alexander von Humboldt'un çocukluğu ne sağlık ne de zekâ açısından pek ümit verici geçmemiştir. Yine de kısa sürede kendine özgü özellikleri ortaya çıkmıştır. Bitkileri, kabuklu hayvanların kabuklarını ve böcekleri toplayıp etiketlendirdiği için "küçük eczacı" diye adlandırılmıştır. 1779 yılında babasının beklenmeyen ölümü sonrasında annesinin verdiği yerinde kararlarla eğitimini sürdürmüştür. Politik kariyer için altı ay Frankfurt Üniversitesi'nde finans okudu ve bir yıl sonra 25 Nisan 1789'da Christian Gottlob Heine ve Johann Friedrich Blumenbach'ın verdiği derslerle ünlenen Göttingen Üniversitesi'ne kaydoldu. Çeşitli alanlara duyduğu ilgi ve yeteneği öylesine gelişmişti ki, 1789 yılında bir tatil esnasında Ren Nehri'ne yaptığı bir geziden sonra "Mineralogische Beobachtungen über einige Basalte ** Rhein" (Ren Nehri'ndeki bazı Bazalt kayalar üzerine mineralojik gözlemler) (Brunswick, 1790) adlı eseri yazdı.

Yolculuklara olan tutkusu, Kaptan James Cook’un ikinci yolculuğunda yanında bulunan, Heyne’in damadı Georg Foster ile Göttingen’de kurduğu arkadaşlıkla iyice pekişti. Artık çalışmaları ve nadir olarak birarada görülen kişisel yetenekleri olağanüstü bir anlayış ile kendisini bilimsel kâşif olarak hazırlama amacına yönelmişti. Bu düşünceyle Hamburg’ta ticaret ve yabancı diller, Freiberg’te Abraham Gottlob Werner ile coğrafya, Jena’da Justus Christian Loder ile anatomi, Franz Xaver von Zach ve Johann Gottfried Koehler ile astronomi ve bilimsel aletlerin kullanımı konularında eğitimini sürdürdü. Freiberg madenlerindeki bitki örtüsü üzerine yaptığı çalışmalar sonucunda 1793 yılında "Florae Fribergensis Specimen" (Fribergen Florasından Örnekler) adlı eserini yayımladı. Luigi Galvani tarafından yeni keşfedilmiş olan kasların tepkiselliği fenomeni üzerine yaptığı uzun süreli deneyler sonucunda 1797 yılında Berlin’de "Versuche über die gereizte Muskel- und Nervenfaser" (Kas ve sinir lifleri tepkiselliği üzerine çalışmalar) adlı çalışmasını yayımladı.

Avrupa'daki Yolculukları ve Çalışmaları

1794 yılında ünlü Weimar arkadaş grubuna katıldı ve Haziran 1795’te Friedrich Schiller’in Die Horen isimli yeni dergisine Die Lebenskraft, oder der rhodische Genius adlı felsefi bir alegori yazdı. 1790 yazında Georg Foster ile birlikte kısa süreliğine İngiltere’ye gitti. 1792 ve 1797 yıllarında Viyana’da bulundu. 1795'te İsviçre ve İtalya’da jeoloji ve botanik ile ilgilendiği bir gezi yaptı. Bu sıralarda, 29 Şubat 1792’de Berlin’de maden vergi tayin memuru olarak resmî bir göreve atandı. Devlet için çalıştığı bu görevi yalnızca bilime hizmet etmek için bir çıraklık dönemi gibi görmüş olsa da, sorumluluklarını öyle çarpıcı bir yetenekle yerine getirdi ki kısa sürede bölümünün başına geçmekle kalmayıp önemli diplomatik görevler de üstlendi. 19 Kasım 1796’da annesinin ölümü dehasının peşinden gidebilmesinin önünü açtı. Resmî görevlerinden uzaklaşarak, çok uzun zamandır içinde olan uzak diyarlara gitme hülyasını gerçekleştirmek için bir fırsat çıkmasını beklemeye başladı.

Güney Afrika Seferi

Katılması için resmî olarak davet edildiği Nicolas Baudin’in dünya yolculuğunun ertelenmesi üzerine, Mısır’da bulunan Napolyon Bonapart’a katılmak için, ertelenen seferin botanikçisi Aimé Bonpland ile birlikte Paris'ten ayrılıp Marsilya’ya gider. Mısır’a ulaşmak için çabalarken yolları Madrid’e düşer ve beklenmedik bir şekilde, bakan Don Mariano Luis de Urquijo’nun himayesiyle keşif için İspanyol Amerika’sına gitmeye karar verirler.

Önemli tavsiye mektuplarıyla birlikte 5 Haziran 1799’da A Coruña’dan Pizarro gemisiyle denize açılırlar. Teide’ye tırmanmak için altı gün boyunca Tenerif’te durakladıktan sonra 16 Temmuz’da Venezuela’da Cumaná’da Güney Amerika’ya ayak basarlar. Caripe’deki misyoner merkezini ziyaret eden Humboldt burada bulduğu guácharo kuşunu steatornis caripensis adıyla bilim dünyasına tanıtacaktır. Cumaná’dan dönen Humboldt 11 Kasım’ı 12 Kasım’a bağlayan gece dikkat çekici bir meteor yağmuru gözlemler. Bu, günümüzde Leonidler diye bildiğimiz meteor yağmurudur. Bonpland ile birlikte Karakas’a giden Humboldt, 1800 yılının Şubat ayında Orinoco Nehri’nin izlediği yolu keşfetmek için kıyıdan uzaklaşır. Dört ay süren ve 2.775 km. boyunca vahşi ve ıssız arazide geçen bu yolculuk sonucunda Orinoco ile Amazon nehirleri arasında bağlantı sağlayan Casiquiare Kanalı’nın varlığı kanıtlanmış ve bağlantının tam yerinin saptanması da sağlanmıştır. 19 Mart 1800 tarihinde Humboldt ve Bonpland yakaladıkları elektrikli yılan balıkları nedeniyle bolca elektrik şokuna maruz kaldılar.

24 Kasım’da Küba’ya geçen iki arkadaş birkaç ay burada kaldıktan sonra Kolombiya’daki Cartagena’ya çıkarak anakaraya geri dönerler. Suları kabarmış olan Magdalena Nehri boyunca ilerleyip, Cordillera Real Dağları’nın donmuş sırtlarından geçen zorlu bir yolculuktan sonra 6 Ocak 1802’de Quito’ya varırlar. Burada kaldıkları sürede hem Pichincha Dağı’na hem de Chimborazo Dağı’na tırmanırlar. Bu tırmanışla Humboldt ve ekibi zamanın dünya rekoru sayılabilecek olan 5.878 m.lik yüksekliğe ulaşmıştır. Yol üzerinde Amazon’un kaynaklarını araştırdıktan sonra Peru’da Lima’ya ulaşınca sefer sona erer. Humboldt, Callao’da 9 Kasım’da Merkür’ün Güneş önünden geçişini gözlemler. Aynı zamanda guano’nun gübre özelliklerini inceler. Guano’nun Avrupa’ya girişi Humboldt’un yazıları neticesinde olmuştur. Fırtınalı bir deniz yolculuğundan sonra Meksika’ya gelirler. Burada yaklaşık bir yıl kaldıktan sonra kısa süreliğine Amerika Birleşik Devletleri’ne uğrar ve Delaware Nehri’nin ağzından Avrupa’ya yelken açarlar. Bu yolculuğun sonunda 3 Ağustos 1804 günü Fransa’nın Bordeaux şehrine çıkarak Avrupa’ya geri dönerler.

Güney Afrika Seferinde Başardıkları

Bu unutulmaz sefer sonucunda Humboldt fiziki coğrafya ile meteorolojinin temelini ana hatlarıyla kurmuştur. 1817 yılında çizdiği eşsıcaklık eğrileri ile değişik ülkelerin iklimsel koşullarını kıyaslamayı önerdi ve yöntemlerini ortaya koydu. İlk olarak deniz yüzeyinden yükseldikçe ortalama sıcaklıkların düşüş hızını inceleyerek tropik fırtınaların kaynağını açıkladı. Bu çalışmalar, yüksek enlemlerde karşılaşılan atmosferik karışıklıkları açıklayan karmaşık yasaların bulunmasına ilişkin ilk ipuçlarını oluşturmuştur. Bitkilerin coğrafyası üzerine olan denemesi ise organik yaşamın dağılımını, değişen fiziki koşullardan etkilenmesine bağlamak gibi yeni bir düşünce üzerine oturtulmuştu. Kutuplardan ekvatora doğru gittikçe Dünya’nın manyetik alan yoğunluğunun azaldığını bulan Humboldt, bu buluşunu 7 Aralık 1804'te Paris Enstitüsü’nde kendi okuduğu bir bildiriyle sunar. Başkaları tarafından da yapıldığına dair iddiaların hızla ortaya çıkması bu buluşun önemini ortaya koymaktadır. Jeolojiye olan katkıları, Yeni Dünya’nın volkanları üzerine yaptığı dikkatli çalışmalardan oluşmaktadır. Bu volkanların doğal olarak bir hat boyunca oluştuğunu ve büyük olasılıkla da geniş yeraltı çatlaklarının üzerinde yer aldıklarını gösterdi. Daha önceden tortul olduğu düşünülen kayaçların magmatik olduğunu göstererek hatalı görüşlerin ortaya çıkartılmasına büyük katkılarda bulundu.

Avrupa’dan uzak kaldığı süre boyunca topladığı, ansiklopedik ölçüdeki bilimsel, politik ve arkeolojik bilgi bütününün uygun şekle sokularak yayımlanması artık Humboldt’un en büyük isteği hâline gelmişti. Manyetik sapma yasasını incelemek amacıyla Joseph Louis Gay-Lussac ile İtalya’ya yaptığı kısa gezinin ardından doğduğu şehirde iki buçuk yıl kalan Humboldt 1808 ilkbaharında büyük eserini basabilmek için gerekli olan bilimsel işbirliğini sağlayabilmek üzere Paris’e yerleşti. Başlangıçta yalnızca iki yıl süreceğini umduğu bu devasa iş Humboldt’un yirmi bir yılını aldı ve yine de tamamlanamadı. Paris’te bulunduğu ilk yıllarda önceleri rakibi ama artık arkadaşı olan Joseph-Louis Gay-Lussac ile hem kaldığı hem de çalıştığı yeri paylaştı, gaz analizleri ve atmosferin yapısı üzerine onunla birlikte çalıştı.

Humboldt Dikkate Alınıyor

Humboldt artık, Napolyon Bonapart'tan sonra Avrupa'daki en ünlü kişiydi. Her yerde alkışlarla karşılanıyordu. Hem yerli hem de yabancı akademiler, Humboldt'u üyeleri arasına katabilmek için yarışıyordu. Prusya Kralı III. Friedrich Wilhelm, Humboldt'u saray nazırı ilan etmiş, herhangi bir görev beklemeden daha sonra ikiye katlanacak olan 2.500 talerlik bir maaş bağlamıştı. Humboldt, 1810 yılında Prusya eğitim bakanlığı görevini reddetti. 1814 yılında müttefik hükümdarlara Londra'da eşlik etti. 1818 yılında Prusya Kralı'nın emriyle Aachen Kongresi'ne katıldı. 1822 sonbaharında yine aynı kralla birlikte Verona Kongresi'ne katıldı, buradan kraliyet maiyetinde önce Roma'ya sonra Napoli'ye geçti ve 1823 sonbaharında Paris'e döndü.


Uzun süredir Fransa başkentine gerçek evi gözü ile bakıyordu. Orada yalnızca bilimsel sempati ile karşılaşmamış, güçlü ve dinamik zekâsının aradığı sosyal uyaranları da bulmuştu. Gerek balo salonlarının aslanı, gerekse enstitü ve gözlemevinin bilgini olarak kendini doğal ortamında hissediyordu. Kendi hükümdarı Berlin'de saraya davet ettiğinde bu çağrıya derin bir hüsran duyarak karşılık verdi. Doğduğu şehrin taşralılığı tiksindirici geliyordu. Her zaman, Spree Nehrinin kıyılarında karşılaştığı dinden uzak bağnazlığa, kültürden yoksun estetiğe ve anlayıştan uzak felsefeye karşı durdu. İki iyi niyetli prensin samimi bağlılığı ve aralıksız yardımları minnettar kalmasını sağladıysa da hoşnutsuzluğunu dindirmeye yetmedi. Önceleri yeni ikâmetinin “belirsizlikle dolu atmosfer”inden kurtulmak için sık sık Paris’e yolculuk yaptıysa da yıllar geçtikçe bu gezintiler Potsdam ile Berlin arasında saray maiyetinin tekdüze “salınımları”na eşlik etmeye dönüştü. 12 Mayıs 1827’de kalıcı olarak Prusya başkentine yerleşti ve çalışmalarını Dünya’nın manyetizması üzerinde yoğunlaştırdı. Uzun yıllar boyunca, uzak noktalarda aynı anda yapılacak gözlemlerle Dünya’nın manyetik alanında karşılaşılan ve "manyetik fırtına" adını verdiği karışıklıkların doğasını ortaya çıkarıp bunları yöneten yasaları bulmak için çabaladı. 18 Eylül 1828’de Berlin’de yapılan bir toplantı sonrasında yeni kurulan bilimsel bir derneğin başkanlığına seçilmesi, dikkatli kişisel gözlemleri ile birleşecek yoğun bir araştırma sistemi kurmasına olanak sağladı. 1829 yılında Rusya hükümetinden istediği yardım sonucunda kuzey Asya boyunca manyetik ve meteorolojik araştırma istasyonları hattı kuruldu. "Royal Society"nin başkanı olan Sussex Dükü’ne Nisan 1836'da yazdığı mektupla, Britanya İmparatorluğu’nun topraklarında aynı işin yapılmasını sağladı. Dolayısıyla modern uygarlığın en onurlu eserlerinden biri olan uluslararası bilimsel işbirliği ilk olarak Humboldt sayesinde başarıyla organize edildi.

Rusya'da Keşifler

1811’de Rus hükümeti ve 1818’de Prusya hükümeti tarafından Humboldt’a Asya’da keşif gezisi projeleri önerildiyse de her seferinde istenmeyen koşulların ortaya çıkması nedeniyle sonuçlanmadı. Humboldt ancak altmış yaşına bastıktan sonra, gençliğinde olduğu gibi bilim adına yeniden yolculuğa çıkabilecekti. 1829 yılının Mayıs ile Kasım ayları arasında asistanları Gustav Rose ve C. G. Ehrenberg ile Rusya İmparatorluğu’nu Neva’dan Yenisey’e kadar baştan başa geçerek yirmi beş hafta içinde 15.472 km katetti. Yolculuk Rus hükümetinin doğrudan himayesi altında olmanın verdiği avantajlara sahip olsa da faydalı olabilmek için yeterince yavaş değildi. Bu yolculuğun en önemli başarıları, Orta Asya platosunun yüksekliği hakkında o güne kadarki abartılı tahminleri düzeltmek ve Ural’ların altın tortuları ile kaplı arazilerinde elmas madenleri bulmak olmuştur.

Diplomat Olarak Humboldt

1830 ile 1848 yılları arasında von Humboldt, çok samimi olduğu Louis Philippe’in nezdinde sıklıkla diplomatik görevlerde bulundu. Kardeşi Wilhelm von Humboldt 8 Nisan 1836’da Alexander'ın kollarında öldü. Alexander, yaşamının geri kalanını üzüntüye boğan bu ölümle "diğer yarısını" kaybettiğini söylemiştir.

IV. Friedrich Wilhelm’in Haziran 1840’ta tahta çıkmasıyla Humboldt’un saray nezdindeki desteği arttı. Ancak, yeni kralın von Humboldt ile birlikte olmaktan duyduğu mutluluk nedeniyle, uyku dışında yazılarına ayırmak için yalnızca birkaç saati kalıyordu.

Kosmos

Hayatının projesini yetmiş altıncı yaşına kadar erteleyip sonra da başarıyla gerçekleştirmek pek sık rastlanan bir durum değildir. Humboldt’un şaheseri sayılabilecek olan Kosmos ‘un ilk iki cildi 1845 - 1847 yılları arasında yazıldı ve yayımlandı. Genelleştirmeyi detaylarla destekleyen ve detayları genelleştirmeyle değerlendiren, grafiksel tanımlamanın ötesinde fiziksel dünyayı yaratıcı bir kavram olarak iletebilecek bir çalışmanın fikri yarım yüzyıldan uzun süredir zihnini rahatsız ediyordu. Bu fikir ilk olarak 1827 – 1828 kışında Berlin Üniversitesi’nde verdiği bir dizi konferansta şekillenmişti. Daha sonraları biyografisini yazan yazarın ifade ettiği gibi bu konferanslar “"muhteşem Kosmos freskosunun karikatürü"” idi. Bu dikkat çekici çalışma için kısaca doğanın karmaşıklığı içinde ortaya çıkan birliğin betimlenmesi denebilir. Bu çalışmada 18. yüzyılın geniş ve belirsiz idealleri 19. yüzyılın kesin bilimsel gereklilikleriyle birleştirilmeye uğraşılmıştır. Kaçınılmaz eksikliklerine rağmen bu girişim büyük oranda başarılı olmuştur.

Anlatım tarzının kendine özgü ağırlığı ve zahmetli pitoresk söylem, genel okuyucuya çekici gelmekten çok görkemli gelmektedir. Ancak bu yapıtın asıl üstünlüğü ve ebedi değeri, büyük bir adamın zihninin sadık bir yansıması olmasındadır. Evrenin portresini çizmeye kalkışan Alexander von Humboldt için, çok yönlü zekâsını gösterecek bundan daha iyi bir methiye yazılamazdı.

Hayatının son on yılını eserini tamamlamaya ayırdı ve üçüncü ile dördüncü ciltler 1850 ve 1858’de yayımlandı. Beşinci cildin bir bölümü ölümünden sonra 1862’de yayımlandı. Bu ciltlerde, ilk ciltte yaptığı geniş incelemenin içerdiği bilim dalları üzerine detayları tamamlamaya çalıştı. Çabalarının çoğu, başkaları ile birlikte çalışmaktan kendine yarar sağlayabilmesi ve farklı düşünceleri bir potada eritebilmesi sayesinde başarılı oldu.

Hastalığı ve Ölümü

24 Şubat 1857’de Humboldt görülen semptomları olmayan ikinci derece bir apoplektik felç geçirdi. 1858-1859 kışına doğru kuvvetten düşen Humboldt ilkbaharda 6 Mayıs’ta seksen dokuz yaşında sessizce öldü. Hayatı boyunca gördüğü itibarı öldükten sonra da görmeye devam etti. Naaşı Tegel’de aile mezarlığına gömülmeden önce devlet töreniyle Berlin sokaklarından geçirildi ve katedral girişinde naip prens tarafından karşılandı. Doğumunun yüzüncü yılı hem Eski hem de Yeni Dünya’da 14 Eylül 1869’da büyük ilgiyle kutlandı. Adına sayısız anıt dikildi, ününe ve tanınmışlığına tanıklık edecek şekilde yeni keşfedilen bölgelere adı verildi.

 
Üst Alt