Keban Barajı Kurtarma Kazıları 1968 yılında başlayana kadar Doğu Anadolu arkeolojik açıdan hemen hemen hiç araştırılmamıştı. Kebanı takip eden Karakaya, Atatürk, Birecik ve Karkamış barajları Fırat Nehrini ortadan kaldırdı. Ancak bu barajlar, Türkiyede Neolitik Çağdan Ortaçağa kadar tüm süreci kesintisiz ortaya koyan kazıların da yapılmasını sağladı.
Yazı: Mehmet Özdoğan
Mezopotamya uygarlıkları iki büyük nehrin, Fırat ve Diclenin ürünü olarak görülür. Gerek coğrafi, gerekse kültürel tanımı ile Mezopotamya, bu iki nehrin birbirine yaklaşarak kaynaştığı Kuzey Iraktan başlayarak Basra Körfezine kadar uzanan bölgedir. Bir anlamda bu ikiz su yolu, taşıdığı dolguları yayarak oluşturduğu alüvyonlu düzlüklerle birbirine karışmakta ve bunun da ötesinde, kültürel gelişmenin tetikleyicisi olan sulu tarıma elverişli ortamı yaratmaktadır. Ancak daha kuzeye doğru, Türkiye sınırlarına yaklaşıldığında, bu iki nehrin, ikiz yapısı ortadan kalkar. Her ne kadar Fırat da Dicle de Doğu Anadolunun dağlık bölgelerinden çıkmaktaysalar da ülkemiz sınırlarında geçtiği yol boyu topografyasıyla, fiziki ve kültürel ortamıyla birbirinden tümüyle farklıdır. Bu nedenle belki de Mezopotamya tanımını, ülkemiz sınırlarının güneyinde, iki nehrin birbiriyle kaynaştığı notadan itibaren kullanmak daha doğrudur. Fırat ve ana kolu Murat Suyu, Doğu Anadolunun kuzey kesimlerinden çıktıktan ve Anadolunun tektonik yapısının çizgilerini izleyerek birbirinden dar boğazlarla ayrılan çok sayıdaki dağ arası ovadan geçtikten sonra, Güneydoğu Toros Dağlarını Kömürhanda başlayan uzun ve çok derin bir boğazla aşar.
Güneye, Suriye düzlüklerine doğru önce eşik bölgesini, ardından Suriyenin yarı kurak çöl ortamının içinden geçip doğuya kıvrılarak Kuzey Iraka ulaşır. Buna karşılık Diclenin tek bir kaynağı yoktur; Güneydoğu Toros Dağlarının çeşitli yerlerinden çıkan farklı kollar, Diyarbakır civarında, dağ eşiği bölgesinde birleşerek Dicleyi oluşturur ve güneye kıvrılıp Fırata koşut olarak Basra Körfezine doğru uzanır.
Fırat ve Diclenin Anadolu içinde geçtiği yollar, coğrafi özellikleri kadar kültür coğrafyası açısından da birbirinden tümüyle farklıdır. Fırat ve ana kolu Murat Suyu ilk olarak Doğu Anadolunun yüksek platosu ile Güneydoğu Toros Dağlarının kuzeyi boyunca uzanan tektonik kökenli Palu, Altınova, Malatya Ovası gibi ovalar ve bunları birbirinden ayıran Keban gibi dar boğazlardan geçer. Daha sonra Malatyanın doğusunda, Kömürhanda Torosları geçen derin ve Malatya Ovasından Kahtaya kadar uzanan bir boğazı aştıktan sonra Kahta, Samsat ve Bozova düzlüklerini geçip, Birecik civarında daha küçük bir boğazı aşarak Karkamışta Suriyeye ulaşır. Uzunluğu bin kilometreyi aşan Fırat Vadisi, görkemi ve özellikle Kömürhan Boğazındaki coşkunluğuyla her zaman gezginleri, coğrafyacı ve kültür tarihçilerini etkilemiştir. Ancak artık Fırat yoktur; Paludan itibaren Irak sınırına kadar Fıratın yerinde büyük göller dizisi vardır.
1960lı yıllardan itibaren önce Keban, ardından Karakaya, Atatürk, Birecik ve Karkamış barajları ile Suriyede başta Tabqa olmak üzere büyük barajlar inşa edildi. Bu barajlar Fıratın doğal çevre ortamı ve kültür varlıkları ile birlikte ortadan kalkmasına neden oldu. Ancak barajların yapımı Fırat boyunda, başta arkeoloji ve doğal çevre olmak üzere farklı uzmanlık alanlarının öncelikli belgeleme çalışmaları yapmasını da sağladı ve bu barajlar yapılıncaya kadar hemen hemen hiç araştırılmamış olarak kalan bu bölgede yüzlerce arkeolojik kazı yapılabildi. Başka bir deyişle bugün Türkiyede eski taş devrinden Ortaçağa kadar olan kültürel süreci kesintisiz olarak izleyebileceğimiz tek yer eski Fırat boyudur. Bu nedenle barajlar yok ederken kültür tarihini öğrenmemiz için de vesile oldu. Bu durum sadece Türkiye için geçerli değildir. Suriyede de baraj alanlarında yüzü aşkın kurtarma kazısı yapılmış ve daha önce varlığı bilinmeyen çok sayıda kültür, bu kazılar sayesinde ortaya çıkmıştır.
Türkiye için, Kemal Kurdaş ve Halet Çambelin başını çektiği, ODTÜnün yönlendirici şemsiyesi altındaki ünlü Keban Projesi öncü oldu. Keban Barajının etkilediği bölgenin o yıllara kadar kültür tarihi açısından hiçbir önemli kalıntıyı barındırmadığı öngörülmekteydi. 1967 yılında proje kapsamında yapılan ilk yüzey taraması beklenmedik bir şekilde Keban Baraj Gölü Alanı içerisinde 56 önemli arkeolojik merkezin bulunduğunu gösterince, ivedi olarak uluslararası bir çağrı yapıldı ve 1968 yılından, baraj gölünün dolduğu 1976 yılına kadar bu merkezlerden 19unda arkeolojik çalışma gerçekleştirildi. Ayrıca Ortaçağa ait iki cami ve bir Roma köprüsü taşındı. Keban Projesi kurtarma kazılarıyla ortaya çıkan bilimsel sonuçların getirdiği heyecan, 1977 yılında Malatya Ovasını su altında bırakacak Karakaya ile Kahta ve Bozova düzlüklerini kaplayacak olan Atatürk Baraj Havzasına taşındı. 1977 yılında yapılan yüzey araştırmaları, bu iki baraj bölgesinde 600e yakın merkezin bulunduğunu göstermişti. Ancak özellikle Atatürk Baraj Gölü Alanı içinde kalan yerlerin büyük boyutlu olması, kurtarma kazılarının baraj gövde inşaatlarından sonra başlaması gibi nedenler, arkeolojik merkezlerin çoğunda belgeleme yapılmasını engelledi. Çalışma başlatılan 38 merkezin de ancak çok küçük bir kısmı kazılarak kurtarılabildi.
Keban ve Karakaya baraj gölü alanlarında yapılan çalışmalar, kültür tarihi açısından devrim niteliğinde önemli sonuçlar getirmiştir. O yıllara kadar uygarlığın kökeninin, yukarıda tanımladığımız coğrafi sınırları ile Mezopotamya olduğu ve bu bölgede geliştiği kabul edilmekteydi. Güneydoğu Toros Dağlarının Mezopotamya uygarlıklarının etki alanını sınırladığı; bunun kuzeyinde kalan Doğu Anadolu Bölgesinin Demir Çağına kadar uygarlık tarihi açısından hiçbir öneminin olmadığı düşünülmekteydi. İlk şaşırtıcı sonuç, Keban yüzey araştırmasında saptanan Boytepe yerleşmesi oldu. Boytepe o döneme kadar varlığı Bereketli Hilal olarak tanımlanan Güneydoğu Toros Dağları yayının güneyindeki alanlarla sınırlı olduğu sanılan ilk çiftçi toplulukların, dağın kuzeyinde de var olduğunu gösterdi. Maalesef Boytepede kazı yapılamamış, buradaki kültür sadece yüzeyden toplanan buluntular ile tanımlanabilmişti. Benzer bir sonuç, Malatya Ovasında Karakaya Baraj Gölü Alanındaki Cafer Höyükten geldi. Fransız meslektaşlarımızın Cafer Höyükte yaptığı kazılarda, İÖ 9. binyıldan 7. binyılın ortalarına kadar olan süreci yansıtan ve ünlü Çayönü ile tam olarak benzerlik gösteren bir yerleşim ortaya çıkarıldı. Bu iki yerleşim, Boytepe ve Cafer Höyük, çiftçiliğe dayalı ilk yerleşik yaşamın Bereketli Hilal ile sınırlı olduğu savını tümüyle çürüttü ve ilk kez Anadolu platosunun da uygarlık tarihi açısından devrim sayılan Neolitik yaşam biçiminin ortaya çıkış ve gelişiminde en az Suriye, Filistin düzlükleri kadar önem taşıdığını ortaya koydu. Keban Baraj Gölü Alanında yapılan Tülintepe ile Tepecik, Norşuntepe ve Korucutepe höyüklerinin en eski yerleşim katları bölgede Çanak Çömleksiz Neolitik Dönemde başlayan kültürün kesintisiz olarak sürdüğünü ve önceleri yalnızca Kuzey Irak ve Kuzey Suriyeye özgü olduğu düşünülen Halaf kültürünün tüm görkemi ile Toros yayının kuzeyinde de var olduğunu gösterdi.
Bu kısa tanıtım yazısı içinde, Fırat boyunda yapılan yüzün üzerindeki kazının sonuçlarını özetlemek bile olası değildir. Ancak genel olarak Toros yayının kuzeyindeki Elazığ, Malatya ovalarının Kalkolitik ve Tunç Çağı kültürlerinin gelişimi açısından ne denli kritik bir yere sahip olduğu açık olarak görülür. Bölge bir yanda güneyde gelişen Ubeyd, Uruk gibi kentleşme sürecinin bir parçası olmuş, öte yanda Mezopotamya kültürleri ile Kafkas ve Orta Anadolu kültür coğrafyaları arasındaki iletişim, bilgi ve mal aktarımını da sağlamıştı. Genelde Doğu Anadolunun başta maden olmak üzere her türlü doğal kaynak açısından güneydeki düzlüklere göre çok zengin olanaklara sahip olduğu göz ardı ediliyordu. Oysa tarihöncesi kültürler için stratejik bir öneme sahip olan bakır, gümüş gibi madenler, her türlü kayaç ve bunun da ötesinde bitki ve hayvan çeşitliliği bu bölgede güneyden farklı sosyoekonomik modellerin gelişmesine yol açmıştı. Bunun ilk verileri Keban kurtarma kazılarında, Tepecik, Norşuntepe, Korucutepe, Aşvan ve Pulur gibi höyüklerde ortaya çıkarıldı. Tepecikte mimari açıdan Güney Mezopotamyanın Uruk kültürü ile benzeşen ve aynı zamanda çok sayıda Uruk buluntusu ile karşılaşılan yerleşim katında, Orta Anadoludan tanıdığımız çanak çömleklere de rastlanması; Korucutepede Anadolunun bilinen en eski gümüş takısının bulunması; Tülintepede Güney Mezopotamyanın Ubeyd kültürü ile yakın ilişkisi olduğu anlaşılan büyük bir yerleşimin olması; Norşuntepenin bu dönemle çağdaş tabakasındaki duvar resimleri ile bezeli yapının varlığı, Doğu Anadolu dağlık bölgesinin çok geniş bir coğrafi alanla canlı bir iletişim içinde olduğunu ortaya koyuyordu. Son yıllarda Malatya Arslantepe kazıları, Anadoluya özgü bir kent devleti oluşum sürecini daha iyi anlamamızı sağlamış ve özellikle bu oluşum içerisinde Anadolunun maden zenginliğinin ne kadar büyük bir önem taşıdığını açık olarak göstermiştir. Tunç çağlarına geldiğimizde Malatya, Elazığ bölgesinin zaman zaman Mezopotamya kültür bölgesinden koparak Doğu Anadolunun Karaz kültür bölgesi ile bütünleştiği ve özellikle İlk Tunç Çağı sonunda Norşuntepede ortaya çıkan görkemli bir saray ile bir kent devleti oluşumu geliştirdiği görülür. Korucutepe, Hitit tarihi coğrafyasının anlaşılmasına çok önemli bir katkıda bulunur ve yeri çok tartışmalı olan Isuwa Krallığının Elazığ Altınova yöresinde olduğunu açık bir şekilde ortaya koyar.
Toros yayının güneyinde, Atatürk ve ardından Birecik ile Karkamış Baraj göl alanlarında yapılan çalışmalar, kültürel bütünlüğü, Anadolunun kültürel zenginliğini ve çeşitliliğini çok açık bir biçimde ortaya koyar. Bu bağlamda özellikle Adıyaman Şehramuz kazıları 100 bin yıl öncesine ait, Aşöl kültürünün en çarpıcı örneklerini verdi. Şanlıurfa Bozova sınırları içindeki Nevali Çori ise son yıllarda tüm bilim dünyasını heyecanlandıran Göbekli Tepe kültürünün ilk habercisi oldu. Nevali Çori, Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ yerleşimlerinde, plastik sanatların, görkemli anıtsal yapıların, kabartma ve heykellerin olduğunu gösteren ilk yerleşim yeri oldu. Akarçay Tepe, Mezraa Teleilat, Gritille gibi kazılar Neolitik Çağın çeşitli aşamalarını, Cavi Tarlası ise Halaf kültürünün en zengin örneklerini verdi. Hilvan bölgesindeki Hasek Höyük, Uruk kültürünün kuzeye doğru yayılımının kanıtlarını; Lidar, Samsat ve Zeytinli Bahçe gibi kazı yerleri ise Kalkolitik ve Tunç Çağı kültürlerinin en görkemli anıtlarını; Gre Vrike, Birecik Mezarlığı, ölü gömme âdetlerindeki çeşitliliği görmemizi sağladı. Tarihöncesi kültürler açısından genel olarak bakıldığında, daha önce de değindiğimiz gibi Fırat Havzası, Karkamıştan Elazığa kadar bölgenin her kültürel dönem için önem taşıdığını, Mezopotamya kültürleri ile canlı bir iletişim içerisinde olduğunu, önceden düşünüldüğü gibi Mezopotamya kültür bölgesinin taşrası olmadığını gösterdi. Farklı coğrafyası, zengin doğal kaynakları ile tarihöncesi çağlar için Fırat, kendine özgü, dinamik bir kültür bölgesi olarak tanımlanabilir. Bir yanda farklı coğrafyalar ile her zaman ilişki içerisinde olmuş, doğal zenginliğiyle etkin bir ticaret ağını kurabilmiş ve önceden sanıldığı gibi sadece hammadde ihraç eden bir bölge olmayıp bunları işleyen teknolojileri de geliştirdiği anlaşılmıştır. Bu, yalnızca maden için değil, Tunç çağlarından itibaren, o dönemin endüstriyel ürünleri olarak tanımlanan üzüm ve şarap için de geçerlidir. Titriş Höyük kazıları, bağcılığa elverişli bir alanda, Tunç Çağında çok büyük bir yerleşimin hızla geliştiğini göstermiştir.
Kuşkusuz Fırat Havzasının önemi tarihöncesi dönemlerle sınırlı değildir. Tarih çağları boyunca da Fırat önemini sürdürür; zamam zaman büyük imparatorlukların arasındaki sınır çizgisini oluşturmuş; zaman zaman da ticaret yolları üzerindeki konumu ile zenginleşen bir bölge durumuna gelmiştir. Mezraa Teleilat kazılarında ortaya çıkan Yeni Babil Dönemi sarayı Samsat Höyük ile Lidar buluntuları, bunun en açık örnekleri arasındadır. Romanın doğu sınırı boyunca Limes olarak tanımlanan savunma sisteminin ve Roma garnizonlarının konuşlandığı yerler Samsat, Tille ve Elazığdaki Haraba kazıları ile ortaya çıkmış; yakın zamanda heyecan uyandıran Zeugma da bu zenginliğin en iyi göstergelerinden bir olmuştur.
Fıratın İkizi Dicle
Buraya kadar Fırat boyundaki kurtarma kazılarıyla ortaya çıkarılan kültürel süreklilik ve zenginliği tanımlamaya çalıştık. Benzer bir anlatımı Fıratın Suriye sınırları içindeki kısmı için de söylemek mümkündür. Buna karşın Fıratın ikizi olan Dicle Havzasının Türkiye sınırları içinde kalan bölümü, yakın zamana kadar hemen hemen hiç araştırılmamış, bilinmeyen bir yer durumundaydı. Bölgede değil arkeolojik kazı, yüzey araştırması dahi yapılmamıştı. 1964 yılında Halet Çambel ile Robert J. Braidwoodun başlattığı ve Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ buluntuları ile ünlenen Çayönü kazısı, Dicle Havzasındaki tek kazı yeri olarak kalmıştı. Oysa Diclenin yukarı kesimi, dolayısıyla Türkiye sınırları içindeki kalan bölümü, doğal çevre ortamı bakımında Fırattan çok farklı özellikler taşır.
Dicle Nehrinin bütün kolları Doğu Toros yayının güneye bakan yüzünden çıkar ve eşik bölgesini geçtikten sonra, hemen hemen Toros yayına koşut olarak uzanan farklı bir coğrafyadan geçerek Silopiden Türkiyeyi terk eder. Her şeyden önce bu havza, Doğu Anadolu dağlık bölgesi ile gerçek anlamdaki Mezopotamyanın birbirine en yakın olduğu kesimdir. Mezopotamyada bulunmayan her türlü doğal kaynak açısından da son derece zengindir.Diclenin tek bir kaynaktan değil, farklı kollardan oluşan yapısı, bu havzayı birbirinden farklı özellikler taşıyan vadilere, ekolojik nişlere bölerek kendi içinde bir çeşitlilik sağlar. Günümüzde bile Mezopotamyanın gerek duyduğu orman örtüsü, seyrek olmasına rağmen yine bu bölgede görülür. Bütün bu nedenlerle, arkeolojik veriler açısından bilgilerimizin yok denecek kadar az olduğu Dicle Havzasının, Mezopotamya kültürlerinin anlaşılması açısından ayrıcalıklı bir yere sahip olduğu söylenebilir.
Genel olarak baktığımızda Dicle Havzasında yürütülen kazılar, daha önceleri tek bir kültür bölgesi olarak düşündüğümüz Fırat ve Dicle havzalarının Türkiye sınırları içinde kalan kesiminin ne denli farklı özelliklere sahip olduğunu görmemizi sağladı. Tüm bunlar, burada dile getirilmeyen baraj gölü alanları altında kalan binin üzerindeki yerleşim yerinden çok azının sınırlı bir bölümünde gerçekleştirilebilen arkeolojik kazıların yansımasıdır. Kültür tarihini öğrenmenin, zaman sınırlamasıyla kısıtlı olan kurtarma kazılarına bağlı olmaması gerekir. Türkiye topraklarının, uygarlık tarihinin en önemli basamaklarının oluşumu açısında ne kadar kritik bir öneme sahip olduğu, Fırat ve Dicle havzalarında yapılan kazılarla ortaya çıkmıştır. Buralardan elde edilen sonuçlar, yalnızca Türkiyenin kültür tarihi açısından değil, tüm insanlığın günümüz uygarlığının ana çizgileri açısından yadsınmaz bir öneme sahiptir. Bu kadar önemli kültür varlıklarının bulunduğu bir bölgeye sahip olmanın getirdiği vazgeçilmez sorumluluk, arkeolojik merkezlerdeki bilginin ortaya çıkarılması ve bilim dünyasına tanıtılmasıdır. Bu nedenle araştırmaların kurtarma kazılarıyla sınırlı kalmaması ve arkeolojik merkezlerde ölü arşivler halindeki bilginin dünyaya kazandırılması için çalışmaların yapılması bir kez daha önem kazanmaktadır.
Prof. Dr. Mehmet Özdoğan, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Prehistorya Ana Bilim Dalı
Arkeoatlas