Tevazu
İbn Abbas r.a., Hz. Peygamber s.a.v.in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse cennete giremez. (Müslim, İman, 148,149; Ebu Davud, Libas, 26; Tirmizî, Birr, 61)
Ebu Said-i Hudrî r.a. şöyle rivayet etmiştir: Allah Rasulü s.a.v. hayvanının yiyeceğini kendisi verirdi. Bazen evinin temizliğini yapardı. Yırtılan ayakkabısını tamir ederdi. Elbisesini diker ve yamardı. Koyun sağardı. Hizmetçisiyle birlikte yemek yerdi. Bazen hizmetçi yorulduğu zaman onunla birlikte buğday öğütürdü. Çarşıdan aldığı bir şeyi ailesine götürürken bizzat kendisi taşımaktan çekinmezdi. Zengin fakir herkesle el sıkışırdı. İlk önce kendisi selam verirdi. Kuru hurmadan hazırlanmış olsa dahi çağırıldığı hiçbir daveti küçük görmezdi. Geçimi çok kolaydı. Yumuşak huylu idi. Cömert tabiatlıydı. Güzel geçimliydi. Güler yüzlüydü. Sesli olarak gülmeden yüzü tebessüm ederdi. Yüzü asık olmadan hüzünlüydü. Kendisini alçaltmadan tevazu gösterirdi. İsraf etmeden cömertlik yapardı. Kalbi çok yufka idi. Bütün müslümanlara karşı çok merhametliydi. Çok yiyip midesini doldurarak hiç geğirmemiştir. Hiçbir şeye tamahla el uzatmamıştır.
(Hz. Peygamber s.a.v.in tevazu ile ilgili sıfatları için bk. Ahmed, Müsned, 6/49; İbn Sad, Tabakat, 1/91; Tirmizî, Şemâil, 24)
Fudayl b. İyaz k.s.ya tevazunun ne olduğu sorulunca şu cevabı vermiştir: Hakka boyun eğersin, Ona teslim olursun ve doğru kimden gelirse onu kabul edersin. İşte tevazu budur. Cüneyd-i Bağdadî k.s.ya tevazunun ne olduğu sorulunca, Halka karşı alçak gönüllü olmak ve onlara yumuşak davranmaktır. demiştir. Abdullah b. Mübarek rh.a. şöyle demiştir: Zenginlere karşı onurlu davranmak, fakirlere karşı alçak gönüllü olmak tevazudandır.
Bayezid-i Bistamî k.s.ya, İnsan ne zaman mütevazi olur? diye sorduklarında, Kendi nefsi için hiçbir makam ve hal düşünmediğinde ve halkın içinde kendisinden daha kötü bir kimse görmediğinde gerçek bir mütevazi olur. demiştir. Yahya b. Muaz k.s. demiştir ki: Sana malı ile kibirlenen kimseye karşı kibirli (onurlu) davranman bir tevazu şeklidir.
Tevazu, kendisine haset edilmeyen bir nimettir. Kibir ise kendisine acınmayan bir beladır. İzzet ve şeref tevazudadır. Kim onu kibirde ararsa bulamaz.
Süfyan-ı Sevrî k.s. demiştir ki: Halkın en şereflileri şu beş sınıftır: Zühd sahibi (gönlünü dünyadan çekmiş) âlim, sufî fakih, mütevazi zengin, haline şükreden fakir, Sünnete bağlı şerif (Hz. Peygamberin nesli).
Ashaptan Zeyd b. Sabit r.a. bir cenazeden sonra bineğine biniyordu. Abdullah b. Abbas r.a. hemen yanaşarak binmesi için bineğinin üzengisini tuttu. Zeyd r.a., Ey Rasulullahın amcaoğlu, lütfen bırak, böyle yapma! dedi. İbn Abbas r.a., Biz âlimlerimize böyle davranmakla emrolunduk. dedi. Zeyd b. Sabit r.a. da hemen İbn Abbas r.a.ın elinden tutup öptü ve Biz de Rasulullah s.a.v.in Ehl-i Beytine karşı böyle davranmakla emrolunduk. dedi.
Urve b. Zübeyr r.a. anlatıyor: Ömer b. Hattabı omzunda bir su kırbası taşırken gördüm. Kendisine, Ey müminlerin emiri, bu size uygun değil! dedim. Bana, Yanıma dışarıdan elçiler gelip sözlerimizi dinleyip itaat ettiklerini söylediler. O esnada nefsime biraz kendini beğenme ve büyüklenme duygusu geldi, onu bu şekilde kırmak istedim.. dedi ve kırbayı götürüp ensardan ihtiyar bir kadının kabına boşalttı.
Ömer b. Abdülaziz r.a.a, oğlunun bin dirhem (gümüş para) vererek bir kaşlı yüzük satın aldığı haberi geldi. Hemen oğluna bir mektup yazarak şunları söyledi: Duyduğuma göre sen bin dirhem vererek kaşlı bir yüzük almışsın. Bu mektup sana ulaşınca derhal o yüzüğü sat, parasıyla bin aç kimseyi doyur ve kendine iki dirheme bir yüzük al. Onun kaşını da Çin işi demirden yaptır ve üzerine şunu yaz: Nefsinin gerçek kıymetini bilen kimseye Allah rahmet etsin!
Hz. Hasan r.a. yolda bir grup çocuğa rastladı. Çocukların önünde ekmek parçaları vardı. Yemek için hazırlamışlardı. Hz. Hasanı görünce davet ettiler. O da bineğinden inip onlarla birlikte ekmeklerden yedi. Sonra onları evine götürdü, yiyecek ikram etti, elbise giydirdi ve onlara şöyle dedi: Asıl cömertlik ve iyilik sizin yaptığınızdır. Siz elinizde ne varsa bana yedirdiniz, biz ise bu verdiklerimizden daha fazlasına sahibiz.
Sır
Sufîlerin kullandıkları tabirlerden biri de sırdır. Diyebiliriz ki sır da ruhlar gibi, insan bedenine konulmuş bir latifedir. Sufîlerin temel usul ve anlayışlarına göre sır, müşahede mahallidir. Nitekim ruhlar ilahî muhabbet mahalli, kalpler de marifet ve irfan mahallidir.
Sufîler demişlerdir ki: Sır, senin vakıf olduğun (bildiğin) şeydir. Sırrın sırrı ise, ne olduğunu ancak yüce Allahın bildiği şeydir. Sufîlerin usul ve ifadelerinden anlaşıldığına göre sır, ruhtan daha latif (sırlı ve gizli) bir cevherdir. Ruh da kalpten daha şereflidir.
Sufîler derler ki: Sırlar, ağyarın (Hakkın dışındaki şeylerin) etki ve tesir bağından kurtulmuştur. Kul ile Hak Tealâ arasında gizli ve saklı kalan hallere de sır denir. Birinin şu sözü bu manadadır: Sırlarımız özel perde içinde korunmaktadır. O perdeyi hiç kimsenin hayali açıp da içinde ne olduğunu öğrenemez. Yine sufîler, Hürlerin (varlık bağından kurtulmuş ariflerin) göğüsleri, sırların saklandığı kabirlerdir derler. Bazıları da, Eğer sırrımı yakamdaki düğmem bilse, onu koparır atarım! demiştir.
Nasrâbâdî
İlk dönemin zahid sufîlerinden biri de Ebul-Kasım İbrahim Muhammed Nasrâbâdî rh.a.tir. Yaşadığı asırda Horasanın şeyhi idi. Şiblî, Ebu Ali Rûzbârî ve Mürtaiş ile sohbette bulunup kendilerinden feyiz almıştır. 366 (976) senesinde Mekkeye göç ederek orada yaşamış ve 369 (980) senesinde orada vefat etmiştir. Nasrâbâdî, hadis ilminde âlim ve pek çok rivayeti olan bir zattı.
Nasrâbâdî rh.a. demiştir ki: Sana Hakkın tecellilerinden bir tecelli gözüktüğü zaman, sakın onunla birlikte dikkatini cennete ve cehenneme yöneltme. Bu halden çıktığın zaman da, Allahın yücelttiği şeyleri yücelt ve onlara hürmet et.
Nasrâbâdîye, Bazı insanlar yabancı kadınlarla oturuyor ve Biz onları görmede günah işlemekten masumuz diyorlar, siz bunlara ne dersiniz? diye sorulunca, hazret şöyle demiştir: Ruh bedende durduğu sürece onda Allahın emirleri ve yasakları geçerli olmaya devam eder. O kimse helal ve haramlarla muhataptır. Şüpheli şeylere ancak haramlara rahatça girenlerden başkası cesaret edemez.
Nasrâbâdî rh.a. demiştir ki: Tasavvufun temelini şunlar oluşturur: Kuran ve Sünnete yapışmak. Kötü arzuları ve bidat türü işleri terk etmek. Şeyhlere hürmet göstermeyi önemsemek. Halkın özürlerini kabul edip kendilerine müsamahalı davranmak. Virdlere devam etmek. Ruhsatları ve (açık hükümlerin dışındaki) yorumları terk etmek.
İbn Abbas r.a., Hz. Peygamber s.a.v.in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse cennete giremez. (Müslim, İman, 148,149; Ebu Davud, Libas, 26; Tirmizî, Birr, 61)
Ebu Said-i Hudrî r.a. şöyle rivayet etmiştir: Allah Rasulü s.a.v. hayvanının yiyeceğini kendisi verirdi. Bazen evinin temizliğini yapardı. Yırtılan ayakkabısını tamir ederdi. Elbisesini diker ve yamardı. Koyun sağardı. Hizmetçisiyle birlikte yemek yerdi. Bazen hizmetçi yorulduğu zaman onunla birlikte buğday öğütürdü. Çarşıdan aldığı bir şeyi ailesine götürürken bizzat kendisi taşımaktan çekinmezdi. Zengin fakir herkesle el sıkışırdı. İlk önce kendisi selam verirdi. Kuru hurmadan hazırlanmış olsa dahi çağırıldığı hiçbir daveti küçük görmezdi. Geçimi çok kolaydı. Yumuşak huylu idi. Cömert tabiatlıydı. Güzel geçimliydi. Güler yüzlüydü. Sesli olarak gülmeden yüzü tebessüm ederdi. Yüzü asık olmadan hüzünlüydü. Kendisini alçaltmadan tevazu gösterirdi. İsraf etmeden cömertlik yapardı. Kalbi çok yufka idi. Bütün müslümanlara karşı çok merhametliydi. Çok yiyip midesini doldurarak hiç geğirmemiştir. Hiçbir şeye tamahla el uzatmamıştır.
(Hz. Peygamber s.a.v.in tevazu ile ilgili sıfatları için bk. Ahmed, Müsned, 6/49; İbn Sad, Tabakat, 1/91; Tirmizî, Şemâil, 24)
Fudayl b. İyaz k.s.ya tevazunun ne olduğu sorulunca şu cevabı vermiştir: Hakka boyun eğersin, Ona teslim olursun ve doğru kimden gelirse onu kabul edersin. İşte tevazu budur. Cüneyd-i Bağdadî k.s.ya tevazunun ne olduğu sorulunca, Halka karşı alçak gönüllü olmak ve onlara yumuşak davranmaktır. demiştir. Abdullah b. Mübarek rh.a. şöyle demiştir: Zenginlere karşı onurlu davranmak, fakirlere karşı alçak gönüllü olmak tevazudandır.
Bayezid-i Bistamî k.s.ya, İnsan ne zaman mütevazi olur? diye sorduklarında, Kendi nefsi için hiçbir makam ve hal düşünmediğinde ve halkın içinde kendisinden daha kötü bir kimse görmediğinde gerçek bir mütevazi olur. demiştir. Yahya b. Muaz k.s. demiştir ki: Sana malı ile kibirlenen kimseye karşı kibirli (onurlu) davranman bir tevazu şeklidir.
Tevazu, kendisine haset edilmeyen bir nimettir. Kibir ise kendisine acınmayan bir beladır. İzzet ve şeref tevazudadır. Kim onu kibirde ararsa bulamaz.
Süfyan-ı Sevrî k.s. demiştir ki: Halkın en şereflileri şu beş sınıftır: Zühd sahibi (gönlünü dünyadan çekmiş) âlim, sufî fakih, mütevazi zengin, haline şükreden fakir, Sünnete bağlı şerif (Hz. Peygamberin nesli).
Ashaptan Zeyd b. Sabit r.a. bir cenazeden sonra bineğine biniyordu. Abdullah b. Abbas r.a. hemen yanaşarak binmesi için bineğinin üzengisini tuttu. Zeyd r.a., Ey Rasulullahın amcaoğlu, lütfen bırak, böyle yapma! dedi. İbn Abbas r.a., Biz âlimlerimize böyle davranmakla emrolunduk. dedi. Zeyd b. Sabit r.a. da hemen İbn Abbas r.a.ın elinden tutup öptü ve Biz de Rasulullah s.a.v.in Ehl-i Beytine karşı böyle davranmakla emrolunduk. dedi.
Urve b. Zübeyr r.a. anlatıyor: Ömer b. Hattabı omzunda bir su kırbası taşırken gördüm. Kendisine, Ey müminlerin emiri, bu size uygun değil! dedim. Bana, Yanıma dışarıdan elçiler gelip sözlerimizi dinleyip itaat ettiklerini söylediler. O esnada nefsime biraz kendini beğenme ve büyüklenme duygusu geldi, onu bu şekilde kırmak istedim.. dedi ve kırbayı götürüp ensardan ihtiyar bir kadının kabına boşalttı.
Ömer b. Abdülaziz r.a.a, oğlunun bin dirhem (gümüş para) vererek bir kaşlı yüzük satın aldığı haberi geldi. Hemen oğluna bir mektup yazarak şunları söyledi: Duyduğuma göre sen bin dirhem vererek kaşlı bir yüzük almışsın. Bu mektup sana ulaşınca derhal o yüzüğü sat, parasıyla bin aç kimseyi doyur ve kendine iki dirheme bir yüzük al. Onun kaşını da Çin işi demirden yaptır ve üzerine şunu yaz: Nefsinin gerçek kıymetini bilen kimseye Allah rahmet etsin!
Hz. Hasan r.a. yolda bir grup çocuğa rastladı. Çocukların önünde ekmek parçaları vardı. Yemek için hazırlamışlardı. Hz. Hasanı görünce davet ettiler. O da bineğinden inip onlarla birlikte ekmeklerden yedi. Sonra onları evine götürdü, yiyecek ikram etti, elbise giydirdi ve onlara şöyle dedi: Asıl cömertlik ve iyilik sizin yaptığınızdır. Siz elinizde ne varsa bana yedirdiniz, biz ise bu verdiklerimizden daha fazlasına sahibiz.
Sır
Sufîlerin kullandıkları tabirlerden biri de sırdır. Diyebiliriz ki sır da ruhlar gibi, insan bedenine konulmuş bir latifedir. Sufîlerin temel usul ve anlayışlarına göre sır, müşahede mahallidir. Nitekim ruhlar ilahî muhabbet mahalli, kalpler de marifet ve irfan mahallidir.
Sufîler demişlerdir ki: Sır, senin vakıf olduğun (bildiğin) şeydir. Sırrın sırrı ise, ne olduğunu ancak yüce Allahın bildiği şeydir. Sufîlerin usul ve ifadelerinden anlaşıldığına göre sır, ruhtan daha latif (sırlı ve gizli) bir cevherdir. Ruh da kalpten daha şereflidir.
Sufîler derler ki: Sırlar, ağyarın (Hakkın dışındaki şeylerin) etki ve tesir bağından kurtulmuştur. Kul ile Hak Tealâ arasında gizli ve saklı kalan hallere de sır denir. Birinin şu sözü bu manadadır: Sırlarımız özel perde içinde korunmaktadır. O perdeyi hiç kimsenin hayali açıp da içinde ne olduğunu öğrenemez. Yine sufîler, Hürlerin (varlık bağından kurtulmuş ariflerin) göğüsleri, sırların saklandığı kabirlerdir derler. Bazıları da, Eğer sırrımı yakamdaki düğmem bilse, onu koparır atarım! demiştir.
Nasrâbâdî
İlk dönemin zahid sufîlerinden biri de Ebul-Kasım İbrahim Muhammed Nasrâbâdî rh.a.tir. Yaşadığı asırda Horasanın şeyhi idi. Şiblî, Ebu Ali Rûzbârî ve Mürtaiş ile sohbette bulunup kendilerinden feyiz almıştır. 366 (976) senesinde Mekkeye göç ederek orada yaşamış ve 369 (980) senesinde orada vefat etmiştir. Nasrâbâdî, hadis ilminde âlim ve pek çok rivayeti olan bir zattı.
Nasrâbâdî rh.a. demiştir ki: Sana Hakkın tecellilerinden bir tecelli gözüktüğü zaman, sakın onunla birlikte dikkatini cennete ve cehenneme yöneltme. Bu halden çıktığın zaman da, Allahın yücelttiği şeyleri yücelt ve onlara hürmet et.
Nasrâbâdîye, Bazı insanlar yabancı kadınlarla oturuyor ve Biz onları görmede günah işlemekten masumuz diyorlar, siz bunlara ne dersiniz? diye sorulunca, hazret şöyle demiştir: Ruh bedende durduğu sürece onda Allahın emirleri ve yasakları geçerli olmaya devam eder. O kimse helal ve haramlarla muhataptır. Şüpheli şeylere ancak haramlara rahatça girenlerden başkası cesaret edemez.
Nasrâbâdî rh.a. demiştir ki: Tasavvufun temelini şunlar oluşturur: Kuran ve Sünnete yapışmak. Kötü arzuları ve bidat türü işleri terk etmek. Şeyhlere hürmet göstermeyi önemsemek. Halkın özürlerini kabul edip kendilerine müsamahalı davranmak. Virdlere devam etmek. Ruhsatları ve (açık hükümlerin dışındaki) yorumları terk etmek.