• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Winter’dan hikayeler2

Winter

Forum Yöneticisi
Üyelik Tarihi
20 Haz 2022
Konular
177
Mesajlar
4,435
MFC Puanı
41,920
Dağınık zamanın koynunda sabahlayan bir alacakaranlıkta doğdu. Şafak sökmeden hemen önce aldığı ilk nefes açlığının da başlangıcı oldu. Manastırın sırlar ile dolu duvarları yeni doğan bebeğin çığlığı ile karalara boyanırken, sinsi bir fısıltı etrafa çocuğun ismini söyleyip, sonsuz ve devasa bir labirentin içinde adeta kayboluyordu.
…………………….Deoradhan……………………….
Henüz doğumundan 2 gün geçmişti. Hiçbir bebek yoktur ki Deoradhan kadar açlığa susamış olsundu. Sürekli olarak annesinin sütünü içmek isteyen bebek, rahibenin pembe meme ucundan kan getirene dek emiyor, berrak süte karışan yakuttan damarlara aldırış etmiyordu. İnce yarıklar kanıyor, kanadıkça genişliyor, bebek emdikçe derinleşiyordu. Pembe bir volkanik dağ gibi lavlarını püskürten meme başı, irinler ve kabuklar ile kaplanıyor lakin iyileşmeden tekrar tekrar aynı işkence baştan başlıyordu.

Bazı geceler zavallı kadın, bir türlü bebeğin ağzından çekemediği memelerinin sızlamasından sessizce ağlıyordu. Uyuduğu zamanlarda bile süt isteyen bebeğin gram merhameti yok muydu? Yoksa tüm bunlar işlediği günahın bedeli miydi??

Tanrı affedici bir varlıktı. Rahibe hayatta her şeyden çok bunu istiyordu. Sadece anlık bir şehvetin lanetli meyvesini kucağında taşıyordu. Doymak bilmeyen minik kursağı an be an onu kuruturken yapabildiği tek şey babasından aldığı kehribar gözlerine bakmaktı. Karnında ki günahtan kurtulmaya iki kez çalışmış ancak ne ıssız tepede ki uğursuz koca karının katranla kaynattığı pelin otu, ne de bileklerine kazıdığı çizgiler işe yaramıştı. Sancılı bir dokuz aydan sonra kollarının arasında onu yiyip, bitiren bir oğlan tutuyordu. Ona karşı sevgi hissetmiyordu. Hatta ondan nefret ediyordu. Geceyi sarmalayan ay ışığı şahitti, kucağında tuttuğu günahtan utanç duyuyordu. Ölmesini dilediği her gece, gündüze yetiştiğinde rahibenin umudu da yavaş yavaş bitiyordu. Hiç dinmeyecekmiş gibi var olan acı ile yaşamaya adım adım alışıyordu.

Deoradhan, yıllar geçtikçe büyüyor ve dinmeyen açlığı gittikçe kontrolden çıkıyordu. 5 yaşındayken bir gece yarısı uyanan çocuk sessizce yatağından kalkarak, manastırın bahçesinde ki kümese gitti. Tel kapıyı yavaşça itti ve eğildi. Tavukların bir kısmı sessiz sedasız dinlenirken bir ikisi, besleniyordu. Beyaz olan etine dolgun bir tavuğu gözüne kestiren çocuk bir çırpıda hayvanın boğazından yakalayıp tavuğu dışarı çıkardı. Korkan hayvan çaresizce gıdaklarken, çocuk elinde hızla çarpan kalbin ritmini hissetti. Dişlerini hayvanın boğazına geçirmesi ile kızıl bir sızıntı yerde akisler yarattı. Taze et ve kanın dayanılmaz ahengi çocuğu adeta sarhoş etti. Dişlerinin arasında parçalanırken deri, kas ve etten duvarlar, sivri birer kıymık gibi dişlerinde ki boşluklara doluyordu. Yere oturan çocuk, ısırıklarına devam ediyordu. Hayvan çoktan cennetin yeşil bahçelerinde keneleri gagalamaya başlamıştır diye düşündü. Gülümsedi çocuk…

Sabah olduğunda rahibe Arlete avludan dışarı çıktı. Deoradhan ortalıkta yoktu. Kim bilir yine nerede ne zıkkımlanıyor diye geçirdi içinden. Bazen kilere saklanır, patatesleri kemirir veya kurutulmuş et ile taze üzümden otlanırdı. O doğmadan manastırda ayda 1 dana kesilirdi. Oysa şimdi 15 dana bile yeterli gelmiyordu. Arlete onu doğurduğu güne içinden lanetler yağdırırken, kilere doğru sabırsız ve öfkeli adımlarla süzüldü. Yanılmamıştı işte. Tekinsiz çocuk patates çuvallarından birinin üzerine bağdaş kurmuş, iki eli ile sıkıca kavradığı bir kedi yavrusunu canlı canlı yiyordu. Arlete bir çığlık attığını düşündü ama, çığlığı içine gömülmüştü. Kadın çocuğun lal’e bulanmış suratında parlayan kehribar ışıltıdan başka bir şey göremeden, olduğu yere yığılıverdi.

Uyandığında yatağındaydı. Oğlu neredeydi?..
Bilmiyordu ve kesinlikle bilmek istemiyordu. Manastırda kendinden başka 11 kişi vardı. Oğlunu saymıyordu. Acilen gördüklerini keşişlere anlatması gerektiğini düşündü. Ama ona inanırlar mıydı? O lekeyi bu kutsal yere karnında o sokmamış mıydı?

Uzun bir kış gecesi manastırın kuzeye bakan penceresinden dışarıyı seyrediyordu Arlete. Gece 12 yi henüz geçmişken gemici feneri ile yaklaşan birini gördü. Önce keşişlerden biri dışarı çıkmış herhalde diye düşündü. Ancak içini yabancısı olduğu bir duygu kapladı. Koşar adım giriş kapısının bulunduğu taş hole vardı. Kapının ağır tokmağını kaldırıp, kapıyı açtı. Adam hemen bahçe kapısının önünde durmuş rahibeye bakıyordu. İnceden kar atıştırmaya başlamıştı. Adamın üzerinde koyu kırmızı bir pelerin vardı. Rahibe kimsiniz? diye seslendi.

Adam cevap vermedi, feneri yüzüne doğru kaldırdı. Rahibe o kehribar gözlerin sıcaklığı ile sarmalandı. Bahçeye çıktı. Adama yaklaştıkça hava soğuyor, onlarca yıllık manastır adeta soluk alıp veriyordu. Karanlığı delip geçen o gözler ise kadını içine çekiyordu. Adamın uçuşan sarı saçları kimi kar tanelerinin yönünü değiştirirken, kimisini de keskin bir bıçak gibi ortasından kesip yok ediyordu. Sivri burun kanatları bir daralıp, bir genişlerken, ince dudakları rahibenin hiç bilmediği bir dilde sözcükleri havada dans ettiriyordu.

Bahçe kapısına vardıktan sonra adam, rahibenin ellerinden tutup usulca onu manastırın gri lahitler ile donatılmış, cam mezar taşları ile süslenmiş, yaşlı ve yorgun mezarlığına doğru sürükledi. Çok geçmeden mezarlığın kuytu bir yerinde kırmızı pelerin, dünyevi zevklere uzak olmak için giyilen siyah giysiyi alt etmişti. Sıcak bedenler birbirine değerken, hava ısınmış adeta cehennemde dikenli tellerden bir döşekte zevkler birbirine karışmıştı.

Rahibe nefesinin kesildiğini düşündüğü bir an sımsıkı kapattığı gözlerini açtı ve kendisini gecenin örtüsüne bürünmüş çıplaklığı ile tek başına buldu. Manastıra dönerken gözlerinden akan elmas sertliğinde gözyaşları, ipek kirpiklerine sımsıkı tutunmuştu. Pencereden uğuldayan rüzgarı dinleyip, çarşafına dolandığında, yaşadığı her şeyin bir rüya olması için ilk kez tüm yüreği ile dua etmişti.

İşte bu uğursuz ,doymak nedir bilmeyen, iblisin tohumu o gecenin çürük meyvesiydi. Manastırda herkes, onun hamile olduğunu öğrendiği gün konuşmayı kesmişti. Üstelik anlattığı hikaye cidden inanılır gibi değildi. Sütçü veya oduncu olabilirdi bu bebeğin babası ama, bir kış gecesi Tanrının evine gelmeye cesaret eden bir ifrit olamazdı. Bu imkansızdı.
Rahibe kimseye bir şey söylemedi. Oğlundan ve onun karanlık sırlarından uzak olmak için her gece canını alsın diye Rabbine dua etti.

Aradan tam 13 yıl geçti. Deoradhan 18 yaşına girdiği gece, odasında oturmuş, kaç gecedir tıkırtısı ile onu rahatsız eden, aptal farenin bağırsaklarını çiğniyordu. Birden karnında korkunç bir acı hissetti. Birkaç gündür kaşınan bir çizgi oluşmuştu karnında. Acaba ondan mı diye kalın giysisini araladı ve çığlığı bastı. Karnında sivri dişlerden oluşan bir yarık oluşmuştu. Daha farklı bir acıyı şimdi sağ kolunda duyuyordu. Derken sol kolu, sırtı, ve en sonunda ensesinde hissetti acıyı. Çok geçmeden bayıldı, genç adam…

Uyandığında açlıktan ölüyordu. Ayağa kalktı yavaşça. Karnına baktı. Boydan boya karanlık bir yarık vardı. Pırıl pırıl sivri dişler ile bezenmiş. Sağ ve sol kolunda da aynından vardı. Dişlerin keskinliği ürküttü Deoradhan’ı…Ama açlığı korkunç bir hal almıştı. Hep aç hissederdi, ama bu kez çok farklıydı. Yaşadığı açlık, onu öldürüyordu. Koşarak alt kata indi. Eski kütüphaneye girdi. Keşişlerden biri lahana çorbası içiyordu. Onu görünce adam adeta dona kaldı. Deoradhan yaşlı adamın üzerine atladı, ağzı ile çenesini kemirirken vücudu kıvrılıp bükülüyordu. Taze kanın ılıklığı ile yatışan susuzluğu, parçalanan kemik ve etlerin geceyi sağır eden sesliliğinde müthiş bir ziyafete dönüşüyordu. Adamdan geriye birkaç kemik kalmıştı. Ancak Deoradhan daha da acıkmıştı. Manastırda yaşayan zavallı keşiş ve öğrencileri birbiri ardına midesine indirirken daha da acıktı. Açlığı dinmek bilmeyen bir fırtına gibi her şeyi yok ediyordu. Korkmuş, üşümüş ve aç bir halde odasına döndü. Annesi nerdeydi acaba?

Kadın çığlıkların birbirine karıştığı anlarda , uzaktan oğlunu seyrediyordu. Oğlu denemezdi o canavara. O da tıpkı babası gibi bilmediği bir dilde fısıldıyor ve durmadan yiyordu. Sivri tırnaklarını cansız bedenlere yırtıcı bir hayvan gibi geçirip, ondan besleniyordu. Geriye hiçbir şey kalmıyordu. Birbirinden aç ağızlar her lokma için birbirine söyleniyor, oğlunun kuzgun siyahı saçlarından ter damlıyordu. Eğri büğrü canavar en son öğrenciyi de yedikten sonra rahibe odasına döndü. Tesbihini alıp birkaç kez Rabbinin adını andı. Ondan af diledi. Tüm günahları için onu affetmesini istedi. Özellikle de onun evine soktuğu bu günahkar, lanetli canavar için. Duasını bitirmişti ki karanlıkta parlayan gözleri gördü. Sonra bir hırlama duydu ve rahibenin kemikleri etlerinden ayrıldığında , o cehennemin en derin katında, iblisin zakkumdan yatağında, günaha bulanmış bir vaziyette, gözyaşı yerine kan ağlıyordu…
Çocuk gülümsedi…tıpkı o beyaz tavuk gibi dedi...

En büyük günahlardan biri olan oburluğu, bu hikayede yemeğe karşıymış gibi ele aldım. Ancak sakın unutmayın en kötü oburluk, insanların umutlarını, güvenlerini, size olan inançlarını, iyi niyetlerini ve elbette hislerini tüketmektir…doymak bilmeyen ego'dan kemikleşmiş dişler ile birbirimizin ruhunu çiğneyip, sindirmektir...Oburluk tehlikelidir. Geride fazla bir şey bırakmaz. sizi yozlaştırır ve en kötüsü bir türlü doyamayan canavarlara dönüştürür...tıpkı Deoradhan gibi..tıpkı içinizde saklanan kehribar gözlü şeytan gibi...

6CFAA93F-AC16-4AF4-9EC0-77CBA2A56F97.jpeg
 

_bigguy_

Süper Moderatör
İçerik Üreticisi
Üyelik Tarihi
9 Eyl 2022
Konular
22
Mesajlar
4,527
MFC Puanı
41,890
Eline emeğine sağlık yenge
 

StigmatA

Forum Sorumlusu
Üyelik Tarihi
3 Nis 2008
Konular
1,626
Mesajlar
29,246
MFC Puanı
218,190
eline sağlık hatun, döktürmüşsün yine 🐇
 
Üst