Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

  • Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Felsefe Sözlüğü

Lilith

ad astra per aspera
MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    5 Ağu 2017
  • Mesajlar
    1,117
  • MFC Puanı
    11
Doğaüstü Nedir?

Doğanın dışında olan ve onun yasalarına uymayan.

Doğadan olmayan bütün tasarımlar "doğaüstü"dür. Başta Tanrı tasarımı olmak üzere melekler, şeytanlar, cesetlerden ayrılmış ruhlar vb. böylesine tasarımlardır.
 

Lilith

ad astra per aspera
MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    5 Ağu 2017
  • Mesajlar
    1,117
  • MFC Puanı
    11
Doğaüstücülük Nedir?

(Fr. Surnaturalisme, Supernaturalisme, Supranaturalisme)

Doğaüstüne inanma.
 

Lilith

ad astra per aspera
MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    5 Ağu 2017
  • Mesajlar
    1,117
  • MFC Puanı
    11
Doğa Yasaları Nedir?

Doğal olaylar arasında bulunan ve tümevarımla genelleştirilen değişmez oranlar.

İnsan bilincinden bağımsız ve nesnel olarak doğal olaylarda içkin bulunan bu oranlara 'doğa yasaları' ya da 'doğal yasalar' denir. Yunanlıların deyimiyle 'insanın koyduğu'na karşı bulunan 'doğanın koyduğu' bu yasaların varlığı çok eski çağların insanlarınca da sezilmişti. Yunanlılar doğadaki bu şaşmaz düzeni 'uyum' terimiyle dile getiriyorlardı. Bu uyumsal düzenin gerçekleşebilmesi için doğal olgular arasında ya da bir doğal olgunun çeşitli yanları arasında temel, zorunlu, tutarlı ve düzenli bir bağlılık olmalıydı. Doğa yasaları bu zorunlu ve nesnel bağlılığın gözlemlenmesinden çıkarıldı. Doğal olaylar arasında oransal bir ilişki olmalıydı ki böylesine uyumsal bir düzen gerçekleşebilsin. Örneğin Arşimed adlı bir Yunanlı bilgin suya daldırılan bir cismin yer değiştirttiği suyun ağırlıyla bu cismin ağırlığı arasında oransal bir ilişki bulmuştu. Bu oransal ilişkiler incelendiğinde doğada üç türlü yasanın geçerli olduğu görülüyordu:

1. Belli olaylarda geçerli ve sadece o olaylara özgü yasalar,
2. Daha çok sayıdaki olaylarda geçerli genel yasalar,
3. Bütün olaylarda geçerli evrensel yasalar.

Eytişimsel özdekçiliğin açıkladığı üç büyük yasa (karşıtların birliği ve savaşımı yasası, nicelikten niteliğe geçiş yasası, olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası) doğasal, toplumsal ve bilinçsel bütün alanlarda geçerli evrensel yasalardır.
 

Lilith

ad astra per aspera
MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    5 Ağu 2017
  • Mesajlar
    1,117
  • MFC Puanı
    11
Doğuştancılık Nedir?

Her türlü ruh etkinliklerinin varlıkla birlikte varlaştıklarını ve dışarıdan gelmediğini ileri süren öğretilerin genel adı.

Görgücülük karşılığında kullanılır ve ıra, düşünce, duygu, yetenek gibi her türlü ruh etkinliklerinin doğuştan olduğu savını dile getirir. Batı dillerindeki innéisme ve nativisme dilimize doğuştancılık olarak geçmişse de bunların arasında fark vardır. Innéisme felsefe, nativisme ruhbilim öğretisidir. Nativist kuram, duygu ve düşüncelerin adım adım oluştuklarını ileri süren genetik kurama karşı, bunların doğuştan ve araçsız olarak meydana geldiklerini savunur.
 

Lilith

ad astra per aspera
MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    5 Ağu 2017
  • Mesajlar
    1,117
  • MFC Puanı
    11
Dönüşümcülük Nedir?

On dokuzuncu yüzyıla gelinceye kadar oluşma konusundaki genel düşünce yaratımcılık ve saptanımcılık'tan yanaydı, türlerin nasıl yaratıldılarsa hep öyle kaldıklarına ve bundan sonra da öyle kalacaklarına inanılıyordu. İlkin 18. yüzyılda Diderot, Robinet, Charles de Bonnet gibi düşünürler 'dönüşümcülük' düşüncesini ileri sürdüler. Antik Çağ Yunanlılarının en büyük düşünürü Herakleitos'tan beri sürüp gelen 'değişme-durgunluk' tartışması, böylelikle 'değişme'den yana büyük bir adım atmış oldu. 19. yüzyılda Lamarck, evrimcilik kuramıyla türlerin birbirlerine değişme yoluyla oluştuklarını kuramlaştırdı. Lamarck bu kuramında, türlülük olgusunun 'çevre' ayrılıklarından doğduğunu ileri sürmüştü, çevresel koşullar türleri değiştiriyor ve çeşitlendiriyordu. Daha sonra İngiliz bilgini Darwin, Lamarck'ın 'çevre'sine 'ayıklanma' olgusunu ekledi. Böylece kimi türlerin nasıl olup da ortadan kalkmış oldukları da açıklanmış oluyordu. Bundan başka, türlerin eski türlere göre gittikçe güçlenip 'gelişme'leri de doğal ayıklanmayla daha bir aydınlanmıştı. Yirminci yüzyılın başlarında, bu düşünceye, türlerin birdenbire ve sıçramalarla dönüştüklerini ileri süren 'değişincilik' kuramı eklenmiştir.

Dönüşümcülük deyimi evrimcilik deyimiyle anlamdaş olarak kullanılmaktaysa da gerçekte kuramın ilk biçimi sürekli ilerlemeyi yadsıma yanılgısını taşır. Özellikle Robinet ve Charles de Bonnet'nin ileri sürdükleri sav 'ilerlemesiz ve gelişmesiz bir değişme (dönüşme)'yi dile getirir. Örneğin Charles de Bonnet, şöyle der: "Tanrı, eserini meydana getirmek için birçok kez çalışmış değildir. Bu evrende varolmuş olan, varolan ve varolacak olan her şey Tanrı'nın her şeye gücü yeten bir tek edimiyle meydana gelmiştir. Eş deyişle bugün varolan ve ilerde varolacak olan her şeyin tohumu, ilk yaratılmış olan şeylerin özünde güç halinde vardır. Bütün varlıklar dönüşmelerle bu tohumlardan meydana gelmişlerdir. Ne var ki bu dönüşümde en iyiye varılmaz. Çünkü sonluyla sonsuz arasındaki mesafe de sonsuzdur." Görüldüğü gibi Bonnet, gelişmişliği sonsuza bırakmakta, sonlulara sadece dönüşme olanağını yakıştırmaktadır.
 

Lilith

ad astra per aspera
MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    5 Ağu 2017
  • Mesajlar
    1,117
  • MFC Puanı
    11
Dural (Statik) Nedir?

Değişmeden aynı durumda kalan.

Alman düşünürü Hegel, bu terimi, sürekli denge olarak tanımlamıştır. Evrende saltık durallık, değişmeden kalmak mümkün değildir. Sadece, az ya çok süren dengesel durumlar vardır ki bu bir yapı sorunu değil, derece sorunudur. Örneğin en dural görünen görünen dağ başlarındaki kayalar bile bir zaman önce bulundukları yerde yoktular, bir zaman sonra da bulundukları yerde olmayacaklardır; insansal ölçülere göre değişmeleri pek yavaş olduğundan dural bir görünüş içindedirler, oysa sürekli olarak yıpranmakta ve değişmektedirler. Antikçağın büyük düşünürü Herakleitos'tan gelen bir düşünceyle gerek Hegel ve gerek eytişimsel özdekçiliğe göre gerçek olan devim’dir, dural bir soyutlamadan başka bir şey değildir. Bundan çıkan zorunlu ve önemli sonuç şudur: Evrende durallık yoktur ki başlangıçta bir duralın nasıl devinmeye başladığı bir sorun olarak ortaya atılsın. Öyleyse felsefenin çağlar boyunca uğraştığı bu sorun, sahte bir sorun'dur. Dural terimini, yerini değiştirmeyen anlamındaki durağan (Os. Sabit) terimiyle karıştırmamalıdır. Bu da bir devinmezliktir, ama sadece yer değiştirme anlamında mekanik bir devinmezliktir,metafizik anlayışa göre yeri değişenin kendisi değişmez. Bu anlayış, metafiziğin değişmezlik ilkesinin zorunlu sonucudur; oysa yer değiştirme başka, değişme başkadır. Yer değiştirme, değişme'nin sayısız biçimlerinden biridir.
 

Lilith

ad astra per aspera
MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    5 Ağu 2017
  • Mesajlar
    1,117
  • MFC Puanı
    11
Duyumculuk Nedir?

Bilginin duyumdan geldiğini ileri süren öğretilerin genel adı.

Duyumculuk, Antik Çağ Yunan düşüncesinin bilgicilik akımıyla başlar. Protagoras'a göre bilgilerimizin tek kaynağı duyumdur, duyumlarımızın dışında başkaca hiçbir bilgi edinilemez; bunun içindir ki ilkneden'i araştırmak boşunadır, "İnsan her şeyin ölçüsüdür". Atomcu Demokritos, Epikuros gibi düşünürler de bu kanıdadırlar. Duyumculuk, bilgilerimizin usun ürünü olduğunu savunan usçuluk ve doğuşumuzdan beri bizimle beraber bulunduğunu savunan doğuştancılık öğretilerine karşıt bir öğretidir. Bilginin deneyden geldiğini savunan görgücülük, duyumcu bir temel üstünde yükselmiştir. Duyumculuğu en geniş anlamıyla kapsayan öğreti, Fransız düşünürü Condillac'ın öğretisidir. Condillac, bütün bilgilerin duyumlarla oluştuğunu taştan bir heykel tasarlayarak tanıtlamaya çalışır. Antikçağ Yunan şüpheciliği de duyumcudur. Duyumculuk, temelde, özdekçi bir öğretidir ve nesnel bir gerçekliğe dayanır; çünkü duyumlar, dış dünyanın, nesnel gerçekliğin imgeleridir. Bu pek açık zorunluluğa karşın, duyumculuk, Avenarius ve Mach öğretilerinde, nesnel gerçeklik karanlıkta bırakılarak, idealizm'e çekilmeye çalışılmıştır. Bunun nedeni duyum'un iki yanlı oluşudur. Kişinin öznel duyumu ve o duyumun nesnel temeli...Berkeley duyumculuğuyla yola çıkan idealistler; duyumun birinci yanını ele alıp ikinci ve en önemli yanını görmezlikten gelerek tekbencilik ve bilinemezcilik alanlarına düşmüşlerdir. Duyumcu şüphecilik de, böylesine idealist bir temele dayanır. Bundan başka duyum, bilgi sürecinde eytişimsel bir anlayışla soyut düşünme'yle birlikte ele alınmazsa Baron d'Holbach, Helvitius ve Feuerbach gibi kaba özdekçiliğe ve yanlış sonuçlara vardırır. Felsefe tarihinde duyumculuk, eytişimsel ve tarihsel özdekçiliğe gelinceye kadar, özdekçi ya da düşünceci olsun, sadece bu yanından (eş deyişle metafizik bir yöntemle) ele alınmıştır. Düşülen bütün yanılgıların nedeni budur. Bilgi kuramının ilk ve sağlam konutu, bilgilerimizin biricik kaynağının duyumlar olduğudur. İkinci sağlam konut şudur: duyum insana nesnel gerçeği bildirir. Üçüncü, sağlam ve kuşkulanılmaz konut da, pek açık olarak, şöyle dile getirilir: Nesnel gerçek özdeksel yapıdadır.
 

Lilith

ad astra per aspera
MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    5 Ağu 2017
  • Mesajlar
    1,117
  • MFC Puanı
    11
Duyumcu Şüphecilik Nedir?

Duyumların getirdiği bilginin öznel olduğunu ileri süren şüphecilik.

Duyumcu şüphecilik duyumun nesnel temelini bırakıp öznel yanını ele alır. Bu bakımdan hem duyumcu hem de öznelci yapıdadır. Antik Çağ Yunan düşüncesinin ünlü şüphecileri Pyrrhon, Aenesidemos, Timon, Agrippa, Zenodotos gibi düşünürler nesnelerin algıladığımız biçimde varolduklarından şüphelenmek gerektiğini ileri sürerler; çünkü her insanın duyumu başkadır ve herkes kendi duyumuyla algıladığından, başkasınınkine benzemeyen, kendine özgü bir bilgi edinir. Bu düşünceyi tanıtlamak için de özellikle Aenesidemos, tropos adı verilen ön kanıt ileri sürer.

Bu kanıtlar şöyle özetlenebilir: Hepimiz aynı biçimde algılasaydık aynı düşünceleri ya da bilgileri edinirdik, oysa hepimizin çeşitli ve birbirimizinkine benzemeyen düşünceleri var. Öyleyse, nesnel gerçeklik yoktur, bilgilerimizden daima şüphe etmeliyiz. Duyumcu şüpheciler bundan katıksız idealist bir sonuç çıkarırlar: Aynı nedenin çeşitli sonuçları olabilir; güneş, karartır, kızartır, eritir ve yakar. Öyleyse nedensellik yoktur, nedensellik olmadığına göre oluş eş deyişle devim de yoktur. Duyumcu şüphecilerin düştükleri bu büyük yanılgı, duyumun nesnel temelini bırakıp sadece öznel yanını ele almalarının sonucudur.
 

Lilith

ad astra per aspera
MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    5 Ağu 2017
  • Mesajlar
    1,117
  • MFC Puanı
    11
Dünya Görüşü Nedir?

İnsanın bütün düşünce ve duyguları (ve tavrı, tutumu, davranışları, eylemleri) arasında tutarlık sağlayan genel bilimsel kanı.

Bu anlamda bir dünya görüşü edinebilmek için gerçekten aydın olmak gerekir. Dünya görüşü deyimi genellikle kötüye kullanılmış ve çeşitli sınıf ve anlayışlara bağlı olanların ayrı ayrı dünya görüşleri olabileceği sanılmıştır. Oysa dünya görüşü kavramı bilimsellik nesnelliğini taşır, bundan ötürü de dünya üzerinde ya da yaşama tutumunda şöyle ya da böyle bir görüşe sahip olmak olanaksızdır. Bir insanın, bir sınıfın, bir öğretinin görüşü, dünya görüşü değil; sadece o insanın, o sınıfın, o öğretinin görüşüdür. Bu anlayıştan türeyen, "her görüş saygıdeğerdir" gibi deyimler saçma ve bilimdışıdır, ancak bilimsel ve bundan ötürü de doğru olan görüşler saygıdeğerdir, bir bilgisizin ya da ahmağın görüşü hiç de saygıdeğer değildir. Aydın olmak ya da dünya görüşü sahibi olmak için belli bir ya da birkaç bilgi kolunda bilgin olmak da yetmez, o bilgileri evrensel ve temel bilgiyle bütünleyerek dünya görüşüne dönüştürmek gerekir. Bilimsel gerçek tektir ve bundan ötürü de ancak tek bir dünya görüşü vardır. Ancak bu gerçek dünya görüşü içinde tutarlı olunabilir, başkaca hiçbir görüş ve anlayışta tutarlı olunamaz.
 

Lilith

ad astra per aspera
MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    5 Ağu 2017
  • Mesajlar
    1,117
  • MFC Puanı
    11
Düşüncecilik (İdealizm) Nedir?

Varlığı düşünceye indirgeyen öğretilerin genel adı.

Yunan düşüncesinin ilk tektanrıcısı İ.Ö. 5. yüzyılda yaşayan Ksenofanes dolaylı olarak düşüncecilik akımını hazırlayanların başında sayılabilir. Çünkü Tanrısal alanda da olsa, birçok'u bir'e indirgemiş bu bir'i 'tüm düşünme' olarak nitelemiştir. Elea okulunun ve Metafiziğin kurucusu Parmenides, onun öğrencisidir. Parmenides'e göre varlık, değişmez ve bir'dir. Değişiklik bir görünüşten ibarettir. Bu savın zorunlu sonucu şudur: Düşünen varlık (özne) ile düşünülen varlık (nesne), bir ve aynı şeydirler. Öyleyse düşünce konusu olan nesne'lerle düşünce de bir ve aynı şeydir.

İ.Ö. 5. yüzyılda yaşayan Anaxagoras açıkça düşünceyi Tanrılaştırır. Düzensiz ve devimsiz evreni (kaos) düzenli ve devinen bir duruma (kosmos) getirmek için bilinçli bir ereği (telos) olan bir düşünce gücü (nous) ileri sürmektedir.

Aristoteles, Anaxagoras için, şöyle yazıyor: ''İlk olarak Anaxagoras, özdeğin karşısına, onun egemeni durumunda olan nus'u koymuştur. Nus'un yaratan ve özdeğin yaratılan olduğunu söylemiştir. Çünkü her şey bir aradayken, nus gelip düzenledi''.

(Xenophanes ve Parmenides'ten sonra) Bu üçüncü adım, düşüncecilik alanında atılmış ilk büyük adımdır. Oysa henüz bir eksiği var: Düşünce, ilksiz ve sonsuz olarak bağımsız özdekten ayrıdır ama, gene de Anaxagoras'a göre pek ince yapılı ve özel bir özdektir. Henüz özdeklikten kurtulamamıştır. Düşünceyi özdeklikten kurtaran ve onun karşısına yepyeni bir yapıyla başilke olarak diken ilk düşünür, Platon'dur. Düşünceciliğin ilk biçimi, Platon'un ideacılığıdır.

Platon'a göre (değişmeyen) gerçek varlık, düşünce varlığı (idea) dır. Nesneler bir görüntüden başka bir şey değildirler. Gözümüzle görüp elimizle tuttuğumuz masa bir görüntüdür, masanın gerçeği düşüncemizdeki masa idea'sıdır ve masa bu ideal örneğe göre yapılmıştır. Masa gelip geçicidir, yıpranır, çürür göçer gider; ama masa idea'sı kalıcıdır, yıpranmaz, çürümez, göçüp gitmez. Bunun içindir ki nesne, gelip geçici bir görüntü; idea, sağlam bir gerçekliktir. İşte günümüze kadar sürüp gelen düşüncecilik serüveni, Platon'un bu savıyla başlamıştır. Görüldüğü gibi düşünce, artık insan bedeninden de dışarı çekilip fizik-doğanın üstüne çıkarılmıştır. Düşüncecilik akımının, yüzyıllarca sürecek savı şu olacaktır: Varlık düşüncenin ürünü ya da düşüncenin kendisidir.

Alman düşünür Kant, düşünceciliği şöyle tanımlar: ''Duyuların ve deneyin verdiği bilgi aldatmacadır, gerçek ancak usun tasarımlarındadır''. Deneyüstü düşüncecilik adını verdiği kendi düşünceciliğini de şöyle tanımlar: ''Usun tasarımları aldatmacadır, gerçek deneydedir''. Ama bu gene de bir düşünceciliktir. Çünkü, ''duyularla deneyden gelen veriler, usun önsel verileri içinde biçimlenmeden hiçbir bilgi gerçekleşemez''. Bundan başka, ''nesnenin kendiliği bilinemez''. Öyleyse bilinmeyen bir sır var, ''bilmediğimiz bir nesneyle asla bilemeyeceğimiz bir özne'' var. Tanrısal düşünce ve o düşüncenin ürünleri, biz insanlar bilmiyoruz ve asla bilemeyeceğiz ama, yok değil, var ''Tanrının varlığından şüphe ettiğiniz kadar Tanrı'nın yokluğundan da şüphe ediniz''. Alman düşünür Kant, kendi düşünceciliğinin karşısına, görgül düşüncecilik adını verdiği açık düşünceciliği koyar ve bunu da ikiye ayırır:

Belkili düşüncecilik ki Descartes'in şüpheciliğidir.
İnakçı düşüncecilik, ki Berkeley'in özdeksizciliğidir.

Kant der ki: ''Benim deneyüstü düşünceciliğim; nesnelerin bizim dışımızda gerek şüpheli ve tanımlanamaz, gerek gerçekdışı ve olanaksız olduklarını ileri süren görgül düşünceciliğin tam karşıtıdır''. Kant'ın bu düşünceciliğine eleştirel düşüncecilik de denir.

Özdekçilik ve yeni anlamıyla gerçekçilik (realizm) akımlarına karşıt bulunan düşüncecilik, tümüyle aynı sav ve temelde toplanan, çeşitli biçimlerde sunulmuştur.

Kant'tan sonra, özellikle Alman idealizmi'nde, üç kola ayrılmıştır: Fichte'nin öznel düşüncecilik, Schelling'in nesnel düşüncecilik, Hegel'in saltık düşüncecilik öğretileri...

Descartes'in belkili (şüpheci) ve Berkeley'in özdeksizci (nesnel gerçekliği duyumlara indirgeyip duyumlarla sınırlayan) görgül düşüncecilikleri, Kant'ın (''Duyuların ve deneyin verdiği bilgi aldatmacadır, gerçek ancak usun tasarımlarındadır, ancak us da maddenin özünü bilemez''dediği) deneyüstü (eleştirel) düşünceciliği, Fichte'nin öznel düşünceciliği, Schelling'in nesnel düşünceciliği, Hegel'in saltık düşünceciliği gibi açık ve doğrudan düşünceciliklerin yanı sıra yararcılık(Pragmatizm), olguculuk (pozitivizm), varoluşçuluk, uygulayıcılık, Machisme, empiro-critisizme gibi gizli ve dolaylı düşüncecilikler yer alır. Bunlardan başka, doğrudan ya da dolaylı olarak çok çeşitli düşüncecilikler de vardır.

Düşüncecilik, tekbencilik (solipsisme) saçmasında uçlaşır. ''Gerçek ben'im'' ve hatta ''gerçek benim yaşadığım bu andır'' saçmacılığını en iyi belirten düşüncecilikler, İngiliz düşünürü Berkeley'in özdeksizcilik adı verilen öğretisiyle Alman düşünürü Leibniz'in Alman özdeksizciliği adı verilen öğretisidir. Bu düşünceciliklere göre özdek; yer kaplayan, renkli, direnen bir şeyden İbarettir. Bu niteliklerse görme ve dokunma duyularının bana verdikleri 'duyum'dan başka bir şey değildirler. Öyleyse özdek bizim bilincimizin içeriği olan algımızdır. Algımızın yok olduğunu düşünelim, ortada özdek diye bir şey kalmaz. Buysa, nesnel gerçeklik denilen şeyin bizim düşüncemizden başka bir şey olmadığını tanıtlar. ''Nesnel gerçek vardır, ama ancak bizim varlığımızla vardır'' demek ''nesnel gerçek yoktur'' demektir. Çünkü nesnel gerçek, ''insandan önce var olan, insandan sonra da varolacak olan'' demektir

Bu açık ve doğrudan düşünceciliklerin karşısında yararcılık, olguculuk, varoluşçuluk, uygulayıcılık, Machisme, empirio-criticisme gibi gizli ve dolaylı düşüncecilikler yer alır. Bunlardan başka, doğrudan ya da dolaylı olarak, şu öğretiler düşüncecilik karakteri taşırlar:

Doğrudan ya da dolaylı olarak nesneyi yadsıyan, bilinemez sayan, şüpheli ya da göreli bulan bütün öğretiler düşüncecilik karakterini taşırlar. Düşüncecilik, gerçeği yadsımakla, kendi gerçekdışılığını bizzat onaylar. Temeli şu aldatmaya dayanır: ''Bilinç, varolan pratiğin bilincinden (insan bilincinden) başka bir şey olduğunu ve gerçek bir şeylerden başka bir şeylerin (Tanrı gibi N.) tasarısı (ve onun bir parçası, uzantısı N.) olduğunu sanır.''

Bu çok yanlış bir sanıdır. Oysa düşünceler, dış gerçeklikten türerler. Nitekim insan da, kendisinden önceki yaşam türlerinden gelişmiştir. Bu demektir ki, bilinçsiz gerçek (özdek), bilinçli gerçek (insan) 'ten önce ve ondan bağımsız olarak vardı. Somut gerçek, her ikisini de bağımlı olarak kapsayan gerçektir. Bu bakımdan, somut gerçeği, özne-insan yanında soyutlayan düşüncecilik kadar nesne-özdek yanından soyutlayan kaba özdekçilik de düşünceciliktir. Pek çok şeyler bilmemize rağmen hiçbir şey bilmediğimizi varsayalım, bundan hiçbir şeyin varolmadığı sonucu çıkarılamaz. Mikroskopu bulmadan önce mikrobu göremiyorduk; bu, mikrop mikroskoptan önce yoktu ya da mikrop mikroskopla varoldu demek değildir. Düşüncecilik, gerçekte, olumlu bir bilimden, matematikten doğmuştur. Matematikle soyut düşünceye alışan insan, ilk düşünceciliği sayı gizemciliğiyle (Pitagorasçılık) geliştirmiştir. Bu alışkanlık, bir başka Yunan okulunda (Elea okulu) her şeyi devimden soyutlamaya (değişmezlik felsefesi) yönelmiştir. Bu soyutçuluk, bilimin denetiminden yoksun bulunan insan düşüncesini başıboş bir düşünceciliğe sürüklemiştir. Bir usat düşünceciliği aşağıdan ve yukarıdan olmak üzere ikiye ayırır. Doğayı ve bilimi metafizik bir açıdan ele almaya aşağıdan düşüncecilik (idealizm N.), dinsel düşünceciliğe yukardan düşüncecilik (Teizm N.) adını verir.
 

Lilith

ad astra per aspera
MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    5 Ağu 2017
  • Mesajlar
    1,117
  • MFC Puanı
    11
Eleacılık Nedir?

Elea okulunun birlik ve değişmezlik anlayışını sürdürme.

Elea ya da Elealıların öğretisini izleyenlerin ve değişmezliği, temel alıp değişirliği görüntü sayanların tutumu.
 

Lilith

ad astra per aspera
MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    5 Ağu 2017
  • Mesajlar
    1,117
  • MFC Puanı
    11
Elea Okulu Nedir?

Antik Çağ Yunan düşüncesinde Ksenofanes ve onu izleyenlerce geliştirilen öğreti.

Elea, İtalya'da Napoli'nin güneyinde Latinlerin Velia adını verdikleri bir kıyı kentidir. Kolophonlu Ksenofanes, hellen kentlerinde yetmiş yıl süren bir geziden sonra orada yerleşmiştir. Çoktanrıcılığa karşı tektanrı polemiğini orada yapmış, Homeros'la Hesiodos'a karşı çıkarak tanrının birliğini ve değişmezliğini savunmuştur. Birlik ve değişmezlik düşünceleri üstüne kurulan Elea öğretisi, Ksenofanes'in öğrencisi Parmenides'le gerçekleşmiştir. Melissos, Zenon, Gorgias gibi düşünürlerin sürdürdükleri bu öğreti, antikçağ Yunan felsefesinin genel diyalektik yapısı içinde olumsuz yanı tutar.; deneydışı usçuluğu, değişmezliği, saltıklığı savunur. Elea'lı Zenon'un devimi çürütmek için ileri sürdüğü çıkmazlar da ünlüdür, bunlara Zenon çıkmazları denir. Bu çıkmazlar gerçekte kolaylıkla çözümlenebileceke yanıltmacalardır. Felsefe tarihinde metafizik, Elea'lılarla başlamıştır. Elea'lılar bilginin kaynağını, duyguda ve deneyde değil, düşüncede bulurlar. Onlar için varlık bir'dir ve saltıktır, hiç değişmemiştir ve asla değişmeyecektir. Bununla beraber kavramsal eytişimi, daha açık bir deyişle mantıksal kavramların diyalektik hareketini ilk kez ortaya atmakla Elea'lılar Hegel'in gerçek öncülleridir. Nitekim Hegel, Felsefe Tarihi Üstüne Dersler'inde özellikle Zenon'u "diyalektiğin başlatıcısı" sayar. Platon idealizminin gerçek temeli de Elea'lılardır. Ksenofanes'in kendisi devimsiz olan tanrının sadece düşünmekle dünyayı kımıldattığı yolundaki metafizik varsayımı da Aristoteles metafiziğinin gerçek kaynağıdır. Ksenofanes, Homeros'la Hesiodos'un insanbiçimli tanrılarıyla alay ederek ‘'öküzlerin elleri olsaydı ve resim yapmasını bilselerdi öküz tanrılar yaparlardı'' demekle yetinmiş ve metafiziğinin düşünsel gelişimini, Parmenides'e bırakmıştır. Parmenides'e göre sadece varlık vardır, dahası varlıkla düşünme aynı şeydir. Berkeley özdeksizciliğinin gerçek kaynağı da bu varsayımda gizlidir. Parmenides'e göre varolma ve yokolma duyuların hokkabazlığıdır, duyularsa bir düşten daha gerçek değildirler. Yer değiştirme, renk değiştirme vb. gibi insanların sözünü ettikleri şeyler sadece birer ad'dırlar. Parmenides'in bu ileri sürüşünde de adcılığın ters açıdan kökeni görünür. Parmenides'e göre varlık ülkesinde sadece şu nitelikler geçerlidir: Meydana gelmemiş, geçip gitmez, bölünmez, sürekli, devimsiz, değişmez, aynı şeyde aynı şey, kendinde, toplu, bir, bütün..
 

Lilith

ad astra per aspera
MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    5 Ağu 2017
  • Mesajlar
    1,117
  • MFC Puanı
    11
Eleştiricilik (Kritisizm) Nedir?

Alman düşünürü Immanuel Kant'ın öğretisi.

Kant'a göre felsefe araştırması, bir değerlendirme (eleştiri) olmalıdır. Felsefe, us (Al. Vernunft)'la yapılıyor. Öyleyse usu değerlendirmek, onun ne olduğunu ve ne olmadığını iyice bilmek gerek. Felsefe nasıl bir usla yapılıyor?.. Deneyden yararlanmayan bir salt us (Os. Akli mahiz, Fr. Raison pure, Al. Reinen vernunft)'la. Öyleyse salt us nedir?

Kant'ın üç büyük yapıtından ilki olan Salt Usun Eleştirisi (Kritik Der Reinen Vernunft, 1781) bu sorunun karşılığını araştırır. Salt us, duyarlığın (Al. Sinnlichkeit) verilerinden alınmamış olan (a priori) bir bilgiyi gerçekleştirdiği iddiasındadır. Buysa nesneler düzenini aşarak düşünce düzenine yükselmek demektir. Öyleyse salt usun bilme yöntemi bir aşkınlık yöntemi'dir.

Salt us bu yöntemle gerçek bir bilgi edinebilir mi? Öyleyse bilgi nedir, önce onu tanımlamak gerek. Kant'a göre her bilgi, bir yargı (Al. Urteil)'dir. Ne var ki her yargı, bir bilgi (Al. Kenntnis) değildir. Örneğin "her cisim yer kaplar" yargısı bize yeni bir bilgi vermez, çünkü "cisim" kavramı esasen "yer kaplamayı" içerir; bu yargıda sadece bir çözümleme yapılıyor ve "cisim" kavramı çözümlenerek kendisinde esasen bulunan bir bilgi hiçbir gereği yokken yeniden ortaya konuyor.

Oysa "bu yük ağırdır" yargısı bize yeni bir bilgi verir, çünkü "yük" kavramı kendiliğinden ağır ya da hafif olduğunu bildirmez; burada, ötekinin tersine, bir çözümleme değil bir bireştirme yapıyoruz ve "yük" kavramıyla "ağır" kavramını birleştirerek yeni bir bilgi elde ediyoruz. Demek ki bize bilgi veren yargılar, çözümsel yargılar değil, bireşimsel yargılar'dır. Salt us bu bireşimsel yargıyı aşkınlık yöntemiyle, deneyi aşarak gerçekleştirebilir mi? Kant bu soruya kesin olarak şu karşılığı veriyor:

Gerçekleştiremez. Böylece metafiziği kesin olarak yıkmış oluyor: Salt us, deneyden yararlanmadan hiçbir bilgi gerçekleştiremez. Öyleyse metafizik tasarımlar, insanların romantik düşlerinden başka bir şey değildirler. (Bu vargı, Kant'ın materyalist yanını belirtir ve Engels bunun içindir ki kendisine utangaç materyalist der).

Kant öncesi felsefenin tanrılaştırdığı us, böylelikle tahtından indirilmiş olmaktadır; artık, aşkınlık yöntemiyle çalışan salt usa güvenilmeyecektir. Kant araştırmakta, eşanlamda eleştirmekte devam ediyor: Salt us, bireşimel yargı olan bilgi'yi niçin gerçekleştiremez?. Çünkü us, sadece bir bireştirme işini gerçekleştirmektedir ve bu iş için gerekli gereçleri nesneler düzeninden almaktadır.

Elimizle tuttuğumuz taşı yere bırakınca onun düştüğünü görüyoruz ve ancak ondan sonradır ki (a Posteriori) "bırakılan taş düşer" bilgisini edinebiliyoruz. Bu deneyi yapmadan önce (a priori) bu konuda hiçbir bilgimiz olamaz. Bize bu gereçleri veren duyarlık'tır. Duyarlık, bu gereçleri bize nasıl veriyor? Zaman ve mekân içinde veriyor. Oysa nesneler düzeninde zaman ve mekân diye bir şey yoktur.

Demek ki bunlar duyarlığın dışarıdan almadığı, kendinden çıkardığı bir şeylerdir ve duyarlık bunları katmadan, dışarıdan aldığı hiçbir şeyi bize gönderemez. Bunlar, deneyden elde edilemeyeceklerine göre, usun verileri midir? Kant, bu soruya da kesinlikle şu karşılığı veriyor: Hayır, bunlar usun verileri olamaz. Çünkü küçük çocuklar zaman ve uzayı düşünmeksizin bilirler, hiçbir ussal işlemi gerçekleştiremedikleri halde sevdikleri şeylere yaklaşır ve sevmedikleri şeylerden uzaklaşırlar. Öyleyse, duyarlık, ne nesneler düzeninden ne de düşünce düzeninden aldığı bu şeyleri nasıl elde etmiştir?.. Kant, bu soruya, kendine özgü bir karşılık veriyor: Sezi (Al. Ansehauung)'yle.

Kant'a göre bunlar birer biçim'dir ve ancak duyarlığın sezisiyle elde edilebilir. Zaman iç duyarlığın biçimidir, içimizden gelen her duygu zamanla birliktedir; mekân dış duyarlığın biçimidir, dışımızdan gelen her duygu mekânla birliktedir. Katılmadıkları hiçbir duyumun gerçekleşemeyeceği bu biçimler, usun verileri olmadıkları halde deneyüstü (Al. Transzendentale)'dürler. Deneyden çıkarılmamışlardır ama bunlarsız da deney yapılamaz.

Görüldügü gibi, Kant, artık aşkın (Al. Transzendent) kavramından deneyüstü (Al. Transzendental) kavramına geçmektedir; ona göre aşkın bilgi olamaz ama deneyüstü bilgi olabilir. Bir soru daha gerekiyor: Deneyden gelen verilere duyarlığn seziyle elde ettiği birimlerin katılması, bilimsel bir bilgiyi gerçekleştirmeye yeter mi? Yetmeyeceğini söyleyen Kant, sonunda, us'a deneyüstü bir görev bulmuştur: Bireştirme işi.

Kant'a göre us bu görevi gerçekleştirmeseydi, ne duyuların verileri ve ne de duyarlığın katkıları bilimsel bilgiyi gerçekleştirebilirdi. Öyleyse us, bu bireştirme işini nasıl yapıyor? Duyarlığın katkısıyla birlikte gelen bilgi gereçlerini düzenleyici kalıplara (Tr. Ulam, Al. Kategorie) sokarak. Us, bu kalıpları ne deneyden ve ne de duyarlığın sezişinden almıştır; bu kalıplar onda temel olarak vardırlar ve kendisiyle birliktedirler. Demek ki, Kant'a göre bilgi, gene de, nesneler düzeninde değil, us'un düşünme düzeninde (Al. Verstand) gerçekleşmektedir. Kant, böylelikle kendi düşünme yöntemini de bulmuş oluyor: Deneyüstü yöntem (Al. Transzendental methode).

Kendi kurduğu bu terimle, eleştirici bakışını dilegetirerek, bilgi'nin duyuların ürünü olduğunu savunan duyumculuk'la anlığın ürünü olduğunu savunan anlıkçılık'ın üstüne aşıyor ve gerçeğin, her ikisinin birleşik bir üstünde'liğinde olduğunu ileri sürüyor.

Önemli olan şudur ki, Kant, deneyüstü'ne deney'le bağıntısını kesmeden çıkmaktadır. Us, bireştirme görevini gerçekleştirirken deneyle bağıntısını koparırsa —ki fiziğin üstüne yükselme anlamında metafizik budur— aşkın'ın alanına girer ve köksüz düşler kurmaya başlar. Kant'ın deneyüscülüğü, bir bağıntıcı deneyüstücülük'tür. Bu düzeyde ancak deneyden gelen veriler birleştirilir, salt usun kurguları bireştirilemez. Usun bireştirici kalıpları, deneyle hiçbir ilgileri olmayan ve deneyden çıkarılmamış önsel (a priori) kalıplardır ama ancak deneyin verilerini bireştirmekte işe yarayabilirler.

Kavramlar'la nesneler asla kopmaksızın bağıntılı olmalıdır. Metafizik, bu bağıntıyı gerçekleştiremediği içindir ki metafizik bilgi olamaz. Yoksa, Kant'a göre; kesin, tümel, her zaman ve her verde geçerli bilgi elbette deneyüstü önsel bir bilgidir. Çözümsel yargıların tümü sonsaldır, deneyden sonra gerçekleşmişlerdir ve bu yüzden bilimsel ve kesin bir bilgi vermezler. Bireşimsel yargıların da önsel olanları vardır ama sonsal olanları da vardır. İşte asıl kesin ve bilimsel bilgi bu önsel bireşimsel yargı'lardadır.

Örneğin matematik yargıların tümü bu niteliktedir, "iki kez ikinin dört ettiği" yargısı hiçbir deneyden çıkarılmamıştır. Çünkü deney sınırlıdır, bin deney yaparız ama bin birinci deneyde ne elde edeceğimizi bilemeyiz. Matematik yargılar, deneyden çıkmamış önsel bireşimsel yargı'lardır ama bir bakıma bu karakterde olan metafizik yargılara benzemezler, çünkü her zaman deneye uzanabilirler. İki kez ikinin dört ettiği her zaman denenebilir, Tanrı'nın varlığı hiçbir zaman denenemez. (Kant, bu düşüncelerinden ötürü, 1794'te Gillaume II. hükümetinden bir ihtar almış ve din konusunda yazı yazması yasaklanmıştır).

Kant, usun önsel kalıplarını, Aristoteles'ten de yararlanarak, yargı biçimlerinden çıkarıyor. On iki yargı biçimi vardır, öyleyse bunlardan her birini meydana getiren —kendisiyle biçimlendiren— on iki kalıp olmalıdır. Bir yargı, ya "insanlar ölümlüdür" önermesinde olduğu gibi tümel (Os. Külli, Fr. Universel), ya "kimi insanlar erdemlidir" önermesinde olduğu gibi tikel (Os. Cüz'i, Fr. Particulier), ya da "Sokrates düşünürdür" önermesinde olduğu gibi özel (Os. Hususi, Fr. Singulier) olur.

Bunları meydana getiren kalıplar, sırasıyla: Tümellik (Os. Külliyet, Al. Allheit), çokluk (Os. Kesret, Al. Vielheit), teklik (Os. Vahdet, Al. Einheit) kalıplarıdır ki nicelik (Os. Kemmiyet, Al. quantitaet) ana kalıbında toplanırlar. Bir yargı, ya "Herakleitos usludur" önermesinde olduğu gibi olumlu (Os. İcâbi, Fr. Affirmatif), ya "Diogenes uslu değildir" önermesinde olduğu gibi olumsuz (Os. Selbi, Fr. Négatif), ya "ruh ölmezdir" önermesinde olduğu gibi sınırlayıcı (Os. Tahdidi, Fr. Limitatif) olur.

Bunları meydana getiren kalıplar, sırasıyla: Varlık (Os. Hakikat, Al. Realitaet), yokluk (Os. Selb, Al. Negation), sınırlıtık (Os. Mahdudiyet, Al. Limitation) kalıplarıdır ki nitelik (Os. Keyfiyet, Al. qualitaet) ana kalıbında toplanırlar. Bir yargı, ya "Tanrı iyilikçidir" önermesinde olduğu gibi kesin (Os. Hamli, Fr. Catégorique), ya "Tanrı iyilikçiyse kötüleri sevmez" önermesinde olduğu gibi varsayımsal (Os. Şartı, Fr. Hypothétique), ya "Tanrı ya iyilikçi, ya da kötülükçüdür" önermesinde olduğu gibi ayrık (Os. Munfasil, Fr. Disionctif) olur.

Bunları meydana getiren kalıplar, sırasıyla: Tözlülülük (Os. Cevheriyet, Al. Substantialitaet), nedensellik (Os. İlliyet, Al. Causalitaet), karşılıklık (Os. Müşâreket, Al. Wecheelwirkung) kalıplarıdır ki ilişki (Os. İzâfet, Al. Relation) ana kalıbında toplanırlar. Bir yargı, ya "insanlık belki dik yurümeyle başlamıştır" önermesinde olduğu gibi belkili (Os. İhtimâli, Fr. Problématic), ya "Tanrının iyilikçi olması gerekir" önermesinde olduğu gibi zorunlu (Os. Zaruel, Fr. Apodictique), ya "dünya yuvarlaktır" önermesinde olduğu gibi savlı (Os. Tahkiki, Fr. Assertorique) olur.

Bunları meydana getiren kalıplar, sırasıyla: Olanaklılık (Os. İmkân, Al. Möglichkeit), zorunluk (Os. Vücub, Al. Nothwendigkeit), gerçeklik (Os. Hâriyet, Al. Wirklichkeit) kalıplarıdır ki kiplik (Os. Darp, Al. Modalitaet) ana kalıbında toplanırlar. Görüldüğü gibi Kant, deney verilerinin ancak on iki biçimde birbirleriyle bireştirilebileceğini ileri sürmektedir. Bu on iki biçimi de dört ana biçimde (nicelik, nitelik, ilişki, kiplik) topluyor.

Bunlann içinde en önemli bulduğu ilişki'dir. Çünkü her bireşim bir ilişkiyi dilegetirir. Bu ilişkilerden de zorunlu olarak nedensellik ve süreklilik yasaları çıkar. Bu yasalar da, kendilerinden çıkarıldıkları kalıplar gibi, önseldirler. Kant, bu önsel, deneyden alınmamış, usun kendi malı olan kalıpların, ilkelerin ve yasaların uygu alanını sınırlarken sadece metafizik yolunu kapamakla kalmıyor; fizik yolunu da kapayarak bilinemezci üçüncü felsefe'nin kapılarını açıyor.

Kant'a göre us, deneyin verileriyle bağını koparıp metafizik yapamayacağı gibi deneyin verilerinin arkasına geçerek fizik de yapamaz. Çünkü deney bize sadece görünenler (Al. Erscheinung)'i vermektedir. Bizse bu görünürlerin ardında bir de kendilik (Al. Ding an sich) hayal ediyoruz ve yukarı sınırı aşmaya çalıştığımız gibi bu aşağı sınırı da aşmaya çalışıyoruz. Kant, bu her iki aşamayı da aynı aşma (Al. Transzendent) saymakta ve usun kalıplarının sadece şeyin görüneni (fenomen)'ne uygulayıp şeyin kendisi (numen)'ne uygulanamayacağını söylemektedir. Kant, böylelikle, usun sınırını kesinlikle çizmiş oluyor. Bu sınır şeyin kendiliği'dir ve hiçbir zaman aşılmamalıdır, çünkü bilinemez.

Kant'ın oluştuğu ortam, bir matematik-fizik-usçuluk ortamıdır. Nitekim genç Kant da üniversiteyi fizik doktora teziyle bitirmiştir. Matematiğin ve fiziğin ilkeleri usun ürünü sayılmakta, gerçeğe us yoluyla varılabileceğini savunan Antikcağ Elea'lılarının düşüncesi Leibniz-Wolff öğretisinde en yüksek aşamasına ulaşmış bulunmaktadır. İngiltere'den gelen yepyeni bir ses, David Hume'un sesi, usun eleştirilmesini ve yetilerinin gereği gibi belirtilmesini öğütlemektedir.

Tarihsel düşünce diyalektiği XVIII. yüzyıl sentezini us'ta gerçekleştirmiştir. Böyle bir ortamda Kant, zorunlu olarak yapması gerekeni yapmış ve şu sonuca varmıştır: "Bizler, gizlerle dolu bir evrende bir düşün düşünü görmekteyiz. Gerçekte bildiğimiz hiçbir şey yoktur. Sezişlerimizin, kavramlarımızın, deneydışı ide'lerimizin içine gömülmüşük; bir şeyler kuruyoruz. Ne var ki, bildiğimizi sandığımız şey sadece olaylardır. O olaylar ki, bilmediğimiz bir nesneyle asla bilemeyeceğimiz bir öznenin birbirlerine olan ilişki'sinden doğmuştur". Nesneyi bilmiyoruz, özne'yi de asla bilemeyeceğiz, us'a zorunlu olarak bu iki bilinemez'in ortasındaki ilişki alanı kalıyor. Oysa us, özgür olma dileğindedir; aşma çabaları bu yüzdendir.

Salt Usun Eleştirisi'nde bu özgürlük dileğinin işe yaramadığı anlaşılmıştır; salt us deneyle olan bağını kopararak kuram yapamıyor, ama eylem de yapamaz mı?.. Kant'ın ikinci büyük yapıtı Uygulayıcı Usun Eleştirisi (Kritik Der Praktischen Vernunft, 1788) bu sorunun karşılığını arayacaktır. Zorunlukla olan'ın karşısında bir de özgürlükle olan var. Öteki bilim, buysa törebilim alanıdır. Us, salt olamıyor ama uygulayıcı olabilir. Ne var ki bu durumda adı değişerek irade olur. Doğru'nun duyusu nasıl nesneler düzeninden düşünce düzenine yükselip biçimlenmek zorundaysa, iyi'nin duyusu da öylece düşünce düzeninde biçimlenip nesneler düzenine inmek zorundadır. Özgürlükle olmayan iyiliğin hiçbir anlamı olamaz.

Ceza korkusu, armağan umudu, beğenilme isteği, göreneğe uyma zorunluğu vb. gibi etkenlerle gerçekleştirilen iyilik, gerçek iyilik değildir. Demek ki usun uygulayıcı olarak çok önemli bir görevi var: İyiliği, özgürlükle, salt iyilik için gerçekleştirmek. Bu özgürlük, duyarlığın bütün etkilerinden kurtulmuş bir özgürlük olmalıdır. Özgürlük zorlamaz, sadece yükümlü kılar. Törebilimsel yasa, fizik yasa gibi zorunlu olamaz. O, serbest bir serim işidir. O, kendi yasasını kendisi koyar. Önceden konmuş ve verilmiş bir yasaya uymaz.

Demek ki tanrısal ve dinsel bir törebilim, gerçek bir törebilim değildir. Yasa'yla özgürlük'ün çelişkisi, ancak kendi yasanı kendin koy'makla aşılabilir. Ancak bu yasayı insanlığa bir araç olarak değil, bir erek olarak belirtecek bir biçimde koy'malı. Yoksa deney alanıyla yeniden bir ilişki kurup özgürlüğünü yitirmiş olursun; çünkü insanlığı araç olarak gözeten bir yasa, usun özgür yasası değil, kişisel çıkarının yasasıdır. Bu yasa evrensel ol'malı. Yoksa bu yasa usun gerçek ürünü olan önsel bireşimsel yargı niteliğini taşımaz ve tümel geçerli'lik niteliğini elde edemez.

Törebilimsel yasa, deneylerden elde edilmiş bir koşullu (Al. Hypothetisch) yasa değil, uygulayıcı usun kendi kalıplarında biçimlendirdiği bir düzenlenmiş (Al. Kategorisch) yasadır. Bir şey elde etmek için değil, iyilik için iyilik edilecek. İşte Kant'ın iyi irade (Al. Gute wille) adını verdiği özgür irade budur. (Kant, bu törebilimsel düşüncelerini, söz konusu yapıtından çok Grundlegung zur Metaphysik der Sitten ve Metaphysik der Sitten adlı yapıtlarında incelemiştir).

Görüldügü gibi Kant, Salt Usun Eleştirisi'nde yadsıdığı metafiziği pratik usun eleştirisinde diriltmeye çalışmaktadır. Kant'ın bu idealist eğilimi üçüncü büyük yapıtında daha da belirecektir. Doğru ve iyi ideleri incelendikten sonra geriye usun üçüncü bir işlevi kalmıştır: Güzel idesi. Us, doğayla törebilim arasında kalan estetik alanda nasıl işliyor ve bu işleyişin de ötekiler gibi önsel ilkeleri var mıdır?

Kant'ın üçüncü büyük yapıtı Yargı Gücünün Eleştirisi (Kritik der Urteilskraft, 1790) bu sorunun karşılığını arayacaktır. Kant, duyulardan gelenle (salt us) düşünceden giden (uygulayıcı us) arasındaki köprüyü yargı gücü adını verdiği (yargılayıcı us) ussal bir yetiyle kurmak istiyor. Deneylerden gelenle düşünce gerçekleşiyor, düşünceden giden de deneyde gerçekleşecek. Oysa bu gerçekleşmenin usun buyruğuna uygun olup olmadığını yargı gücü denetleyecek. (Bu tema, diyalektik materyalizmin teori, pratikle doğrulanır önermesinin Kantcı sezisidir).

Doğru bir düşünceyle gerçekleştirilen bir iyi'liğe "güzel bir davranış" diyoruz. Öyleyse güzel bu iki ideyi birbirine bağlayan bir köprüdür ki bunu da yargı gücü gerçekleştirir. Kant, güzel'i yüce'den ayırıyor. Bir fırtınada denizin kudurmuş dalgalarına bakarak "ne güzel" diyebiliriz ama gerçekte duyduğumuz güzellik değil; büyüklük, güçlülük ve ürkünçlükten doğan yücelik (Al. Erhabene)'tir. Yücelik, böylesine gürel (Fr. Dynamique) olabildiği gibi yıldızlı bir gecenin ihtişamı gibi matematiksel (Fr. Mathématique) de olabilir. Böylece yüce'den ayrılan güzel; iyi'den, hoş'tan yararlı'dan da ayrılmaktadır.

Güzel'in niteliği, hiçbir karşılık gözetmeksizin yargılanır oluşudur. Kantcı törebilime göre iyi de bu niteliği taşır, oysa iyi eylemsel bir irade işidir; güzelinse ne eylem ne de iradeyle ilgisi vardır. Hoş duyusal bir beğeni, güzelse yargısal bir beğenidir. Bir tabak meyve tablosu, onları yemek isteğini duyurursa hoş ve ancak bu isteği duyurmadıkça güzel'dir. Yararlı elde edilmek istenir, güzelse sadece seyredilir. Hiç bir karşılık gözetilmeden beğenilmek onun temel niteliğidir.

Güzelin başka bir niteliği de tümel geçerli oluşudur, Kant böylece önsel bireşimsel yargıyı burada da yakalamış oluyor. Demek ki güzel'de de bir önsellik var, bu önsellik bizi kendisine karşı belli bir tutuma zorlar. Bu tutum, özel değil, genel bir tutumdur; sadece bizim için değil, herkes için geçerlidir. Güzellik yargısı kavramsız (Fr. Sans concept) bir yargıdır, demek ki bir bilgi işi değildir. Güzellik, ereği düşünü bir ereksellik'tir.

Bir müzik parçasında bize zevk veren onun bestelenme nedeni değildir, oysa o gene de bir ereğe uygun olduğu için güzeldir. Kant, böylece, estetik yargı (Fr. jugement esthétique)'yi ereksel yargı (Fr. jugement téléologique)'dan ayırıyor. Sanatçı güzel'i yaratırken onu belli bir ereğe göre biçimlendirir, bizse o güzel'i ereğini düşünmeden kavrarız. Güzelin bizler için anlamı kendi ereğine uygunluğu değil, bizim ereğimize uygunluğu'dur.

Kant, yapıtının ikinci bölümünde, ereklik (Al. Finalitaet) kavramını incelemektedir. Kant'a göre ereklik, Aristoteles'in entelekheia'sı gibi, kendi nedenine uygunluk'tur. İki türlü uygunluk (Al. Zweckmaessigkeit) var: Biri güzeli doğuran öznel uygunluk, ikincisi yararlıyı doğuran nesnel uygunluk. Bunun içindir ki bir çiçek, yağlıboya bir tabloda estetik yargının konusu olurken bir ilaç kutusunun içinde ereksel yargının konusu olabilir.

Cansız doga, sürekli bir nedensellik içinde Dekartcı bir mekanizmle düzenlenmektedir. Canlı doğaysa kendi ereğiyle düzenlenir. Kömür bir neden-sonuç zincirinin ürünüdür, ama göz pek bellidir ki görmek için yapılmıştır. Bu yüzden, doğanın açıklanışında ereklik kavramından vazgeçemiyoruz.

Kant, burada, usun metafizik yapamayacağını söylediği halde metafiziğin alanına yeniden ve iyice girmekte olduğunu görerek sakıntılı bir dil kullanmaktadır. Ne nedensellik ne de ereklik doğanın kendiliğini açımlayamaz, der. Cansız ve canlı, tümüyle doğa, Kant'a göre bilinemez olmakta devam etmektedir. Duyular bize bu bilginin anahtarını veremez, ama duyular-üstü'nde "anlakalır'da birtakım anahtarlar gizlidir". Görüldüğü gibi, idealizmin kapısını her şeye rağmen aralık bırakmak bilinemezciliğin zorunluğudur.

Kendisinden önceki felsefe akımlarının düşünsel sentezini ustaca gerçekleştiren Immanuel Kant'ın, kendisinden sonraki felsefe akımlarını büyük ölçüde etkileyen bu üç önemli yapıtını toparlarsak şu sonucu saptarız: Doğru'yu us kurar, iyi'yi us buyurur, güzel'i us yargılar. Bilinemez kendilik'in dışındaki bilinir olaylar dünyasını teksözle us düzenler. Bu yargı, idealist bir yargıdır.

Immanuel Kant'ın kendi felsefesini adlandırmak için ileri sürdüğü eleştiricilik deyimi, inakçılık ve şüphecilik deyimlerine karşıt bir anlam taşır. Öznel düşünceci bir yaklaşımla usçuluk ve görgücülük öğretileriyle savaşmak amacını gütmüştür. Nesnelerin özünün bilinemeyeceğini ileri sürerek bilme sürecini yadsımış ve bilinemezcilik'e varmıştır.

Derleyen: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf "Felsefeye Giriş" ve 3. Sınıf "Çağdaş Felsefe Tarihi" Dersi Ders Notları (Ömer YILDIRIM); "Felsefe Sözlüğü" Orhan Hançerlioğlu
 

Lilith

ad astra per aspera
MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    5 Ağu 2017
  • Mesajlar
    1,117
  • MFC Puanı
    11
Emek Nedir?

İnsanın, doğayı değiştirmek için gerçekleştirdiği bilinçli ve yararlı çalışma.

İnsanlaşma emekle başlamıştır, yüksek dereceli hayvanların tarihsel gelişme sürecinde içlerinden bir bölümü emeğiyle ötekilerden ayrılıp insanlaşmıştır. Hayvan doğadan toplar; insansa doğayı emeğiyle üretir, değiştirir ve hizmetine koşar. "Önce emek" diyor bilim, sonra el, dil ve bunların ürünü olan düşünce. "El, emeğin ortaya koyduğu bir üründür", düşünce ve onun özdeksel iskeleti olan dil de emek sürecinde insanların birbirleriyle zorunlu olarak kurdukları ilişkilerden doğmuştur. Emek, insanı ve insan toplumunu yaratmış, bunun sonucu olarak da insan beynini ve bilincini oluşturmuştur. İnsan, emeğiyle, doğayı değiştirirken kendisini de değiştirmiştir. Değişme süreci, hayvanken insan olmayla başlar, baltalı insandan günümüzün uzaya ayak basmış atomlu insanına kadar sürer, şimdiden hayal bile edilemeyecek çok üstün aşamalara doğru sürmekte de devam edecektir. İnsanı insan eden ve doğaya egemen kılan emeğin özü ve nitelikleri tarihsel ve eytişimsel özdekçi felsefeyle açıklığa kavuşturulmuştur. Emeğin tarihsel serüveni, insanlık tarihinin serüvenidir. İnsanın bir emekçi olarak, emekçiliği dışında bütün öteki niteliklerinden arınmış bir emekçi olarak ortaya çıkması bu tarihsel serüvenin sonucudur. İnsanın ilk mülkiyet ilişkisi de kendi emeğinin sahibi olmakla başlar, insanın üretici emeğinden bağımsız varlığı her şeyden önce kendi üretici emeğinin malikidir. "Emek, doğayla ve bundan ötürü doğal bilimlerle insan arasındaki en gerçek tarihsel ilişkidir. Emeğin, temel insan yeteneklerinin dışsal bir gerçekleşme biçimi olarak anlaşılmasıdır ki doğanın insansal özünün ya da insanın doğal özünün anlaşılmasını olanaklı kılar".
 

Lilith

ad astra per aspera
MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    5 Ağu 2017
  • Mesajlar
    1,117
  • MFC Puanı
    11
En Az Etki İlkesi Nedir?

Zamanın erkeyle çarpımı.

Matematik terimidir, özellikle mekanikte kullanılır. Bu ilkeye göre doğa, en az emekle iş görür. Örneğin bir kazan, en güçsüz yerinden ve bundan ötürü de en az etkiyle patlar. Buna en az direnç yasası da denir. Bu matematik ilke, ekonomiden felsefeye kadar çok ve çeşitli alanlara yansımıştır. Örneğin ekonomide kimi ekonomicilerce ileri sürülen, insanların ihtiyaçlarını en az çabayla karşılamak eğiliminde oldukları varsayımına en az çaba yasası denir. Ekonomik insan deyimi de böylesine bir insanı dile getirmek için ileri sürülmüştür. Biçimci ruhbilim alanında da insanların en az erke harcamayı gerektiren davranış biçimini seçecekleri varsayımına en az etkinlik yasası denilmesi Türk Dil Kurumunca önerilmiştir. Felsefede özellikle empiryo-kritisistler aynı ilkeyi düşünce ekonomisi ilkesi ya da tutum ilkesi deyimiyle dile getirirler.
 
Üst Alt